16 Nisan 2016 Cumartesi

Bakışta Kapatılmış…

Tuhaflık bakıştaydı. Onun bakışlarında. Yöneldiğini görmüyor, görmediğini sürükleyip kendindeki bir şeye götürüp kapatıyor izlenimi veren bakışlarını ilkin fark edemeyişimin nedenini şimdi biliyorum. Dikkatsiz biriyim belki, diye atlatmıştım kendimi durumun ayrımına vardığımda. Belki onu dikkat etmeyi gerektirecek kadar ilginç bulmamış da olabilirim demeye kadar vardırmıştım pişkinliği. Her neydiyse sebep, başlangıçta gözümden kaçtı işte açıklamasını kime yaptığımı şimdi anımsamıyorum. Bizi tanıştıran Ece’ye mi, ona mı yoksa kendime mi?  

Genellikle içinde yer almaktan kaçındığım o gereksiz etkinliklerden birinde karşılaşmıştık. Bahanem güçsüz, beni oraya sürükleyen Ece ise ısrarcıydı. Baksan, dört milyonu aşan insan yaşıyor ama esasında küçücük bir memleket Ankara. Birbirini alkışlamaktan başka çaresi olmayan mini kliklerin tekrar tekrar benzer mekânlarda bir araya gelerek, anlamı sabit kalmak üzere farklı sözcüklerden oluşan cümleler kurabildiklerini görüp, bir süre sonra şaşırmamayı öğreniyorsunuz bu kentte. Şanslıysanız tüm bunlardan sıkılmamayı da. Kolay öğrenen biri değildim. Uzak durmayı da büyük oranda başarıyordum. Bu yüzden, ortamdaki varlığımın insanların birbirlerini dürtmesine neden olduğunu gördüğümde, gülüp geçtim elbette. Adam sende! Bir ikisi yanıma sokulup konuşmak isteyecekti. İstediler. Nerelerdesin, görünmüyorsun, neler yapıyorsun, yazıyor musun diye sormaya can atacaklardı. Sordular. Nemrutluk etme diye tembihlemişti Ece. Etmedim. Gülümse ve nazik ol da demişti. Gülümsedim. Nezaket konusunda çuvallamış olabilirdim. O kadar kusur kadı kızında da olurdu.

Seremoni başlamadan, diğerleri gibi sergilenen eserlerin arasında dolanıyor, kiminin gerçekten ilginç olduğunu düşündüğümden bir iki adım geriye çekilerek ve derken biraz daha yakınına sokularak baktığımda üşengeçliğimden sıyrılmama neden olanın ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. Bir yandan da,  beni oraya zorla sürükleyen arkadaşımın nerelerde olduğunu merak ediyordum. Geldiklerinde o ana kadar gördüğüm en etkileyici resmin karşısındaydım. Resimden anlayan biri olduğumu iddia etmeyeceğim, aksine çok bilindik birkaç eser dışında oldukça cahil sayılabilirdim resim sanatı söz konusu olduğunda. Kaç dakikadır karşında durup bakmakta olduğumu sorsanız cevap veremezdim. Görür görmez beni kendisine kilitlemiş, salonun kalabalığı ve gürültüsünden uzaklaştırmış, yalnızca bir şarkı veya güzel bir cümlenin yapmaya muktedir olduğunu düşündüğüm o yerden yükselme duygusunu yaşamama neden olmuştu.  İçimde yükselen mülkiyet arzusunun bana anlamsız gelişi bir yandan, bakışlarımı üzerinden çekersem hayati bir şeyi yitireceğim sezisi diğer yandan öylece kalakalmıştım resmin karşısında. Cılk yaraya batmış, ırmaklar kadar uzun bir boyundu baktığım. Parmaklarımdaki uzanma arzusu, dokunmayı şiddetle isteyen bir kıpırtıya dönüşüp beni zihnimin bilmediğim bir köşesinden gelen uyarı sinyallerini duymazdan gelecek hale getirdi getirecekti ki, geldiler. Bir an kaçıp gittiğini sandım, diyen Ece’nin neşeli sesi ilkin uzaktan gelen bir mırıltı gibiydi. Bakışlarımı resimden koparıp onlardan yana dönebilmek için sarf ettiğim çabayı fark etmedikleri gün gibi ortadaysa da, umurumda değildi ne düşünecekleri. Bakışlarım onlara dönük, gördüğümü algılama kapasitesi sırtımı güçlükle döndüğüm resme odaklanmış, geçen birkaç dakikayı baştan yitirmiş bir haldeyken bizi birbirimize tanıttı arkadaşım. Bildik sözcükleri sıralamayı başarmış olmalıyım. Oradan bir milim dahi kıpırdamayı istemiyor olduğum dışında herhangi bir şeyin farkına varacak halde değildim. Bakışlarını, onlardaki tuhaflığı, bu tuhaflığın bana sonradan çok tanıdık geleceğini…

