12 Kasım 2024 Salı

SEVİNÇLİ SIZI

 

Portakalı yedim. Böyle olacağı belliydi. Tüm akşam, meyve kâsesinin içinde tek başına, ama varlığını her an hissettirerek süzülüp durmuştu. Birkaç gündür kimsenin dokunmadığı, oradalığını ve tekliğini fark etmedi, nerdeyse pürüzsüz yüzeyinden yayılan varlığını bir arzu nesnesine dönüştürmediği portakal, o akşam gözüme görünür olmuştu. Tüm akşam boyunca aklımdaydı, mutfağa gidip elimi uzatsam yeterdi. Gerisi bir meyve bıçağına kalacaktı. Ama tek kalmıştı, evdekilerden birinin de isteyebileceği kadar tek. Bütün akşam bekledim, uzanacak biri çıkacak mıydı, iştahla kavrayıp meyve bıçağını çekmeceden çıkarırken “Portakal yer misiniz?” diye seslenecek, aksini umarak “paylaşabilirim” diyecek biri olacak mı diye bekledim. Kimseden ses çıkmadı. Bunu ben de yapabilir, meyve bıçağı için çekmeceye uzanırken seslenebilirdim içeridekilere. Yapmadım. Uykusu gelecekti eninde sonunda her birinin. Akşam uzadı, her zamankinden biraz fazla. Aklımda bitmesi gereken bir dolu işin listesini evirip çevirdim, canımı sıkan bir film izledim, tükenişini ertelemek için az az okuduğum bir romanın sayfalarında oyalandım, çay yerine kahve demlemek akşamı bir an önce defetmek için cılız bir çaba gibiydi. Gün indi mi, çay içilir oysa kahve değil. Kahve aydınlığın yarenliğinde iyi gider. Kabuğun altından ne çıkacağından emin olmadığın tüm şeyler gibi portakal da çekiciliğini gizeminden alıyor. Kabuk, beklentiyi iştahlandırır. İştahı beklentiyle azdırır. İşin içine kurgu da girerse olabilir olan olması gerekene dönüşür. Düş kırıklığının suçunu kabuğa atabilme olanağı güvende hissetme yanılsamasını hazırda tutar. Kabuklu şeyleri sevmeyiz, kabuklu şeyleri tam da bu yüzden severiz.

 

Portakaldan beklentim büyüktü. Sulu ve tatlı diye varsaymıştım. İçimde bir yangın varmış da portakalın suyu çenemden akarken, ateşi ehlileştirmek sonunda mümkün olacakmış gibi geliyordu. Akıllı uslu yersen neden çenenden yapış yapış su insin ki? Kabuğu soymayacaktım, bunu biliyordum. Dik tutup dörde bölecek, az önce çeşmenin altında soğuttuğum kabuğunu kendiliğinden bir kaba dönüştürecektim. Dikey kesilmişi yatay tutacak, posası kalana kadar suyunu içime çekecektim. Sıra posaya geldiğinde dişlerimi takıp bir ucundan diğer uca kadar sıyıracak ve uzun uzun çiğneyecektim. Bunu her bir parça için tekrarlayacaktım. Bu fikrin heyecan verici olmasının, uzun zamandır başka bir şey için böyle bir heyecan duymamış olmayı, şimdilik düşünmemeliydim. Zavallılık anısı istediğim bir zaman için köşede tutmanın sakıncası yoktu.

 

Bekledim. Beklemeyi severim. Beklerken büyüyen şeyler kadar küçülen şeyleri izlemeyi de. Bir şeyler büyür, gözünü dikip bakarsın. Nasıl da uzuyor ve genişliyor. Genişliyor ve uzuyor. Uzayan ve genişleyen şeylerin içinde bir şeyler küçülmeye başlar. Önce fark ettirmez azalış kendini. Genişleyen ve uzayan şeylere odaklanmışken daha az yer kaplamaya başlayanları ayırt etmenin de başladığı bir an gelir. O anda çoğalan ve azalan kendini apaçık sunmuşken sana, işte tam o anda beklemeyi bildiğin için beklemeyi sevmenin zorundalığı nefesini keser. Yeterince beklersen çoğalırken azalırsın.

 

Yarın birinin soracağı tutabilir: “Burada bir portakal vardı, kim yedi?” Bu gece sorulması gereken sorunun yarın sorulmasının soranda da sorulanda da gereksizlik hissinden başka bir getirisi olmayacaktır. Gece gece gözüme takıldı, canım çekti. Paylaşacak kimse de yoktu ortalıkta. Portakalı yedim. O kadar. Konu kapanmıştır. Hiç fena değil. Bu faslı kapatalım.

