4 Nisan 2015 Cumartesi

Başlangıcın Başlangıcı ve Sonun Sonu…

İnsan kendi kendisiyle konuşmaya nasıl başlar? Günler var, aklımdan çıkmıyor bu soru. İnsan kendi kendisiyle konuşmaya neden başlar veya ne zaman başlar değil, nasıl başlar? Başlangıcın başlangıcı yoktur, diyen filozofu imdada çağırsam da, bu anlamsız sorunun zihnimdeki işgalini sona erdiremiyorum. İşgal çünkü olmadık bir anda; misal, kedinin tuvaletini temizler veya keyifli bir sohbete daldığım arkadaşımın çayını tazeler ya da metro kartına para yüklemek için girdiğim sıranın ilerlemesini beklerken aniden bastıran, doğrusu, kendini dayatan sorudan bunalmışlığım, cevaba dair bir umutsuzluktan çok cevaptan hoşlanmayacağım sezisinden kaynaklanıyor. Bunu biliyorum.

Kendine sorular sorup, cevap arama çabası değil sözünü ettiğim; bunu hep ve herkes yapar değil mi, düşünmenin yöntemi olduğundan. Bu noktada öznelliğe vurgu yapacak ya da nesnelliğin imkânından dem vuracak değilim. Gereksiz olurdu. Tıpkı, ne zaman ve neden diye sormanın gereksizliği gibi. Aşikâr olanla zaman yitirecek durumda değilim, şiddetli bir ihtiyacın nasıl giderilebileceği sorununu aşmadan rahata kavuşamayacağım ortada.

Ayna fikri saçma, başım da hoş değil üstelik onlarla. Kendimle konuşabilme ihtiyacının şiddetine karşın, monolog olduğu ayan bir söz grubunun diyalog olduğuna ikna olabilecek denli aklım başımdan da gitmiş değil. Öyleyse? Çaresiz durumda olduğumu söylüyorum kendime ama bu söylem arzunun ehlileşmesi yönünde işe yarayacak gibi durmuyor. Çocuk avutur gibi oyalıyorum zihnimi kitaplar, şarkılar, yağmurlar ve üzerinde saatler geçirdiğim yollarla. Kimi karşıma alıp, konuşma ihtiyacının zihnimde yaktığı aleve küle çevirebilirim diye düşünüyorum uzun uzun.  Birkaç bardak çay, bir iki kadeh içki, çokça sigara arasında uygun  – içimdeki arzuyu doyurarak sakinleştirecek – sözcükleri arayıp bulamayışın aptallaştırdığı suratımda, sersem bir sırıtışla kalakalıyorum tüm girişimlerimde. Demek istediğimi tam olarak anlatamadığım için, “ insan kendi kendisiyle konuşmaya nasıl başlar?” diye sorduğum dostların verdiği ve hiçbir zaman sorunun tam karşılığı olmayan cevapları didikleyip duruyorum geceler boyu.

Kendime söyleyebileceğim bunca önemli ne olabilir, sorusunun cevabını bilmeyişim elimi kolumu bağlayan başka sıkılmışlığa dönüşüyor günlerin hay huyu içinde. Suçu kâh dışımdaki dünyanın çirkinliğiyle beni bir tür cinnete sürükleyeceğinden korkuma atıyorum, kâh umarsız durumlara karşı geliştirdiğim cılız savunmanın her an yıkılabileceği endişesine. İftira ettiğimi bile bile yapıyorum bunu üstelik. Utançla dikiyorum gözlerimi kedinin gözlerine ve türünün, bizde olmayan, güçlü duyum kapasitesiyle, içimde neler olup bittiğini işitip bana da anlatabileceği bir yolun varlığının düşünü kuruyorum. Gülüyorum tabii sonra buna. Zevzekliğimle eğlenip, günlük işleri yapabilecek gücü sonuna dek kullanıyor ve sonra yine kitaplar, şarkılar, yağmurlar ve üzerinde saatlerce yürünecek yollardan imdat umuyorum.

Kendime yüksek sesle bir cümle kurma denememin hemen ardından gelen gülme tepkisi, bu işi becerebilmenin benim için olanaksız olduğunu yüzüme vuruyor. Yazmanın, yani kendime anlatmak istediğim her neyse, bunları kâğıt üstünde bir diyaloga dönüştürmenin çare olabileceği fikrinin naçarlığı daha ilk cümlelerde belirginleşiyor. Yine gülüyorum. Bir yerlerde bir başka kendimin varlığı ve arzunun asıl nesnesinin o kendim olabileceği ihtimali gibi fikirler zihnimde uçuşmaya başlayınca, korkuyorum. Kendimden, arzumdan,  varlığı bir ihtimal olan diğer kendimden. Ve vazgeçmiyorum sormaktan:
İnsan kendi kendiyle konuşmaya nasıl başlar?
Filozof haklıysa, başlangıcın başlangıcı yoktur, sonun da sonu.
Saçmalama, dediğimi fark ediyorum bir sabah kahvaltı sonrası. İnsan kendi kendisiyle konuşmaya böyle başlayamaz!
Sesime cevap veren sesimin ne denli yüksek çıktığını şaşkınlıkla fark ediyorum o sıra. Ardından geçen saatleri saymak aklıma gelmiyor…



Mey



                                                        Hakan Kamışoğlu