23 Mart 2020 Pazartesi

Hastanede


Hastane sözcüğü ile soru işaretinin zihninde yan yana geldiği sırada Kurtuluş Parkının kuytusunda bulduğu bir banka uzanmış, inecek karanlığın beraberinde getireceği, teninde yangına dönüşecek soğuğu bekliyordu. Bankta üçüncü gecesi olacaktı. Çöp konteynerinin yanında bulduğu mukavva kutuyu açmış ve tahta bankın üzerine sermişti. Sırtına aldığı eski battaniye de başka bir konteynerin dibinde bulup sevinçten havalara uçmasına neden olan hazine avından gelen ganimetti. Yine de üşüyordu. Hava soğuktu ve dışarıda geçirdiği bu gecelerin birini buz tutmuş olarak tamama erdirmesi işten bile değildi. Zihni çözüm aranırken, günlerdir gözünün önünde duran, gecenin karanlığını tüm odalarında yanan ışıklarıyla delen hastane binasına bakmayı sürdürmüştü. Oranın büyük bir kampüs olduğunu ertesi gün görecek, duyu deneyimi bilgiye dönüşecekti. Önce soru işareti belirdi, hastanelerin günün her saati sıcak ve aydınlık olduğu varsayımı sonradan geldi. Daha büyük bir soru işareti sırasını beklemeye sabrı yoklar gibi kendini belli etmeye başlamıştı. Girebilir miyim? Uzunca tarttı kafasında. Kurdu, bozdu, yaptı, beğenmedi. Bir daha. Yaptı, kurdu, bozdu, güvenmedi. Yeniden.

Gece vakti tenhalaşır sokaklar gibi hastaneler de. Muayeneye, tahlile, sonuç göstermeye, reçete yazdırmaya, hasta ziyaretine gelmişler çekilir akşamın oluşuyla. Üst katlarda çok kişilik, şanslıysa tek kişilik odaların ıssızlığına çekilir şifa umanlar. Refakatçiler koridorlarda volta atıp uykuyu çağırırlar, nöbetçi hastabakıcılar, postalar, hemşireler, asistan doktorlar rutin döngülerinin arasında gözlerini yumarlar üç beş dakikalığına. Girişte bir iki güvenlikçi gireni çıkanı gözler. Giren çıkanın azlığı girmemesi gerekeni görünür kılar. Gece girilmez oralara. Yarın gider kolaçan ederim diye düşündü. Yarına çıkarsam elbet, dedi ardından. Erteledi sandı aklına gelenin olabilirliğini kontrolü ya, edemedi. İçi kıpır kıpır, umut yalıyor soğuğun yaktığı yerlerini şimdi. Umudun soluğunun sağaltıcı olduğunu unutmuş çoktandır, yok yere ısındım sanıyor budalaca. Şuncacık yol, git bir bak diyor içinde çok üşümüş bir ses. Git kolaçan et. Ne var ne yok?

