19 Ekim 2014 Pazar

Cumartesi…

Yağmur var. Çünkü cumartesi. Öteden beridir tüm cumartesilerim yağmurludur benim, cümlesiyle başlayan bir öykünün özlemini içimde duyduğum ilk andan beri; tüm cumartesilerim yağmurludur benim.

Güzle birlikte yaprakları kızaran sarmaşığın dibindeki masanın benim için boş tutulduğuna inanmaya meyilli olduğum, pastanenin kapısındayım. Masam boş.  Sabahki yağmurum ardından hava, açtı açacak izlenimi vermişse de, şimdi indirecek gibi. Geçip oturuyorum yerime. Geçirilecek iki saat için hazırım. Kitabım, defterim, sabahtır ertelediğim düşüncelerim, suskunluğum, yağmura düşkünlüğüm ve çay arzum tastamam yanımda.

Gelişimi fark edip, bir koşu çayımı getirmeye giden garsonu göz ucuyla izlerken tebessüm ettiğimi biliyorum. Tıpkı birazdan gözümün caddenin karşısındaki o eski otele takılıp beni yıllar öncesine götüreceğini bilişim gibi. Düşüncesiyle birlikte görme duyumu da harekete geçiyor. Sıcak bir yaz günü bu eski pastanenin karşı konulmaz huzuruna kendimi, soluklanmak için, atıverdiğim o günü düşünüyorum yine. Cumartesi rutininin küçük bir parçası.  Adamın gerçekten neye benzediğini anımsamak şimdi artık çok zor. Her cumartesi başka bir görünüme büründürüyor zihnim onu.  Otelin önünde kıpırdamadan duruşunun,  bir hikâye gizlemekte olduğunu sezişimle kesilen nefesimi anımsıyorum örneğin. İyi bir hikâyeyi görür görmez tanıyacağıma ilişkin böbürlenişimi de. Adamın dakikalarca otelin önünde kıpırdamadan duruşunu izlediğimi, görmekten aciz olduğum gözlerine çözemediğim aslı yerine, tercih ettiğim hikâyeyi yerleştirişimi bir de.  Çantamdan çıkardığım kitabın boş bulduğum her yerine hızlıca kurgumu aktarışım dünmüş gibi aklımda. Başımı yazdıklarımdan kaldırdığım her seferinde onun gitmiş olabileceği korkusunun ellerimi titretişi de. Son seferinde gitmişti elbette. Ama hikâye ben de kaldı, bir de kendimi buraya gizlediğim şu cumartesilerde.

Önüme konan çayla sıyrılıyorum otelin önündeki adam imgesinden. Kendimi hikâyelerden sakınamadığım yakın zamanın sızısının, yerinden memnun değilmiş gibi bir kıpırdanışla farkındalığı yükseltmeyi amaç edinen şımarıklığına gülsem mi yoksa kızsam mı bilemeden çayıma uzanıyorum. Yazmaktan imtina ettiğim öykülerin boşluğunu doldurur umuduyla yanımda gezdirdiğim kitabı çıkarıyorum çantamdan, bir de her ihtimale karşı defterimi.  İlk öykünün sonuna gelmişken düşmeye başlıyor ilk damlalar masaya. Sarmaşığın setini geçebilmiş damlaları saçlarımın arasına düşüşünde cumartesileri sevdiren bir sevinç gizli. Yağmur bana ulaşamasın diye, masayı az beriye çekme önerisiyle gelen garsonu reddedişimin yumuşaklığına gizliyorum o sevinci.  Yağmurda kalp genişler, diye düşünüyorum. Her bir köşesi yıkanıp arınsın; kötüye meyilli düşünceyi peşinden sürükleyip götürsün için. Belki yenilerine yer açmak asıl niyet, diye araya giriyor içimde fesat bir ses. Aldırmıyorum.

İkinci öyküye başladığımda tazelenen çayımın kokusu, bir an için beni öyküden koparacak gibi oluyor. Çaydan mı, yağmurdan mı yoksa öyküde üzerinde durmamak için hızla okuyup geçtiğim o cümleden mi, bilmiyorum. Yine de belleğime kazınıyor cümle.

“ Birini, onu terk edecek – bunu yaparken ‘hoşça kal’ diyecek – cesareti kendinde bulup çıkarabilecek kadar değerli bulmaktır belki de sevmek…”

Gözümü caddenin karşısına dikip, otelin önündeki adam imgesini çağırıyorum panikle.  Nazlanmıyor adamın hatırası. Beraberinde taşıdığı olası kurgularla beliriyor. Yağmur hızını arttırıyor, işaret etmeme kalmadan önümdeki çay yenileniyor. Açık olanı istemsizce atlayıp yeni bir öyküyü arıyor parmaklarım. İçimdeki oyuk kendini gizlemeyi başarıyor. Öykünün yeni olanına dalıp gidiyorum.
Soluk alış verişim düzene giriyor. Yağmur bundan var işte, diye düşünüyorum. Sanırım cumartesiler de…


Mey


                                Fiddle Oak