12 Kasım 2024 Salı

SEVİNÇLİ SIZI

 

Portakalı yedim. Böyle olacağı belliydi. Tüm akşam, meyve kâsesinin içinde tek başına, ama varlığını her an hissettirerek süzülüp durmuştu. Birkaç gündür kimsenin dokunmadığı, oradalığını ve tekliğini fark etmedi, nerdeyse pürüzsüz yüzeyinden yayılan varlığını bir arzu nesnesine dönüştürmediği portakal, o akşam gözüme görünür olmuştu. Tüm akşam boyunca aklımdaydı, mutfağa gidip elimi uzatsam yeterdi. Gerisi bir meyve bıçağına kalacaktı. Ama tek kalmıştı, evdekilerden birinin de isteyebileceği kadar tek. Bütün akşam bekledim, uzanacak biri çıkacak mıydı, iştahla kavrayıp meyve bıçağını çekmeceden çıkarırken “Portakal yer misiniz?” diye seslenecek, aksini umarak “paylaşabilirim” diyecek biri olacak mı diye bekledim. Kimseden ses çıkmadı. Bunu ben de yapabilir, meyve bıçağı için çekmeceye uzanırken seslenebilirdim içeridekilere. Yapmadım. Uykusu gelecekti eninde sonunda her birinin. Akşam uzadı, her zamankinden biraz fazla. Aklımda bitmesi gereken bir dolu işin listesini evirip çevirdim, canımı sıkan bir film izledim, tükenişini ertelemek için az az okuduğum bir romanın sayfalarında oyalandım, çay yerine kahve demlemek akşamı bir an önce defetmek için cılız bir çaba gibiydi. Gün indi mi, çay içilir oysa kahve değil. Kahve aydınlığın yarenliğinde iyi gider. Kabuğun altından ne çıkacağından emin olmadığın tüm şeyler gibi portakal da çekiciliğini gizeminden alıyor. Kabuk, beklentiyi iştahlandırır. İştahı beklentiyle azdırır. İşin içine kurgu da girerse olabilir olan olması gerekene dönüşür. Düş kırıklığının suçunu kabuğa atabilme olanağı güvende hissetme yanılsamasını hazırda tutar. Kabuklu şeyleri sevmeyiz, kabuklu şeyleri tam da bu yüzden severiz.

 

Portakaldan beklentim büyüktü. Sulu ve tatlı diye varsaymıştım. İçimde bir yangın varmış da portakalın suyu çenemden akarken, ateşi ehlileştirmek sonunda mümkün olacakmış gibi geliyordu. Akıllı uslu yersen neden çenenden yapış yapış su insin ki? Kabuğu soymayacaktım, bunu biliyordum. Dik tutup dörde bölecek, az önce çeşmenin altında soğuttuğum kabuğunu kendiliğinden bir kaba dönüştürecektim. Dikey kesilmişi yatay tutacak, posası kalana kadar suyunu içime çekecektim. Sıra posaya geldiğinde dişlerimi takıp bir ucundan diğer uca kadar sıyıracak ve uzun uzun çiğneyecektim. Bunu her bir parça için tekrarlayacaktım. Bu fikrin heyecan verici olmasının, uzun zamandır başka bir şey için böyle bir heyecan duymamış olmayı, şimdilik düşünmemeliydim. Zavallılık anısı istediğim bir zaman için köşede tutmanın sakıncası yoktu.

 

Bekledim. Beklemeyi severim. Beklerken büyüyen şeyler kadar küçülen şeyleri izlemeyi de. Bir şeyler büyür, gözünü dikip bakarsın. Nasıl da uzuyor ve genişliyor. Genişliyor ve uzuyor. Uzayan ve genişleyen şeylerin içinde bir şeyler küçülmeye başlar. Önce fark ettirmez azalış kendini. Genişleyen ve uzayan şeylere odaklanmışken daha az yer kaplamaya başlayanları ayırt etmenin de başladığı bir an gelir. O anda çoğalan ve azalan kendini apaçık sunmuşken sana, işte tam o anda beklemeyi bildiğin için beklemeyi sevmenin zorundalığı nefesini keser. Yeterince beklersen çoğalırken azalırsın.

