23 Nisan 2017 Pazar

Rüya Misafiri…

Anlatırken bir yandan da gösteriyordu. Tüm bedeniyle. Bildim bileli böyle biriydi. Söze bedenini şaşmaz bir başarıyla ekleyebilen o nadir insanlardan. Sözün tek başına yeterli olacağına güvenemediğinden mi böyleydi, yoksa dili öğrenirken bedenin vurgusunu da baştan keşfetmişti de ikisini ayrılmaz mı sanıyordu, hiç emin olamadım. Bildiğim, onu yalnızca dinlemezdiniz dinlerken izlemek de zorundaydınız.  Salt jest ve mimiklerden söz etmiyorum.  Söylediğiyle uyum içinde şekillenen,  hangi uzvun hangi sözü taçlandıracağının çalışılmamış kendiliğinden hareketinden dem vuruyorum aslında. Bu doğal yetinin kendisini dinleyendeki yansımasını, özellikle de ilk kez karşılaşıyorsa, izlemek ise başlı başına bir deneyimdi.  İzlemeye de zorlayan bir dinleme, kısa süre sonra dinleyicinin de kıpırdanmasına neden olmaya başlardı. Başlar yana eğilir, kollar hareketlenir, beden eğilip bükülmeye başlardı.  Konuşması melodikti ve nerede vurguyu ne şekilde yapacağını bilen bir ustalık taşıyordu.  Onu, dinlemeyi / izlemeyi, severdiniz. Bir süre sonra sizi yorgun düşürse de, bıktırsa da, sözün ve bedeninin devinimlerinin arasına gizlediği anlamı yakalama çabasından helak da olsanız, hoşunuza giderdi onunla olmak.  

Uzun yıllara dayanan dostluğumuz göz önüne alındığında duruma çoktan alışmış olduğum düşünülebilirse de, alıştığım yoktu. Her karşı karşıya gelişimizde, sohbetin ona düşen kısmını hayranlıkla izleyen olma durumum değişmiyordu. Sık görüşmememize karşın, birbirimizi hayatın kendine özgü hay huyu içinde yitirmemeye özen gösteriyorduk. Birkaç ayda bir, bir araya geliyor; anlatıyor, dinliyorduk. Ben izliyordum bir de elbette.  Geçende aradı. Özlediğinden dem vurdu. Oturalım mı? Oturalım. Sözleştik. Sesindeki burukluğa telefonu kapattıktan sonra ayabildim.  Nesi var acaba, düşüncesini uzatmanın âlemi yoktu, onu görene kadar bekleyecektim nasılsa sorunun cevabını alabilmek için. Sözleştiğimiz gün buluşamadık, bir mecburiyet çıkmıştı. Ona mı yoksa bana mıydı, şimdi hatırımdan çıkmış. Derken bir iki ay daha geçti aradan, sözleştiğimizi de telefon konuşmasının sonrasında meraklandıran sesindeki burukluğu da unutmuştum iş güç derken. O ara hayat biraz karışmış olmalıydı. Yaşamak süregelen ve gitmeyen bir karışıklığın içinden çıkmaya çabalamakla ilgili bir şeyse de, sözünü ettiğim süreç giden zamanı aratır nitelikte olmalıydı. Ara sıra aklıma düştüyse de elim varmadı telefona, aramadım. Ondan da ses seda çıkmadı. Sonra karşılaştık.

Yorgun görünüyordu. Şurada bir yerde oturalım, dedi.  Yorgun değil de bıkkın, diye düşündüğümü hatırlıyorum oturabileceğimiz sakin bir yer ararken.  Yürürken yan gözle onu süzüyordum, her zamankinden sessiz, dünyaya bakışı parıltısız, omuzlarında görünmeyen bir yük taşıyormuşçasına çökkün görünüyordu. Meraklandım tabii. Neyin var, diye sormak için oturmayı bekleyecek kadar sabırlı değildim. Konuşuruz, dedi. Aklında bir yer varmış gibi etrafına bakınmadan yürüyordu. Sonra sokağı tanıdım, gittiğimiz yeri bildim. Orası duruyor mu hala, diye sordum. Başıyla onayladı.  Eskiden sık gittiğimiz bir kahvehaneydi, ara sokakta olduğu için genelde tenha olurdu ve çayı da idare ederdi. Kahveye ulaşana kadar konuşmadık.  O önden girdi, cam kenarındaki masalardan birine yöneldi. Çay ocağının önünde duran garsona seslenerek çay isterken parmaklarıyla sayısını gösteriyordu. Sandalyeleri çekip oturduk. Cebinden sigarasıyla çakmağını çıkardı. Kaçamak bir bakış attı benden yana ve sigarasını ateşledi. Ardından paketi bana doğru itti. Parmaklarının hafifçe titremekte olduğunu o sıra fark ettim. Sigarayı bırakıp yüzüne baktım. Sana ne oluyor?

