Tuhaflık bakıştaydı. Onun bakışlarında. Yöneldiğini
görmüyor, görmediğini sürükleyip kendindeki bir şeye götürüp kapatıyor izlenimi
veren bakışlarını ilkin fark edemeyişimin nedenini şimdi biliyorum. Dikkatsiz biriyim
belki, diye atlatmıştım kendimi durumun ayrımına vardığımda. Belki onu dikkat
etmeyi gerektirecek kadar ilginç bulmamış da olabilirim demeye kadar
vardırmıştım pişkinliği. Her neydiyse sebep, başlangıçta gözümden kaçtı işte
açıklamasını kime yaptığımı şimdi anımsamıyorum. Bizi tanıştıran Ece’ye mi, ona
mı yoksa kendime mi?
Genellikle içinde yer almaktan kaçındığım o gereksiz
etkinliklerden birinde karşılaşmıştık. Bahanem güçsüz, beni oraya sürükleyen
Ece ise ısrarcıydı. Baksan, dört milyonu aşan insan yaşıyor ama esasında
küçücük bir memleket Ankara. Birbirini alkışlamaktan başka çaresi olmayan mini
kliklerin tekrar tekrar benzer mekânlarda bir araya gelerek, anlamı sabit
kalmak üzere farklı sözcüklerden oluşan cümleler kurabildiklerini görüp, bir
süre sonra şaşırmamayı öğreniyorsunuz bu kentte. Şanslıysanız tüm bunlardan
sıkılmamayı da. Kolay öğrenen biri değildim. Uzak durmayı da büyük oranda
başarıyordum. Bu yüzden, ortamdaki varlığımın insanların birbirlerini
dürtmesine neden olduğunu gördüğümde, gülüp geçtim elbette. Adam sende! Bir
ikisi yanıma sokulup konuşmak isteyecekti. İstediler. Nerelerdesin,
görünmüyorsun, neler yapıyorsun, yazıyor musun diye sormaya can atacaklardı. Sordular.
Nemrutluk etme diye tembihlemişti Ece. Etmedim. Gülümse ve nazik ol da demişti.
Gülümsedim. Nezaket konusunda çuvallamış olabilirdim. O kadar kusur kadı
kızında da olurdu.
Seremoni başlamadan, diğerleri gibi sergilenen eserlerin
arasında dolanıyor, kiminin gerçekten ilginç olduğunu düşündüğümden bir iki
adım geriye çekilerek ve derken biraz daha yakınına sokularak baktığımda
üşengeçliğimden sıyrılmama neden olanın ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. Bir
yandan da, beni oraya zorla sürükleyen
arkadaşımın nerelerde olduğunu merak ediyordum. Geldiklerinde o ana kadar
gördüğüm en etkileyici resmin karşısındaydım. Resimden anlayan biri olduğumu
iddia etmeyeceğim, aksine çok bilindik birkaç eser dışında oldukça cahil
sayılabilirdim resim sanatı söz konusu olduğunda. Kaç dakikadır karşında durup
bakmakta olduğumu sorsanız cevap veremezdim. Görür görmez beni kendisine
kilitlemiş, salonun kalabalığı ve gürültüsünden uzaklaştırmış, yalnızca bir
şarkı veya güzel bir cümlenin yapmaya muktedir olduğunu düşündüğüm o yerden
yükselme duygusunu yaşamama neden olmuştu. İçimde yükselen mülkiyet arzusunun bana
anlamsız gelişi bir yandan, bakışlarımı üzerinden çekersem hayati bir şeyi
yitireceğim sezisi diğer yandan öylece kalakalmıştım resmin karşısında. Cılk
yaraya batmış, ırmaklar kadar uzun bir boyundu baktığım. Parmaklarımdaki uzanma
arzusu, dokunmayı şiddetle isteyen bir kıpırtıya dönüşüp beni zihnimin
bilmediğim bir köşesinden gelen uyarı sinyallerini duymazdan gelecek hale
getirdi getirecekti ki, geldiler. Bir an kaçıp gittiğini sandım, diyen Ece’nin
neşeli sesi ilkin uzaktan gelen bir mırıltı gibiydi. Bakışlarımı resimden
koparıp onlardan yana dönebilmek için sarf ettiğim çabayı fark etmedikleri gün
gibi ortadaysa da, umurumda değildi ne düşünecekleri. Bakışlarım onlara dönük,
gördüğümü algılama kapasitesi sırtımı güçlükle döndüğüm resme odaklanmış, geçen
birkaç dakikayı baştan yitirmiş bir haldeyken bizi birbirimize tanıttı
arkadaşım. Bildik sözcükleri sıralamayı başarmış olmalıyım. Oradan bir milim
dahi kıpırdamayı istemiyor olduğum dışında herhangi bir şeyin farkına varacak
halde değildim. Bakışlarını, onlardaki tuhaflığı, bu tuhaflığın bana sonradan
çok tanıdık geleceğini…
Sonrasında, bu tür etkinliklerde olan şeyler olmuş olmalı.