 

 

El ayak çekilince hemen mutfağın yolunu tutmadım. Uzatmayı severim. Meseleleri, duyguyu, özlemi, tartışmayı, zevke varacak yolu. Birkaç sayfa daha okudum, birbirine girmiş örgü iplerimi düzenledim, yarım bıraktığım işlere bakındım. Birkaç sigara tüttürdüm. Zamanın geldiğini söyleyecek sesi bekledim. Söylemiştim, beklemeyi severim.

 

Akşam boyunca zihnimde dolanan kurgudan bir dirhem taviz vermedim, harekete geçme zamanı gelince. Çeşmenin altında uzun uzun yıkadım ovuşturarak. Meyve bıçağını elimde tarttım. Yaprağından koparıldığı kısmı üste gelecek şekilde tutup haşin bir bıçak darbesiyle başladım işe, haşin deyince bana bir gülme geliyor ama o başka bir hikâye. Önce ikiye, sonra dörde. Yarım ay gibi görünüyor parçalar bir tarafından bakınca. Anneannem “somurmak” derdi. “Portakalı öyle somurma çocuğum, ayıp!”

Sulu ve tatlı. Memnunum. Çenemde yapışkan tatlılık. Buna da memnunum. Az daha yıkamayacağım, kalsın öyle. Dudaklarımda hafif bir sızı, asitten. O sızıyı sevdim, sevdiğin kitaplardan söz eden bir kitap okumak gibiydi. Sevinçli sızı.

 

Portakalı yedim. Böyle olacağı belliydi. Genişleyen ve uzayan şeylerin içinde azalana bakmanın sızlattığı gözlerimi ovuştura ovuştura uyumaya gidebilirdim. Gitmedim, biraz daha sızlasın.

 

Mey




 

22 Haziran 2024 Cumartesi

"PARILTILI BUDALALIK"

 

                                                                                   

                                                                                             “ Ben rastgele bir kederliyim.” E. M. Cioran

 

Her şeyi bıraktım. Her şeyi bir bir bırakırken, boşluk beni yutmasın diye tutunacak başka “her şey” yaratma çabasına girecek gibi olduysam da – bunun naçar kalacağını bildiğimden- tutunmasam da olur, dedim. Uçurum da sana bakacaksa ne gam! Uçurumun kimseye – gözünü dikip şöyle – bakmayacağı içime doğuyordu, bilmezden geldim. Temaşa olasılığı iç gıcıklayıcıydı, olasılığı sezgiye tercih ettim.

 

H A Fİ F L E M E      A R Z U S U

Yerim dardı. Göğsümü sarmalayan kafes küçük, zihnim çer çöple dolu, dilim laf salatası karmaşasıyla tıklım tıkıştı. Çokluktan yokluk, varsayımdan bilgi, söz’den samimiymiş gibi görünen hissiyat üretme yetisi yüzünden ıvır zıvırla doldurmuştum kendimi. Yer aç, dedim. Yer aç, nefes alamıyorum. Eteğimdeki taşları bıraka bıraka yürüyecektim. Yolu yoktu. Uçurum size bakmıyorsa gerçekte, ha kendinizi atmışsınız ha kirli çıkınızı boşaltmışsınız. Fark etmezdi, değil mi?

 

B O Ş A L T M A N I N      T R A J İ K O M E D İ S İ

İlkin söz’ü bırakırım sandımsa da atık, “an”lar oldu. An, söz’den ağırmış meğer. Bir yaprağın savruluşu, o damlanın saça konuşu, rüzgârın tene değişi, sokağa düşmüş ağaç gölgesi, kıyıya vuran suyun mırıltısı, bir cümlenin seni kilitleyişi, uzun süren bilememe halinin aniden çözülüp dağılışı, göğsünde bir sıkışma sonra patlayacak gibi hadsiz o genişleme, soluğunun kesilişi, çığlığın boğazına düğümlenişi, rüyanın uykuya mıhlayışı, bir temasın zihnine çentik atması. Hepsini bir kalemde bıraktım. Hafifledim mi? Eh, biraz. Yine de hala ağır sayılırdım; var’ın yerine yok koyulamayacağını bildiğimden boş’a sarıldım.

 

A N ‘D A N   S O N R A   A Ç I L A N   Y E R

Çift aşamalı temizliği -  önce yağ bazlı, ardından su bazlı – öğrendim. Sonra toner ve esansı. Ardından çeşit çeşit seruma döktüm cüzdanımda ne varsa. Daha ileri gitme, dedim kendime. Ama duracak gibi değildim. Doğal kozmetik yapma kursuna yazıldım. Çevrimiçi derslerde kameramı kapatıp hikâye okudum. Sınavı geçip, sertifika aldım. Eeee, bir şey yap madem, dediler. Avokado çekirdeklerinden yağ yapıp sağa sola dağıttım. Yüzünüze sürün, saç diplerinize de iyi gelir bilgisini ekledim. Yağ meselesi çok da idare etmedi gerçekte. Yerim hala dardı.

