16 Haziran 2014 Pazartesi

Kış ve Söz…

Kış yumuşak geçti.  Konuşacak konu bulamadığı için diğerinin gözlerine bakamayanların kurtarıcısıydı bu yumuşaklık. Bu nasıl kış, diye söze başlıyorlardı suskunluk – ki uzun süren suskunluklara tahammülü yoktur insan denen varlığın; her büyük suskunluğun ardından daha büyüğünün geleceğini bildiğinden belki -  uzadığında. Neredeyse hiç soğuk yapmadı, doğru düzgün kar yüzü de görmedik’lerle devam eden söz, çare bulmuşları bir parça rahatlatıyordu.

Oysa ben çok üşüdüm bu kış. Hava yumuşadıkça için için titredi bende bir şeyler.  Ocak ortasında sırtımızı ısıtan güneşle birlikte neşelenirken, ne denli üşüdüğüme herhangi birini ikna edecek sözcüklere sahip olmamamın zihnimde bir noktayı dondurmakta olduğundan çok emindim. Ne zaman bunu düşünsem, titremem artarken bir yandan da doğaya söylenerek kendimi rahatlatmaya çalışıyordum. Sözünü tutmadın doğa efendi, diyordum.  Verilmiş bir vaattir kış! Verilmiş bir söz! Serince bir rüzgâr esecek olsa ya da bir iki serpiştirmeye başlasa gökyüzü utanır gibi oluyordum kavgamdan haksızlık ettiğim düşüncesiyle. Bak geldi, geliyor, esiyor, yağıyor. Derken esinti diniyor, indirecek gibi duran göğ sakinliyor ardından da güneş yüzünü gösteriyordu. Vaat et ve hiç söz vermemiş gibi yokluğa karış! Zihnimde o nokta buz kesmeyi sürdürsün! Tüm bu olan bitenin bana yaptıklarından kimseye bahsetmiyordum elbette. İlkin, umuttan söz edilmemesi gerektiğine inandığımdan.  Umut da özlem gibi öz’e ilişkindir çünkü, diyordum kendime. O ki, yani umut, geriye giden ayaklarınızı umulmadık bir bekleyişe kitler. Sizi size mıhlar. Mıhlanmışlığımı sevmiyordum. İkinci olarak olan bitenden birine söz edecek olsam delirdiğimi düşüneceklerine kuşkum yoktu. Delirmiş olduğumun düşünülmesinden değil, gerçekten delirmiş olmaktan korktuğumu anlatacak sözcüklere de sahip değildim. Bundandır ki sözünü tutmamış kış’a öfkemi kendime ve biraz da kendimden sakladım.

Uzun yürüyüşlere çıktım, ağaçlar arasında gezinirken yakmayıp tatlı tatlı ısıtan güneşten sarhoş kuşların cıvıltılarına kulak tıkayarak yürüdüm çam ağaçlarının arasında. Kahvehanelerde dostlarla açık havanın tadını çıkara çıkara içilen acı kahvelerin telvelerini gezdirdim ağzımın içinde bir yandan tebessüm ederken. Kısadır, denilen uzun gecelerde işaret parmağımı, zihnimdeki buzlanmış bölgenin bulunduğunu sandığım noktaya bastırıp durdum kimseye sezdirmeden. Çıkmayan ayazlara inat dudaklarımı mora boyadım. “ Başarısız boktan bir kış geçirdik…” dizesini içimden yineleye yineleye daldım karanlık uykulara ve rüyalardan medet umdum zihnimdeki donmayı çözsün diye.

Kış sonu, bahar hevesle beklenmeye başladığında penceremden görünen tepecikte beliren kır çiçeklerine baktım uzun uzun.  Kırmızısına, sarısına, moruna aldanacak gibiydim. Ağzımda başlayan hareketliliğin koca bir tebessüme doğru yol aldığını fark ettiğimde panikle durdurdum onu. Çözülmeye meyletmiş donukluğumun itirazına aldırmayacaktım.

Bir daha söz verme, dedim.
İsteme, diye cevapladı.
Haklıydı…


Mey