Çaylar gelince anlatmaya başladı. Uyuyamıyorum diyen sesine gözlerini ovuşturan parmakları eşlik etti. Uyusam da hep aynı rüya. Bakışları karardı bunu derken. Enikonu merak sarmıştı beni, sorarsam hızını keseceğimi bildiğimden kendimi tuttum.  Uykuya dalar dalmaz onu görüyorum, dedi. Kimi? Beyaz Mantolu Adam. Kim kim? Eliyle üzerinden düşen pantolonu bir kemerle, yok kemer değil ip galiba, iple bağlama hareketi yaptı. Hareketi görür görmez o ilk cümle geliverdi gözlerimin önüne: "Kalabalık bir topluluk içindeydi. Başarısızdı. Parası yoktu. Dileniyordu."  Sen, ne? Nasıl Yani? Hani bizim… Zihnime doluşan ve aynı anda hepsini birden sormaya çalıştığım tüm soruları evetlercesine başını sallıyordu o sıra. Beni bırakmıyor, dedi. Elleriyle yakasına sıkıca yapışmıştı. Konuşamayacak kadar şaşırmış olmalıyım ki, açık ağzımdan ses, herhangi bir ses çıkarmayı başaramıyordum. Az önce yok saydığım sigaraya kendiliğinden uzandı ellerim. Üst üste çektiğim nefeslerin ardından sorabildim: O olduğundan emin misin? Bunu sorma bile, jesti geldi karşılık olarak. Düşünmeye, daha çok anımsamaya çalışmak için zihinsel bir çaba vermeye başladım. Beyaz Mantolu Adam!  Yüksek sesle diye uyardı beni çabamın farkına vardığında, ince parmaklı elleri havada daireler çizerek yükseliyordu aynı anda. Bir an ellerine dalıp gidecek gibi olduysam da, kendimi topladım. Cümleler kendiliğinden dökülmeye başladı ağzımdan:  Sessiz bir anlatıcıdır Beyaz Mantolu Adam. Bu sessiz anlatıcı, beyaz bir kadın mantosunu sırtına geçirip, kıçından düşen pantolonunu bir sicimle bağlayıp, ayaklarını sürüye sürüye bir insanlık durumunu hiç konuşmadan "bakın la bakın",  hatta "anlayın la anlayın" diye haykırır adeta. Bu edilgen anlatıcının inatçılığının belli belirsiz sezildiği tek an, beyaz mantoyu edinmekteki ısrarıdır, ha bir de beyaz mantosunun eteklerini kaldırarak, "nasılsa fazla ileriye gidemez" denilen yerde ileri gitmesidir. Fazlaca ileri gitmesidir. O ileri giderken senin de için geri geri çekilir hayat karşında. Ben konuşurken o da bedeniyle eşlik ediyordu adeta. Ona bakarken düşüncelerimin dağılıp gitmesinden endişe ettiğimden hızla sürdürdüm aklıma doluşanı söze dökmeyi. Onu anlamaya başladığında, içini içine der top edip yine içine sokuverir. Burada susmalıydım. Sustum.  Öyküyü yalnızca bir kez okudum ben, dediğini duyduğumda omuzlarımı silktim. Bir kez yeterliydi bana kalırsa. Ama neden onun rüyası, diye düşündüm anlamsız bir imrenme duygusuyla. Ne düşündüğümü anlamış gibi, hiç bilmiyorum dedi.  Sende bir şeyler fazla ileriye gitmeye meylediyor olmasın, deyiverdim. O esnada kahvehaneye doğru yürümekteyken onda dikkatimi çeken hali düşünmekteydim:  Her zamankinden sessiz, dünyaya bakışı parıltısız, omuzlarında görünmeyen bir yük taşıyormuşçasına çökkün… Biraz daha dikkatle baktım haline. Kilo kaybetmiş görünüyordu, yüzünde görmeye alışık olduğum canlılık silikleşmiş, handiyse parıltısını kaybetmişti.  İster istemez aklıma düştü: " Geniş bir meydanda otobüsten indi. Küçük bir boyacı, sandığını koydu yanına. "tozunu alalım mı abi?" dedi. Ayağını özenle koydu sandığın üstüne; sargıların arasındaki kirler, beyaz bir fırçayla özenilerek temizlendi. Sonra, güvercinler için mısır aldı; kollarını iki yana açarak serpti kuşlara. Parkın girişindeki duvarın üstünde oturan kasketli bir genç, yanındakine, "put gibi olmuş, şuna bak," dedi. "Çarmıh," diye düzeltti öteki. Güldüler."

Aklımı yitiriyor gibiyim, dedi ve yana eğdiği başından uzaklaştırdığı elinin melodik hareketiyle kendisinden uzaklaşan aklını pek güzel tarif etti. Gülecek gibiydim. Gülme, diye uyardım kendimi.  Dünyaya diyeceğini bedeniyle diyen bir adamın, yine bedeniyle isyan eden bir adamı rüyalarına konuk etmesi o kadar şaşırtıcı gelmemeye başlamıştı. İçimdeki haseti bastırmayı başarmış olmalıydım. Uzunca konuştuk, rüyalarının anlamının ne olabileceğinden bahsedip, bir uzmana görünmenin akla yakın olup olmadığını tartıştık. Sonunda akıl edip sorabildim: Ne yapıyor, ne oluyor peki rüyanda? Bir an söyleyip söylememe arasında ikircikli kaldığını ancak ben anlayabilirdim. Nasılsa söyleyecekti, bekledim. Beyaz mantosunu, dedi. Omuzlarına bir ağırlık yüklenmiş gibi söyledi bunu. Beyaz mantosunu zorla omuzlarıma bırakmaya çalışıyor. Anlayışla başımı sallayıp, Elizabeth Bennet’in de benim rüyalarımı sık sık doldurduğunu ona şimdilik söylememeye karar verdim. İnsan, nasılsa, alışıyordu. O da alışacaktı. Çayların parasını ödeyip çıktık. Vedalaşırken put gibiydi. Arkamı dönüp uzaklaşırken içimden “ çarmıh” diye düzelttim.


Mey