 

D A H A    B O Ş’ A   D O Ğ R U

Yer açmak şarttı. Söz’den kurtulurum bu sefer artık diye düşünürken zaman girdi devreye. Zamanı atmak, atıp ondan kurtulmak kolay değildi. Zamandan kurtulmak; önce’den, şimdi’den, sonra’dan kurtulmak bir hayli hırpalayacaktı, belliydi. Ne sonraydı, hangisi önce olmuştu, şimdi neler oluyor derken bir boğuşmadır başladı. Zamanla ilgili her ölçüye sıkı sıkı tutunmayı çare bildim. Çizelgeler, zaman planlamaları yaptım alt dudağımı kemire kemire.

 

 

 

“ S A D E C E   B İ Ç İ M L E R İ N    P A R O D İ S İ N D E   Y A Ş A Y I P    G İ T M E K”

Bir tuhafiyenin önünden geçiyordum. Rengârenk ipler yığılmış kapının önündeki sepetlere, içerisi şenlik yeri gibi. Bir dolu kadın. İpler, düğmeler, boyalar, adlarını bilmediğim bir dolu malzeme. Dürtülüyordum. Acaba, dedim. Acaba mı? Elime almışlığım yoktu örgü şişi, örgü ipi filan. Nasıl yapılır, onu da bilmem. Olur mu, dedim. Olur dedim, girdim içeri. Çok renk var. Attığım, boşalttığım, boşaltmayı arzuladığım her şeye karşılık gelecek bir dolu renk. Tek tek dokundum yün, penye, merserize iplere. İp seçen kadınlara verdim dikkatimi. Bir ikisini gözüme kestirip neye el attılarsa ona uzandım. İplerin kalınlığı, yumuşaklığı, şişlerin numaraları varmış. Elime geçeni attım sepete. Gülüyorum kendime içten içe. Kız ne yapıyorsun, sen ne anlarsın, ne becerebilirsin?

Eve koştum. Döktüm yere ipleri ve diğer malzemeleri. Karşılarına geçip uzun uzun izledim onları ve ellerimi. Söz akıtan eller, bunlarla ne akıtır diye sordum. Ne şiş tutmayı bilirsin, ne ilmek atmayı ne de gerisini getirmeyi.

Yazıp silmeyi bilirdim. Farkı yok, dedim. Örüp sökersin. Penelophe geldi aklıma. Anımsayışın ve unutuşun tülünün kadını. Özendim tabi. Özen, inadı getirdi. İnat hırsı, hırs unutuşu, unutuş parodiyi…

 

N İ Y E T İ   İ Y İ D E N   İ Y İ Y E   B O Z M A K

Sıra söz’e gelmiştir artık umuduyla bakınınca sağa sola, müziğin yittiğini gördüm şaşarak. Zihnimin durmaksızın söylediği şarkılar gitti, şarkıların beni boyadığı renkler soldu. Umursamadım. Şarkısız ve renksiz de olurdu. Boş’a koşuşumu sürdürdüm.

 

Y Ü Z E Y     S A R H O Ş L U Ğ U

“Şeylerin kendisinden değil, şeylere yüklediğin anlamdan” söz eden Stoacı bakışı tersine çevirip eşyaya döndüm yüzümü. Eşyanın kendisine. Düzenli AVM ziyaretleri, markalar, indirim takipleri, kullanıcı yorumları, biter bitmez akıldan silinip giden filmler, parfümler, ayakkabı ve çantalar. Kadınlardan gelecek iltifatları kovalamalar. Neredeyse başarmıştım.

 

P A R I L T I L I    B U D A L A L I K

Ruhsal yönden yoksullaşanlar kendi cennetleri olan o cehenneme sevinçle dalarlar, diye yazmış Adorno Minima Moralia’da. “Parıltılı budalalık”  diyor buna. Yakında okudum. Okurken, “Aaaa, ben buyum” demekten kendimi alamadım. Arka sayfada beni güldüren ifade: Tat Twam Asi: Sen busun!

İtiraf et, dedim sonra. Boş, yüzey diye tutturuyorsun ama hala seni gerçekten söz gülümsetebiliyor. Neden itiraf edecekmişim? Etmedim tabi. Yerim dar.

 

MEY