Orası bende kayıp. Sergi salonundan
ayrılmaya ayak diremek elimden gelmemiş olmalı bir de. Kendime, ben olana yakın
bir şeye dönüştüğümde üçümüz bir barın tenha bahçesinde oturuyorduk. Önümüzde
şarap kadehleri, masada domates ve salatalıkla süslenmiş bir peynir tabağı
vardı. Ece durmaksızın konuşuyordu, hatta yalnızca o konuşuyor gibiydi. Sergide
karşılaştıkları, tanımadığım biri hakkında anlattığı hikâye komik olmalıydı,
her ikisinden aynı anda yükselen kahkahayı işitebildiğime göre aralarına
dönmeye biraz daha yakın gibiydim. Başımı kaldırdım, bakışlarını gördüm. Tuhaflığını,
o tuhaflığın benden bir şeye yakınlığının ayrımına varışımla imgelemimi işgal
altında tutan resmin anısı ile bakışlarının özleşmesi bir oldu. Sürükledi ve
kapattı. Kendiyle ve kendine. Resmi tanıdığım gibi tanıdım onu da. Sürüklenişime
razı oldum itirazsız, kapatılmaya da.
Yazdıklarını okuyorum, dedi. Öyle mi, sorusuyla söylenenin
tekrarını, hiç değilse altının çizilmesini isteyen Ece’ydi. Kendimi zorlayarak
gülümsemiş olmalıyım. Gözlerimi boynundan uzak tutabilmenin mücadelesinin izin
verdiği ölçüde gülümsemiş olmalıyım. Neyse ki Ece vardı ve neyse ki Ece
yazdıklarım hakkında konuşmayı seviyordu. Ece bir monoloğa dönüşen konuşmasını
sürdürürken, o tuhaf bakışların beni sürükleyip kapattığı yerde resmi
kucaklamış halimden memnun oturuyordum. Daha fazlasının gelmekte olduğunu
söyleyen iç sesime kulak tıkamış; daha ne olabilir ki iyimserliğinin ısıttığı
yanaklarımın renginin onun bakışlarındaki aksine dalıp gitmiştim. Daha başka ne
olabilir ki?
Ece kalkıp tuvalete gidebilir; koynuma bastırdığım resmi
onunla paylaşmaya zorlayan o bakışlarla beni baş başa bırakabilirdi örneğin.
Ece çabuk dönsün diye dilemeye kalmadan konuştu:
Tanıdın beni. Soru muydu, tespit mi anlamaya çalışmadan
başımı salladım. Tanıdım. Nihayet.
Adımı söyle, diye emretti. Emirleri sevmezdim, cılız bir
isyan duygusuyla atıldım: Asıl garabet bu resim!
Adımı söyle, diyordu isyanımı görmezden gelerek. Niye
direnecektim ki?
Adını söylerken fark ettim, bakışlarında benim resme
bakışıma çok benzeyen bir şey olduğunu. Niye susacaktım ki?
Adını söyledim. Her söyleyişimde az daha onunla kapatılarak.
Defalarca söyledim.
Mey