22 Haziran 2024 Cumartesi

"PARILTILI BUDALALIK"

 

                                                                                   

                                                                                             “ Ben rastgele bir kederliyim.” E. M. Cioran

 

Her şeyi bıraktım. Her şeyi bir bir bırakırken, boşluk beni yutmasın diye tutunacak başka “her şey” yaratma çabasına girecek gibi olduysam da – bunun naçar kalacağını bildiğimden- tutunmasam da olur, dedim. Uçurum da sana bakacaksa ne gam! Uçurumun kimseye – gözünü dikip şöyle – bakmayacağı içime doğuyordu, bilmezden geldim. Temaşa olasılığı iç gıcıklayıcıydı, olasılığı sezgiye tercih ettim.

 

H A Fİ F L E M E      A R Z U S U

Yerim dardı. Göğsümü sarmalayan kafes küçük, zihnim çer çöple dolu, dilim laf salatası karmaşasıyla tıklım tıkıştı. Çokluktan yokluk, varsayımdan bilgi, söz’den samimiymiş gibi görünen hissiyat üretme yetisi yüzünden ıvır zıvırla doldurmuştum kendimi. Yer aç, dedim. Yer aç, nefes alamıyorum. Eteğimdeki taşları bıraka bıraka yürüyecektim. Yolu yoktu. Uçurum size bakmıyorsa gerçekte, ha kendinizi atmışsınız ha kirli çıkınızı boşaltmışsınız. Fark etmezdi, değil mi?

 

B O Ş A L T M A N I N      T R A J İ K O M E D İ S İ

İlkin söz’ü bırakırım sandımsa da atık, “an”lar oldu. An, söz’den ağırmış meğer. Bir yaprağın savruluşu, o damlanın saça konuşu, rüzgârın tene değişi, sokağa düşmüş ağaç gölgesi, kıyıya vuran suyun mırıltısı, bir cümlenin seni kilitleyişi, uzun süren bilememe halinin aniden çözülüp dağılışı, göğsünde bir sıkışma sonra patlayacak gibi hadsiz o genişleme, soluğunun kesilişi, çığlığın boğazına düğümlenişi, rüyanın uykuya mıhlayışı, bir temasın zihnine çentik atması. Hepsini bir kalemde bıraktım. Hafifledim mi? Eh, biraz. Yine de hala ağır sayılırdım; var’ın yerine yok koyulamayacağını bildiğimden boş’a sarıldım.

 

A N ‘D A N   S O N R A   A Ç I L A N   Y E R

Çift aşamalı temizliği -  önce yağ bazlı, ardından su bazlı – öğrendim. Sonra toner ve esansı. Ardından çeşit çeşit seruma döktüm cüzdanımda ne varsa. Daha ileri gitme, dedim kendime. Ama duracak gibi değildim. Doğal kozmetik yapma kursuna yazıldım. Çevrimiçi derslerde kameramı kapatıp hikâye okudum. Sınavı geçip, sertifika aldım. Eeee, bir şey yap madem, dediler. Avokado çekirdeklerinden yağ yapıp sağa sola dağıttım. Yüzünüze sürün, saç diplerinize de iyi gelir bilgisini ekledim. Yağ meselesi çok da idare etmedi gerçekte. Yerim hala dardı.

 

D A H A    B O Ş’ A   D O Ğ R U

Yer açmak şarttı. Söz’den kurtulurum bu sefer artık diye düşünürken zaman girdi devreye. Zamanı atmak, atıp ondan kurtulmak kolay değildi. Zamandan kurtulmak; önce’den, şimdi’den, sonra’dan kurtulmak bir hayli hırpalayacaktı, belliydi. Ne sonraydı, hangisi önce olmuştu, şimdi neler oluyor derken bir boğuşmadır başladı. Zamanla ilgili her ölçüye sıkı sıkı tutunmayı çare bildim. Çizelgeler, zaman planlamaları yaptım alt dudağımı kemire kemire.

 

 

 

“ S A D E C E   B İ Ç İ M L E R İ N    P A R O D İ S İ N D E   Y A Ş A Y I P    G İ T M E K”

Bir tuhafiyenin önünden geçiyordum. Rengârenk ipler yığılmış kapının önündeki sepetlere, içerisi şenlik yeri gibi. Bir dolu kadın. İpler, düğmeler, boyalar, adlarını bilmediğim bir dolu malzeme. Dürtülüyordum. Acaba, dedim. Acaba mı? Elime almışlığım yoktu örgü şişi, örgü ipi filan. Nasıl yapılır, onu da bilmem. Olur mu, dedim. Olur dedim, girdim içeri. Çok renk var. Attığım, boşalttığım, boşaltmayı arzuladığım her şeye karşılık gelecek bir dolu renk. Tek tek dokundum yün, penye, merserize iplere. İp seçen kadınlara verdim dikkatimi. Bir ikisini gözüme kestirip neye el attılarsa ona uzandım. İplerin kalınlığı, yumuşaklığı, şişlerin numaraları varmış. Elime geçeni attım sepete. Gülüyorum kendime içten içe. Kız ne yapıyorsun, sen ne anlarsın, ne becerebilirsin?

Eve koştum. Döktüm yere ipleri ve diğer malzemeleri. Karşılarına geçip uzun uzun izledim onları ve ellerimi. Söz akıtan eller, bunlarla ne akıtır diye sordum. Ne şiş tutmayı bilirsin, ne ilmek atmayı ne de gerisini getirmeyi.

Yazıp silmeyi bilirdim. Farkı yok, dedim. Örüp sökersin. Penelophe geldi aklıma. Anımsayışın ve unutuşun tülünün kadını. Özendim tabi. Özen, inadı getirdi. İnat hırsı, hırs unutuşu, unutuş parodiyi…

 

N İ Y E T İ   İ Y İ D E N   İ Y İ Y E   B O Z M A K

Sıra söz’e gelmiştir artık umuduyla bakınınca sağa sola, müziğin yittiğini gördüm şaşarak. Zihnimin durmaksızın söylediği şarkılar gitti, şarkıların beni boyadığı renkler soldu. Umursamadım. Şarkısız ve renksiz de olurdu. Boş’a koşuşumu sürdürdüm.

 

Y Ü Z E Y     S A R H O Ş L U Ğ U

“Şeylerin kendisinden değil, şeylere yüklediğin anlamdan” söz eden Stoacı bakışı tersine çevirip eşyaya döndüm yüzümü. Eşyanın kendisine. Düzenli AVM ziyaretleri, markalar, indirim takipleri, kullanıcı yorumları, biter bitmez akıldan silinip giden filmler, parfümler, ayakkabı ve çantalar. Kadınlardan gelecek iltifatları kovalamalar. Neredeyse başarmıştım.

 

P A R I L T I L I    B U D A L A L I K

Ruhsal yönden yoksullaşanlar kendi cennetleri olan o cehenneme sevinçle dalarlar, diye yazmış Adorno Minima Moralia’da. “Parıltılı budalalık”  diyor buna. Yakında okudum. Okurken, “Aaaa, ben buyum” demekten kendimi alamadım. Arka sayfada beni güldüren ifade: Tat Twam Asi: Sen busun!

İtiraf et, dedim sonra. Boş, yüzey diye tutturuyorsun ama hala seni gerçekten söz gülümsetebiliyor. Neden itiraf edecekmişim? Etmedim tabi. Yerim dar.

 

MEY