9 Mayıs 2016 Pazartesi

‘ Kendi ‘nin Akışı…

Sezenler olduysa da, kimsenin sezgisini yüksek sesle ifade edecek cesareti yoktu. Sayıları da azdı. Handiyse yoktular. Geriye kalanlar, yani o kör çoğunluk inanmaya çoktan hazır, inandığına kendini kaptırmaya hevesli, kabullendiklerini olumsuzlayacak her söyleme direnç göstermeye de meyilliydi. Bunu rahatça yazabiliyorum, çünkü aralarında yer alıyordum. Uzunca bir zaman da o aralıkta bulunmanın gözü kapalı mutluluğunu koynunda büyütenlerdendim. Heves coşkun bir nehir, bizler de o nehrin debisiyle savrulmaktan haz alan balık sürüsüydük. Akış başımızı döndürürken bir yandan da geçişin rotasını takip etmemize olanak bırakmayarak sürüklüyordu bizi içimizden içine doğru. Bu mükemmel, diye bağırıyordu arada birileri hazla ve hazza ortak arayarak. Bulmakta da güçlük çekmiyordu elbette. Mükemmellik hissi öncesinde yabancısı olduğumuz bir yaşantıydı, birileri mükemmel olduğunu söyleyerek tanıştırıyordu her birimizi tasavvur yetisinden yoksun olduğumuz bir eksiksizlik haliyle. Eksik olmamak – artık olmamak -  içinde birlikte sürüklendiğinle yekvücut olmak demekti bir yandan da. Yüzü, bedeni, aklı, ruhu en çok da kalbi yabancı olanla akla hayale gelmeyecek bir bütünleşme ile kendimizden geçiyorduk. Akışın bir sonraki değişimine dek. Sonra yeni bir yüz, beden, ruh ve kalp hazırda bekliyordu etkisi çabuk yiten önceki tamamlanmanın yarattığı boşluğu gidermek için.

Sezenler olduysa da, diğerlerinin onların şüpheci bakışlarına tahammülü yoktu. Kuşkusunu sözle değilse de, kendisine yanaşmak için heves edenden uzak duruşuyla ortaya koymaya çalışan hızla kayboluyordu verdiği rahatsızlıkla birlikte. Özleyenleri veya merak edenleri olmuyordu. Gidenin yeri doluyor, saflar hızla sıklaşıyor ve akış hızından hiçbir şey kaybetmiyordu. Kimsenin şikâyet ettiği yoktu. Neden şikâyet edelim ki, zahmetsiz bir devinim hepimizin işine geliyor; arada bir birilerinin çıkıp, bu mükemmel diye bağırışı hareketin içindeki hareketsizliğimizden memnuniyetimizi perçinliyordu.

Sezenler olmuştu ve gizleniyorlardı. Kendini akışa kaptırmış sürünün ta içiydi kendilerini zulaladıkları yer.  Daha iyisi can sağlığı diye düşünüyorlardı besbelli yamacında kendini gidişe kaptırmışın huşusuna bakıp ve belki de içten içe gülerek. Kuşkunun bulaşıcı olduğunu başlangıçta onlar da bilmiyordu belki ama çabuk fark ettiler. Böylece fısıltı başladı.

Sezenler vardı ve durmaksızın fısıldamaya başlamışlardı. İşiteni ilkin sersemleten, aldığı hazzı kesintiye uğratan uğursuz bir fısıltı hastalık gibi yayılmaya başladı. Sezgi ve kuşkunun aynılaşmasının an meselesi olduğu ortadayken, inanmışların şaşkınlığı akıştaki ritmi bozmaya, ahengi çözülmez denilen yerlerinden ilmik ilmik çözmeye başladı. Hızın yalpalayana anlayışı yoktu. Küçük denilebilecek boşluklar büyümeye başlarken, ‘ mükemmel ‘ algısı git gide silikleşiyor, haz yerini sorunun, sona ermeyecek gibi görünen, kaşıntısına bırakıyordu.  Fısıltı, sesini yükseltmek için bu anı kolluyordu.

“ Kendini bil, kendin bil, kendin ak. Akabildiğince…”

Kimimiz işittik, kimimizin de akışın gürültüsü dışında her sese tıkalıydı kulakları. Mükemmel ise yoktu sezen’e de sezmeyen’e de…



Mey