 

Yarın birinin soracağı tutabilir: “Burada bir portakal vardı, kim yedi?” Bu gece sorulması gereken sorunun yarın sorulmasının soranda da sorulanda da gereksizlik hissinden başka bir getirisi olmayacaktır. Gece gece gözüme takıldı, canım çekti. Paylaşacak kimse de yoktu ortalıkta. Portakalı yedim. O kadar. Konu kapanmıştır. Hiç fena değil. Bu faslı kapatalım.

 

 

El ayak çekilince hemen mutfağın yolunu tutmadım. Uzatmayı severim. Meseleleri, duyguyu, özlemi, tartışmayı, zevke varacak yolu. Birkaç sayfa daha okudum, birbirine girmiş örgü iplerimi düzenledim, yarım bıraktığım işlere bakındım. Birkaç sigara tüttürdüm. Zamanın geldiğini söyleyecek sesi bekledim. Söylemiştim, beklemeyi severim.

 

Akşam boyunca zihnimde dolanan kurgudan bir dirhem taviz vermedim, harekete geçme zamanı gelince. Çeşmenin altında uzun uzun yıkadım ovuşturarak. Meyve bıçağını elimde tarttım. Yaprağından koparıldığı kısmı üste gelecek şekilde tutup haşin bir bıçak darbesiyle başladım işe, haşin deyince bana bir gülme geliyor ama o başka bir hikâye. Önce ikiye, sonra dörde. Yarım ay gibi görünüyor parçalar bir tarafından bakınca. Anneannem “somurmak” derdi. “Portakalı öyle somurma çocuğum, ayıp!”

Sulu ve tatlı. Memnunum. Çenemde yapışkan tatlılık. Buna da memnunum. Az daha yıkamayacağım, kalsın öyle. Dudaklarımda hafif bir sızı, asitten. O sızıyı sevdim, sevdiğin kitaplardan söz eden bir kitap okumak gibiydi. Sevinçli sızı.

 

Portakalı yedim. Böyle olacağı belliydi. Genişleyen ve uzayan şeylerin içinde azalana bakmanın sızlattığı gözlerimi ovuştura ovuştura uyumaya gidebilirdim. Gitmedim, biraz daha sızlasın.

 

Mey




 

22 Haziran 2024 Cumartesi

"PARILTILI BUDALALIK"

 

                                                                                   

                                                                                             “ Ben rastgele bir kederliyim.” E. M. Cioran

 

Her şeyi bıraktım. Her şeyi bir bir bırakırken, boşluk beni yutmasın diye tutunacak başka “her şey” yaratma çabasına girecek gibi olduysam da – bunun naçar kalacağını bildiğimden- tutunmasam da olur, dedim. Uçurum da sana bakacaksa ne gam! Uçurumun kimseye – gözünü dikip şöyle – bakmayacağı içime doğuyordu, bilmezden geldim. Temaşa olasılığı iç gıcıklayıcıydı, olasılığı sezgiye tercih ettim.

 

H A Fİ F L E M E      A R Z U S U

Yerim dardı. Göğsümü sarmalayan kafes küçük, zihnim çer çöple dolu, dilim laf salatası karmaşasıyla tıklım tıkıştı. Çokluktan yokluk, varsayımdan bilgi, söz’den samimiymiş gibi görünen hissiyat üretme yetisi yüzünden ıvır zıvırla doldurmuştum kendimi. Yer aç, dedim. Yer aç, nefes alamıyorum. Eteğimdeki taşları bıraka bıraka yürüyecektim. Yolu yoktu. Uçurum size bakmıyorsa gerçekte, ha kendinizi atmışsınız ha kirli çıkınızı boşaltmışsınız. Fark etmezdi, değil mi?