Caddenin iki başını tutmuşlar. Biri İbn Sina, diğeri Hacettepe. İkincisi daha büyük görünüyor ve daha ışıltılı akşamın karanlığının altını çizercesine. Hacettepe’den yana dönüyor. Şehrin içinde küçük bir şehir gibi sıralanmış binalar, adlarını okuyor tabelalarına bakıp bakıp. Çocuk hastanesi, Erişkin hastanesi, Dişçilik fakültesi, Eczacılık Fakültesi. Tüm bunların arasına serpiştirilmiş kafeler, büfeler, oturma alanları. Çocuk hastanesini kafadan siliyor ilkin. Dişçilik ve Eczacılık fakülteleri de işini görmez. Erişkin hastanesinin iki büyük binadan oluştuğunu görünce umudu ısıyı hararete dönüştürüyor. Giriş kapılarının önünden bir iki geçiyor. Güvenlikçilerden biriyle göz göze gelmeyi istemediğinden çok oyalanmıyor. Yedi numaralı kapıdan girebilir girebilirse. Daha yeni gibi duran binanın girişi çok güven vermiyor. Kampüsü dolaşıyor usulca. Büyükmüş, diyor. Büyük gerçekten de. Üstelik belli noktalardan durup kente baktın mı; nasıl güzel, nasıl masum, nasıl büyüleyici görünüyor. Aldanmaz bunlara oysa. Kentin kalleşliğini çoktan belledi. Yine de nasıl güzel, nasıl masum, nasıl büyüleyici. Kampüs hem ağaçlıklı hem de bol bol bankı var. Hepsi göz ününde gibi dursa da ola ki bir kuytusu vardır, diye bakınıyor. Geceyi burada geçirip sabah erkenden yedi numaralı kapıdan girmenin yoluna bakmalı. İçeri girse, bir tuvalet bulup eline yüzüne bakılır hale getirebilse kendini, sonra keşfe çıksa koridorları, servisleri, her bir katı. Arayıp bulsa gece çöktü mü ıssızlaşan bekleme sandalyelerinin en kuytuda olanlarını. Yedi numaralı kapıdan geçiyor inine giden yol, bundan emin artık. Ağaçların arasında kalmış göz önünde olmayan bir banka yerleşmeye hazırlanırken, umutsuz bir aşkın adını çağırır gibi içinden zikrediyor: Yedi numaralı kapı. Yedi numaralı kapı.

Gün doğmadan açıyor gözlerini. Güçlükle. Buza kesmiş bedeninde her bir nokta. Alacalanmış göğe bakıyor, sonra uzaktan yedi numaralı kapının bulunduğu binanın siluetine. Tek tek hareket var kampüsün içinde. Henüz girmeye davranmak için çok erken. Beklemeli daha. Açlığın sızısı önce midesinde ardından zihninde. En son ne zaman doymuş hissettiğini bilmediğini anımsamanın da yeri değil şimdi. Kalkıyor ve donayazmış yerlerini sıvazlıyor donayazmış elleriyle. İleri geri yürüyor. Az dayan diyor, yedi numaralı kapının ardı üşümemek bundan sonra. Az daha dayan.

İki saat geçti geçmedi ana baba günü oldu kampüs. Tüm kent burada sanki, diye düşünüyor. Yedi numaralı kapının önünde ileri geri hareket ederken fark ediyor ki, davransa kimse onu durdurmayacak, nereye diye soran olmayacak. Kapıdan giren çıkan öyle çok insan var ki rahatlıkla aralarına karışıp girebilir içeri. Sonrası Allah kerim. Yine de o giriş anı sonsuzluğun içinden geçmek gibi geliyor ona. Bir el omzuna dokunacak, hop hemşerim nereye diyen bir ses duyacak, önüne set çeken bir üniformalıya toslayacak korkusuyla kalbi ağzında atıyor. Hiçbir şey olmuyor önce. İçeride. Asansörlerin yanında duran güvenlik görevlisinin dikkatini çekmesine, adamın kendisine doğru hamle yapmasına ramak kaldığını fark edince, en yakınındaki olduğu için sağdaki koridora atıyor kendisini. Mutluluk içinde kanat çırpan bir kuş. Ve kuş aniden maruz kaldığı ısının vücudunu pelteleştirdiğini haber vermek istercesine çırpıyor kanatlarını. İşte orada bir tuvalet. Dar atıyor kendini içeri tuvalet kapısından. Kabinlerin önünde içeridekinin çıkmasını bekleyen iki adam var. Musluklara yöneliyor ona bakıp yüzlerini buruşturduklarını fark edince. Aksini tanıyamıyor ilkin aynada. Müsvedde'm, diyor aynadaki aksine usulca. Anlatmaya kalksa anlatamaz insanlıktan çıkmış görüntüsünü. Düzeltebilirsen düzelt bunu şimdi. Saç, sakal birbirine karışmış. Pis enikonu. Üstü başı dökülüyor. Nasıl etsem, diye soruyor musluğa sarılırken. Su sıcak akıyor. Musluktan akan suyun tenindeki etkisi büyük bir şaşkınlık onun için şimdi. Öylece tutuyor ellerini akan suyun altında. Sonra gözü sabun kutusuna takılıyor. Durma şimdi. Ellerini, yüzünü, saçlarını. Temizleyebildiği her yeri temizlemesi dakikalar sürüyor. İçerideyim diyor. Su sıcak, bina sıcak. Şimdi keşif zamanı.

