26 Kasım 2015 Perşembe

Bir Neden’den Ölü…

Mevsimin kimseye eyvallah’ı yoktu. Benim niye olsun? Esti miydi, yaprak – dal – çiçek bırakmaz; doğaya verdiği renklerin güzelliğinin gözünün yaşına bakmazdı. Ben niye bakayım? Öfke doluyduk,  mevsim de ben de.  İnsandan arınıklık özlemimize dönüşmeye yüz tutmuş, göze kalabalık görünen her şeyi silip götürmeye ahdetmiş, yolumuza çıkacak herhangi bir engeli yok sayacak kadar aldırışsızlaşmıştık. Mevsim de ben de.

Sağda solda kötü günlerden geçiyoruz, gelecek de iç aydınlatıcı değil, diyenlerin çoğalmaya başladığı bir zamandı. Sokakları dolduran insanları kaplamış umutsuzluk havası elle tutulur hale gelmiş; kötümser kehanette bulunmadan konuşabilmenin geride kaldığı sohbetler evleri, iş yerlerini, mahalle kahvelerini hatta orada kahve içmenin prestije dönüştüğü kafeleri doldurmaya başlamıştı. Bunlarla işim olmazdı. Mevsimin de. Kendini döven denizin karaya vurmuş çer çöpü gibiydik. Ben daha çok kendi yağında kavrulan huzursuzluktum, şimdi düşününce. Gerçekten baktığım, bakabildiğim tek şey mevsimdi. Onun içten içe kaynayan, belki de usulca hazırlık yapan öfkesini görüyor, bir benzerini içinde taşımaktan bunun ne denli yorucu olduğunun bilinciyle becerebildiğim kadar hak veriyordum günden güne sertleşmesine. Hayata öykünen ticari girişimlerin işgalinde neye tutunsun insan? Dil'ine mi yoksa zihnine mi yoksa, yoksa kalbine mi diye soruyordum sık sık. Aslında hiçbirine güvenim kalmamıştı. Ne dil’ime, ne zihnime. Özellikle de kalbime.  Varlığımı öfkeme yaslamış, gözümü mevsime dikmiş, herhangi bir şeye dokunmadan ve herhangi bir şeyin bana dokunmasına tahammül etmeyeceğimi ayan ederek ayaklarımı kendi yolumda sürüyordum. Durumdan şikâyetçi değildim,  durumdan şikâyetçi olabilmeyi mümkün kılacak kadar üzerinde duruyor da değildim.

Sonra orada burada, tek yapabildiği söz’le sevişmek olan kadınları hedef alan bir katilin varlığına ilişkin tedirgin söylentileri işittim. Ölmüş, doğrusu öldürülmüş olduğumu o an anladım. Beni çevreleyen öfkenin;  katilimi, nasıl öldürüldüğümü ve de cinayet silahını bir türlü hatırlamıyor olmamdan kaynaklandığı ise kavrayabildiğim ikinci şeydi. Şaşırmasa mıydım? Epeyce şaşırdım ilkin. İki de bir başparmağımı bileğime götürüp, oralarda atan bir şeyin olup olmadığını kontrol ediyordum. Kiminde, küçük bir kıpırtı hisseder gibi oluyorsam da bunun benim bir ölüye dönüşmüşlüğü kabule yanaşmayan zihnimin yanılgısı olup olmadığından emin olamıyordum. Şaşkınlığın geçeceği yoktu ya, enikonu azalınca asıl meseleyi kurcalamaya başlayacaktım. Kim? Neden? Nasıl? Öfkem de katlanıverdi elbette. Mevsimin de. Ağaçlarda tek bir yaprak kalmadı; üzerinde yürünen yolları kaplayan bir halıya dönüştü sararmış, kahverengiye çalmaya başlamış ya da önce kızarıp sonra parlak bir bordoya dönmüşlükleri. Mevsim soğudukça, artık ölü olduğunun çoktan farkına varmış bedenim de soğumaya başladı. Üşüyüşlerimin arasında beni öldürmüş olanın büyük bir başarıyla belleğimi de allak bullak etmiş olduğunu fark ediyor, handiyse becerisine hayranlık duyuyordum. Onu bulmaya karar verişimde etkili olanın öfke, mi yoksa içten içe duyduğum hayranlık mı olduğuna emin olamadan harekete geçtim. Öncesinde uzak durduğum kalabalıklara sokulmakla, herkesin konuştuğu bu katille ilgili duyabileceğim her bilgi kırıntısının peşine düşmekle başladım işe. Her kafadan başka bir ses çıkıyordu, verilerin karmaşası başımı döndürüyor, doğru izin peşinde olup olmadığımı sorgulamak zorunda bırakıyordu. Toparlayabildiğim veriler kafamın içini çıfıt çarşısına döndürmüştü. Kadınlar. Söz’le sevişen kadınlar. Silahı söz. Tek bir sözcük. Yok yok, onlarca sözcük.  Çokmuş geride bıraktığı cesetler. Sayısını bilen yokmuş. Kimilerinin öldürüldüğünün farkında olmadığı sanılıyormuş ( ilk kesin veri, kendimden biliyordum ). İz bırakmıyor, peşine düşülmesini mümkün kılacak bir başlangıç noktası olmamasını ustalıkla mümkün kılıyormuş.

