10 Mayıs 2015 Pazar

Durduğumda…

Daha önce durmuş muydum, hatırlamıyordum ama durmuş olsaydım; salt durmaz, durma eyleminin dibine kadar sorardım: Niye durdum, durmak mümkün mü, ne kadar duracağım, birden bire durabilmiş olmaya beni iten şey nedir veya kimdir ve sorulabilir diğerleri.
Daha önce değildi oysa. Şimdiydi.

Sorum yoktu. Durmuştum.

İyi bir yerde durmamış olduğumu fark edene kadar geçen zamanda, durmayı sevmiş olmam kimsenin kabahati değildi. Zaten, epeyce bir süre de durduğum yer ile ilgili bir sıkıntım olmadı; durabilmenin bir deneyim olarak getirdiklerini izlemeye dalıp gitmişliğimdendir belki de. Hareketsizlik ve kımıldamayı bırakması sana ait ne varsa; görebilmenin üzerinde beklenmedik bir etki yaratıyordu örneğin. Görmeyi hem çoğaltıyor hem azaltıyordu şaşırtıcı bir biçimde. Baktığın yer sabit de ondan, diye açıklıyordum durumu kendime. Aynı şeye ve aynı noktadan bakıp durmak çokça körleştirirken, bir o kadar da görünür kılıyordu baktığın şeyi. Açıklamam umurumda değildi doğrusu. Acısı da eksik olmayan tuhaf bir mutluluk içinde durup duruyordum.

Durduğumda baktığım şey… Baktığım şeyin bir önemi yoktu aslında. Bunu fark etmemle, durduğum yerin münasipsizliğini anlamam aynı zamana denk düşüyor. Ama olan şey olmuştur. Geri alınamaz, berbat bir güzellik duygusunu içime çeke çeke duruyordum işte.

Durduğumda, durmazdan önceki hayatımı düşünüyordum. Nasıl bir insan olduğumu örneğin, sonra yapmaktan keyif aldığım şeyleri, sevdiğim insanları, yerleri, şarkıları ve çiçekleri. Nasıl güldüğüm geliyordu aklıma -  ki güleç biriydim, bundan emindim –  gülmenin güzelliği bir de. Sevdiğim kitapları düşünüyordum en çok. Ezberimde kalmış yerleri yineliyordum sık sık. Şiiri boş veriyordum, durmuyorken de boş vermişliğimden. Oynak şarkılar mırıldanıyor, nedensiz neşeleniyor; durmanın hem de o noktada durmanın şimdiye kadarki en güzel eyleyişim olduğuna inanıyordum. Durmaktan cayayım diye sunulan pek çok nedene gülümseyerek bakıyor; orada durmuş olmamın neresinin kötü olduğunu anlamakta zorlanıyordum. Böyle iyiyim, diyordum. Olmam gereken yerdeyim.

Sorum yoktu. Durmuştum.

Durmamın herhangi bir şeyi bekliyor olmamla ilgisi olup olmadığını merak edenlerin sorularını geçiştirmeyi kısa zamanda öğrenmiştim. İnsan durunca, daha hızlı öğreniyor. İçten içe bunu ben de merak edecek gibi oluyorduysam da, gelip geçici bir heves gibi, parlayıp ardından derhal sönüyordu merakım. Durmak, durma eyleminin dışında bir meşguliyeti kaldıramıyor olmalıydı. Bekleyip beklemediğimin de bir önemi yoktu. Durmak beklemeyi de kapsayacak genişlikteydi nasılsa.
Öylece durup dururken ben, düş gelip musallat olmasaydı iyiydi ya.  Ama olan şey olmuştur. Tuhaf bir düşün yakama yapışıp, istenmezliğini görmezden gelerek yerleşmesi beklenmedik bir durumdu. Durmanın doğalı budur belki, düşüncesiyle varlığını kabul etmeye çalıştım. Zamanla alışabileceğimi söyledim kendime sık sık. İhtimal dışı olan, bir düş’ün yokluğu olasılığının yaşamsal bir eksikliğe dönüşmesiydi. O da oldu. Düş’üm ve ben, ilkin yan yana, ardından omuz omuza ve derken iç içe durduk. Birbirimizin ayaklarını yerden keserek ve bunun yaşayabileceğimiz en dehşetli, en unutulmaz an olduğunu bilerek durduk.

Nedenimiz yoktu. Durmuştuk.

Durduğumuzda baktığımız şeyin… Baktığımız şeyin bir önemi yoktu.  Onu baktığımız şey kılan bakışımızın, bizim dışımızda kalan dünyada olup bitenlerin acısını yok saymadan onu sarıp sarmalamaya çalışan yumuşaklığının kendiliğindenliği ve sahiciliğinin verdiği sevinç dolu şaşkınlık dışında hiçbir şeyin önemi yoktu. İnsan kendi bakışını göremez, itirazı mümkün ve mantıklıydı. İtiraz eden olmadıysa da, hazırlıklıydık cevaba. İçimizin bakışımıza yansıyacağından bir an bile şüphemiz olmamıştı çünkü.

Durduğumuzda, bizim dışımızdaki dünyadan soyutlanmış olduğumuz iddiası, külliyen yalandır. İnsan durduğunda, üstelik içine yayılmış bir düş’ün eşliğinde durduğunda, güzellik zıddını algılamaya çok daha meyilli olur. En küçük acıyı, kabul edilebilir ve edilemez çirkinliği, insan türünün alçaklığını, zalimliğini, kirlenmeyi gözler. Bencildir güzellik duygusu, varlığını lekeleyebilecek her durumu kollar ki, oluşunu riske sokmasın. Kendine dönük kaygısındandır ki, olup bitene daha çok acır içi. Hep daha çok acıdı içimiz.

Aldırışsız değildik. Sadece durmuştuk.

Durduğumuzda, duruyor olmaktan ilk vazgeçip, pes eden olacağıma yönelik öngörülere aklım yatmıyor değildi. Kendimden bekleyebileceğim bir şey olurdu, yalan değil şimdi. Bir sabah uyandığımda, düş’ümün yokluğuna şaşırmadım yine de. Bir düş’ün pes etmesinin akla yakın olup olmadığını da sorgulamadım.

Sorum yoktu. Durmuştum.

Durduğumda baktığım şeyin… Baktığım şeyin hala bir önemi yoktu. Düş’ün , bu kez onun içine yayılmış olması dışında…



Mey



                                                        Anna Gillespie