Dördüncü kattaki özel odalardan birinde kalan hastanın MR çekimi için götürülmesini fırsat bilip, odanın banyosunda yıkandığında hastanedeki dördüncü günüydü. Şampuanı kullandı ama adamın lifine dokunmadı. Kullanılmamış bir diş fırçası bulabildiğinde bir hafta geçmişti. Bir iki üst baş çaldığını saklamanın anlamı yok. Servislerde dolanıp, alınmadan hemen önce yemeğin yenilmeden bırakıldığı tepsileri kolladığı çok oldu. Geceleri C katının ıssızlığında uzandı kuytu koridorlardaki banklara. Hastaneyi devasa bir eve dönüştürmesi bir ayı buldu. 6. kattaki kalp damar cerrahi servisinin bekleme salonundaki sandalyelere oturup pencereden dışarıyı izlemeyi sevdi. Kentin ışıklarını, uzaktan görünen Atakule’nin heybetini, kafasını az sağa çevirince Anıtkabir’in göğe uzanan ışıltısını. Bir akşam yine o koltukta oturup dışarıyı izlerken gençten bir adam yanaştı yanına. Oradan buradan derken utana sıkıla derdini açtı adam. Babası yatıyormuş 621’de. Biliyorsun özel odalar dışında refakatçiye yatacak yer yok. Bir kuru sandalye. Her gece de kalamıyorum. Sen hep buradasın. Görüyorum. Kalır mısın babamla dedi. Para dedi. Yüz elli lira.

Böylece refakatçilik işi başlamış oldu. Hastasının yanında kalamayan ama onu yalnız bırakmaya gönlü razı gelemeyenlerin imdadı oldu kısa sürede. Kulaktan kulağa yayılır böyle işler. Akşam 19.00 – sabah 08.00 arası hiç tanımadığı hastaların başucunda oturdu. Tuvalete gitmelerine yardım etti kiminde, kiminde sürgüyü sürdü altlarına. Susadılar mı su verdi, uyudular mı pencereden dışarıyı, ışıkları, gelip geçen otomobilleri, damlarda gezinen kedileri, kedilerden kaçan kuşları izledi. Gecesi yüz elli lira. Güvenlikçilerle ahbap oldu, gündüz dolaşmalarından dönerken bir paket sigara alıp bıraktı masalarına, demledikleri çaya ortak oldu, başka refakatçilerin dertlerini dinledi. Servis postalarının çarşaf değiştirme, hastayı o tahlilden bu filme götürmelerine, odalardaki çöpleri boşaltmalarına yardım etti yerinde. Hemşirelerle, hastabakıcılarla şaka yollu cilveleşmeleri işe yaradı. Hastasının yanında kalacak birini arayanları ona yönlendirmelerinin altında kalmayıp çiçeklere, çikolatalara boğdu her birini. İçlerinden birine gönlü kayar gibi olsa, dur oğlum napıyorsun dedi kendine. Eskiden okuduğu bir şiiri mırıldandı usulca, susturdu arzunun arsız sesini.

Kurtuluş parkını gören pencerelerin önünde durup, bir zaman üzerinde uyuduğu bankı aradı göz kararı. Özlenir mi o rezillik dese de gün içinde gidip oturduğu oluyor o banka. Ya kalkmak istemezsem korkusu dipdiriyken içinde saatlerce oturup uzaktan hastaneye bakıyor. Sonra soruyor kendine: bir ömür geçer mi o hastanede?
Mey / Melek Ekim Yıldız