 

B O Ş A L T M A N I N      T R A J İ K O M E D İ S İ

İlkin söz’ü bırakırım sandımsa da atık, “an”lar oldu. An, söz’den ağırmış meğer. Bir yaprağın savruluşu, o damlanın saça konuşu, rüzgârın tene değişi, sokağa düşmüş ağaç gölgesi, kıyıya vuran suyun mırıltısı, bir cümlenin seni kilitleyişi, uzun süren bilememe halinin aniden çözülüp dağılışı, göğsünde bir sıkışma sonra patlayacak gibi hadsiz o genişleme, soluğunun kesilişi, çığlığın boğazına düğümlenişi, rüyanın uykuya mıhlayışı, bir temasın zihnine çentik atması. Hepsini bir kalemde bıraktım. Hafifledim mi? Eh, biraz. Yine de hala ağır sayılırdım; var’ın yerine yok koyulamayacağını bildiğimden boş’a sarıldım.

 

A N ‘D A N   S O N R A   A Ç I L A N   Y E R

Çift aşamalı temizliği -  önce yağ bazlı, ardından su bazlı – öğrendim. Sonra toner ve esansı. Ardından çeşit çeşit seruma döktüm cüzdanımda ne varsa. Daha ileri gitme, dedim kendime. Ama duracak gibi değildim. Doğal kozmetik yapma kursuna yazıldım. Çevrimiçi derslerde kameramı kapatıp hikâye okudum. Sınavı geçip, sertifika aldım. Eeee, bir şey yap madem, dediler. Avokado çekirdeklerinden yağ yapıp sağa sola dağıttım. Yüzünüze sürün, saç diplerinize de iyi gelir bilgisini ekledim. Yağ meselesi çok da idare etmedi gerçekte. Yerim hala dardı.

 

D A H A    B O Ş’ A   D O Ğ R U

Yer açmak şarttı. Söz’den kurtulurum bu sefer artık diye düşünürken zaman girdi devreye. Zamanı atmak, atıp ondan kurtulmak kolay değildi. Zamandan kurtulmak; önce’den, şimdi’den, sonra’dan kurtulmak bir hayli hırpalayacaktı, belliydi. Ne sonraydı, hangisi önce olmuştu, şimdi neler oluyor derken bir boğuşmadır başladı. Zamanla ilgili her ölçüye sıkı sıkı tutunmayı çare bildim. Çizelgeler, zaman planlamaları yaptım alt dudağımı kemire kemire.

 

 

 

“ S A D E C E   B İ Ç İ M L E R İ N    P A R O D İ S İ N D E   Y A Ş A Y I P    G İ T M E K”

Bir tuhafiyenin önünden geçiyordum. Rengârenk ipler yığılmış kapının önündeki sepetlere, içerisi şenlik yeri gibi. Bir dolu kadın. İpler, düğmeler, boyalar, adlarını bilmediğim bir dolu malzeme. Dürtülüyordum. Acaba, dedim. Acaba mı? Elime almışlığım yoktu örgü şişi, örgü ipi filan. Nasıl yapılır, onu da bilmem. Olur mu, dedim. Olur dedim, girdim içeri. Çok renk var. Attığım, boşalttığım, boşaltmayı arzuladığım her şeye karşılık gelecek bir dolu renk. Tek tek dokundum yün, penye, merserize iplere. İp seçen kadınlara verdim dikkatimi. Bir ikisini gözüme kestirip neye el attılarsa ona uzandım. İplerin kalınlığı, yumuşaklığı, şişlerin numaraları varmış. Elime geçeni attım sepete. Gülüyorum kendime içten içe. Kız ne yapıyorsun, sen ne anlarsın, ne becerebilirsin?

Eve koştum. Döktüm yere ipleri ve diğer malzemeleri. Karşılarına geçip uzun uzun izledim onları ve ellerimi. Söz akıtan eller, bunlarla ne akıtır diye sordum. Ne şiş tutmayı bilirsin, ne ilmek atmayı ne de gerisini getirmeyi.