Katilinin kim olduğunu hatırlayamayan, ben gibi, bir dolu başka kadını düşünüyor, onlardan birini tanıyabilirim umuduyla gördüğüm her yüze dikkatle bakıyordum. Ancak sonuç elde etmek mümkün olmuyordu. Bu sonuçsuzluk ilk çıkış noktamı bulmamı sağladı nihayetinde. Kıyıcılığının, kurbanının bir kurban olduğunu anlayamamasından çok başkalarının da anlayabilmesini olanaksızlaştırmasından geldiğini fark ettim.  Katile katilden gitmezsiniz, kurbandan gidersiniz. Bunu anımsamam iyi olmuştu. Ancak elimde kendimden başka kurban da yoktu. Kendime bakacaktım, kendime bakabildiğim kadar bakacak, nasıl birinin bana bu denli nüfuz edebilmesine izin vereceğimi sorgulayacaktım. İçimden bir ses, kendine bakarken mevsime bakmayı ihmal etme; savruluşu mümkün kılan esintiye dön zihnini diyordu ısrarla. Ama her şeyin bir zamanı vardı. Önce bana, sonra savruluşa, ardından mevsime bakacaktım. Bakacaktım ama boş boş bakmaktan öte gidemiyordum. Belleğimdeki karmaşa, bakışlarımı sabitlememe izin vermiyor; bulanık, anıya dahi benzemeyen görüntülerin çakıp sönmesiyle görüşü imkânsız kılıyordu. Benden iş çıkmayacaktı. Savruluşa bakardım o zaman.  Öldürüldüğüme göre, söz’le sevişen biriydim ve savruluşu mümkün kılacak bir söz’ün peşi sıra sürüklenmeye meyilli olmalıydım. Hangi söz, ne söz’ü?

Zaman geçiyor, ben soğumayı sürdürüyordum. Anımsayamadım bir söz’ün vurduğu yerden ölmüştüm ve katilimi tanımıyordum.  Son çare mevsime bakmaya başladım, bakabildiğim kadar baktım. Ta ki, gözünü mevsime dikmiş bir benzerime rastlayana dek.
-          Söz?
-          Bende yok.
-           Kim?
-          Bir bilsem.
-          Neden?
-          Bir neden’den.

Saatler, günler, aylarca tekrar eden, soranın ve cevaplayanın sürekli olarak yer değiştirdiği bu diyalog kalbimiz gibi ruhlarımızı da çürütmeye başlayana dek sürdü. Birbirimizden tiksinmeye ramak kala uzaklaştık bize kendimizi anımsatan diğerinin varlığından.
Derken hatırladım. Adamı. Söz’ü. Silahını.
Hatırladım ve küçümsedim.
Küçümsedim ve unuttum.
Öfkem dindi.
Neden’i hala bilmiyorum. 



Mey