Sonrasında, bu tür etkinliklerde olan şeyler olmuş olmalı. Orası bende kayıp.  Sergi salonundan ayrılmaya ayak diremek elimden gelmemiş olmalı bir de. Kendime, ben olana yakın bir şeye dönüştüğümde üçümüz bir barın tenha bahçesinde oturuyorduk. Önümüzde şarap kadehleri, masada domates ve salatalıkla süslenmiş bir peynir tabağı vardı. Ece durmaksızın konuşuyordu, hatta yalnızca o konuşuyor gibiydi. Sergide karşılaştıkları, tanımadığım biri hakkında anlattığı hikâye komik olmalıydı, her ikisinden aynı anda yükselen kahkahayı işitebildiğime göre aralarına dönmeye biraz daha yakın gibiydim. Başımı kaldırdım, bakışlarını gördüm. Tuhaflığını, o tuhaflığın benden bir şeye yakınlığının ayrımına varışımla imgelemimi işgal altında tutan resmin anısı ile bakışlarının özleşmesi bir oldu. Sürükledi ve kapattı. Kendiyle ve kendine. Resmi tanıdığım gibi tanıdım onu da. Sürüklenişime razı oldum itirazsız, kapatılmaya da.

Yazdıklarını okuyorum, dedi. Öyle mi, sorusuyla söylenenin tekrarını, hiç değilse altının çizilmesini isteyen Ece’ydi. Kendimi zorlayarak gülümsemiş olmalıyım. Gözlerimi boynundan uzak tutabilmenin mücadelesinin izin verdiği ölçüde gülümsemiş olmalıyım. Neyse ki Ece vardı ve neyse ki Ece yazdıklarım hakkında konuşmayı seviyordu. Ece bir monoloğa dönüşen konuşmasını sürdürürken, o tuhaf bakışların beni sürükleyip kapattığı yerde resmi kucaklamış halimden memnun oturuyordum. Daha fazlasının gelmekte olduğunu söyleyen iç sesime kulak tıkamış; daha ne olabilir ki iyimserliğinin ısıttığı yanaklarımın renginin onun bakışlarındaki aksine dalıp gitmiştim. Daha başka ne olabilir ki?

Ece kalkıp tuvalete gidebilir; koynuma bastırdığım resmi onunla paylaşmaya zorlayan o bakışlarla beni baş başa bırakabilirdi örneğin. Ece çabuk dönsün diye dilemeye kalmadan konuştu:
Tanıdın beni. Soru muydu, tespit mi anlamaya çalışmadan başımı salladım. Tanıdım. Nihayet.
Adımı söyle, diye emretti. Emirleri sevmezdim, cılız bir isyan duygusuyla atıldım: Asıl garabet bu resim!
Adımı söyle, diyordu isyanımı görmezden gelerek. Niye direnecektim ki?
Adını söylerken fark ettim, bakışlarında benim resme bakışıma çok benzeyen bir şey olduğunu. Niye susacaktım ki?
Adını söyledim. Her söyleyişimde az daha onunla kapatılarak. Defalarca söyledim.


Mey