Sezenler olduysa da, kimsenin sezgisini yüksek sesle ifade
edecek cesareti yoktu. Sayıları da azdı. Handiyse yoktular. Geriye kalanlar,
yani o kör çoğunluk inanmaya çoktan hazır, inandığına kendini kaptırmaya
hevesli, kabullendiklerini olumsuzlayacak her söyleme direnç göstermeye de
meyilliydi. Bunu rahatça yazabiliyorum, çünkü aralarında yer alıyordum. Uzunca
bir zaman da o aralıkta bulunmanın gözü kapalı mutluluğunu koynunda
büyütenlerdendim. Heves coşkun bir nehir, bizler de o nehrin debisiyle savrulmaktan
haz alan balık sürüsüydük. Akış başımızı döndürürken bir yandan da geçişin
rotasını takip etmemize olanak bırakmayarak sürüklüyordu bizi içimizden içine
doğru. Bu mükemmel, diye bağırıyordu arada birileri hazla ve hazza ortak
arayarak. Bulmakta da güçlük çekmiyordu elbette. Mükemmellik hissi öncesinde
yabancısı olduğumuz bir yaşantıydı, birileri mükemmel olduğunu söyleyerek
tanıştırıyordu her birimizi tasavvur yetisinden yoksun olduğumuz bir
eksiksizlik haliyle. Eksik olmamak – artık olmamak - içinde birlikte sürüklendiğinle yekvücut
olmak demekti bir yandan da. Yüzü, bedeni, aklı, ruhu en çok da kalbi yabancı
olanla akla hayale gelmeyecek bir bütünleşme ile kendimizden geçiyorduk. Akışın
bir sonraki değişimine dek. Sonra yeni bir yüz, beden, ruh ve kalp hazırda
bekliyordu etkisi çabuk yiten önceki tamamlanmanın yarattığı boşluğu gidermek
için.
Sezenler olduysa da, diğerlerinin onların şüpheci
bakışlarına tahammülü yoktu. Kuşkusunu sözle değilse de, kendisine yanaşmak
için heves edenden uzak duruşuyla ortaya koymaya çalışan hızla kayboluyordu
verdiği rahatsızlıkla birlikte. Özleyenleri veya merak edenleri olmuyordu. Gidenin
yeri doluyor, saflar hızla sıklaşıyor ve akış hızından hiçbir şey kaybetmiyordu.
Kimsenin şikâyet ettiği yoktu. Neden şikâyet edelim ki, zahmetsiz bir devinim
hepimizin işine geliyor; arada bir birilerinin çıkıp, bu mükemmel diye bağırışı
hareketin içindeki hareketsizliğimizden memnuniyetimizi perçinliyordu.
Sezenler olmuştu ve gizleniyorlardı. Kendini akışa kaptırmış
sürünün ta içiydi kendilerini zulaladıkları yer. Daha iyisi can sağlığı diye düşünüyorlardı
besbelli yamacında kendini gidişe kaptırmışın huşusuna bakıp ve belki de içten
içe gülerek. Kuşkunun bulaşıcı olduğunu başlangıçta onlar da bilmiyordu belki
ama çabuk fark ettiler. Böylece fısıltı başladı.
Sezenler vardı ve durmaksızın fısıldamaya başlamışlardı. İşiteni
ilkin sersemleten, aldığı hazzı kesintiye uğratan uğursuz bir fısıltı hastalık
gibi yayılmaya başladı. Sezgi ve kuşkunun aynılaşmasının an meselesi olduğu
ortadayken, inanmışların şaşkınlığı akıştaki ritmi bozmaya, ahengi çözülmez
denilen yerlerinden ilmik ilmik çözmeye başladı. Hızın yalpalayana anlayışı
yoktu. Küçük denilebilecek boşluklar büyümeye başlarken, ‘ mükemmel ‘ algısı
git gide silikleşiyor, haz yerini sorunun, sona ermeyecek gibi görünen,
kaşıntısına bırakıyordu. Fısıltı, sesini
yükseltmek için bu anı kolluyordu.
“ Kendini bil, kendin
bil, kendin ak. Akabildiğince…”
Kimimiz işittik, kimimizin de akışın gürültüsü dışında her
sese tıkalıydı kulakları. Mükemmel ise yoktu sezen’e de sezmeyen’e de…
Mey