Yazıp silmeyi bilirdim. Farkı yok, dedim. Örüp sökersin. Penelophe geldi aklıma. Anımsayışın ve unutuşun tülünün kadını. Özendim tabi. Özen, inadı getirdi. İnat hırsı, hırs unutuşu, unutuş parodiyi…

 

N İ Y E T İ   İ Y İ D E N   İ Y İ Y E   B O Z M A K

Sıra söz’e gelmiştir artık umuduyla bakınınca sağa sola, müziğin yittiğini gördüm şaşarak. Zihnimin durmaksızın söylediği şarkılar gitti, şarkıların beni boyadığı renkler soldu. Umursamadım. Şarkısız ve renksiz de olurdu. Boş’a koşuşumu sürdürdüm.

 

Y Ü Z E Y     S A R H O Ş L U Ğ U

“Şeylerin kendisinden değil, şeylere yüklediğin anlamdan” söz eden Stoacı bakışı tersine çevirip eşyaya döndüm yüzümü. Eşyanın kendisine. Düzenli AVM ziyaretleri, markalar, indirim takipleri, kullanıcı yorumları, biter bitmez akıldan silinip giden filmler, parfümler, ayakkabı ve çantalar. Kadınlardan gelecek iltifatları kovalamalar. Neredeyse başarmıştım.

 

P A R I L T I L I    B U D A L A L I K

Ruhsal yönden yoksullaşanlar kendi cennetleri olan o cehenneme sevinçle dalarlar, diye yazmış Adorno Minima Moralia’da. “Parıltılı budalalık”  diyor buna. Yakında okudum. Okurken, “Aaaa, ben buyum” demekten kendimi alamadım. Arka sayfada beni güldüren ifade: Tat Twam Asi: Sen busun!

İtiraf et, dedim sonra. Boş, yüzey diye tutturuyorsun ama hala seni gerçekten söz gülümsetebiliyor. Neden itiraf edecekmişim? Etmedim tabi. Yerim dar.

 

MEY

 



17 Nisan 2023 Pazartesi

İKİNCİ CÜMLE

Hangisiyle başlayacağıma, üçünün de ilk cümlesini okuduktan sonra karar verecektim. Yaşadığım kararsızlığa çözümüm buydu. Dakikalardır üçünü evirip çeviriyordum. İsimleri cezbediciydi, birinin de yazarı bildikti. On saat süren yolculuğun ardından aylardır kapalı olan evi açmanın yorucu çabasıyla o ana kadar hiç oturmamıştım. Evi ilk açışımdı. Yıllardır ya annem ya da kız kardeşimin işi olmuştu bu; temizlik, düzen, yerleşme çoktan bitmiş olurdu geldiğimde. İlk kez bu mevsimde buradayım. Nisan ortası. Bitkiler yeşermiş, yeşermekle de kalmamış çiçeklenmiş, çiçeklenmekle de kalmamış kokarmış. Her yerden baş döndürücü kokular geliyor. Limon çiçekleri ayrı kokuyor, ıhlamurlar ayrı. Melisa ve yaseminler desen sarsıcı bir koku yayıyorlar. Buna sevinmeye çok vaktim olmadı başlangıçta çünkü evin içine girmek gerekiyordu. Veranda mobilyaları salonun içinde üst üste. Onca yolun ardından elzem olanları dışarı çıkarıp, yine elzem olan yerleri temizlemek vakit aldı. Çay demlendi. Kokudan söz ettik durup durup. Kitapları çıkardım sonra. Üçünü de. Yorgunluğum gözlerimde sızıldanıyor. Yine de üç beş sayfa da olsa okuyacağım. Kararsızlığım bedenimin bahanesi bence. “İlk cümle” böyle aklıma geliyor. Hangi ilk cümle koku alma duyumumun sarhoşluğunu ezip geçerse onunla başlayacağım. Birini elime alıyorum. İlk cümlesi bir Paul Eluard dizesi. Başlangıç alıntısı yapmış. Bu sayılmaz. Diğeri, doğrudan bir mektup girişi. Geç kalma durumu üzerine. Tam zamanında tam olmam gereken yerdeyim ben. Üçüncü, yazarı tanıdık olan, tanımanın verdiği sıcaklıkla avantajlı gibi. İlk cümle de ilk cümle ama. İkinciye geçmesen olmaz türünden. Denizin kokusunu alamadığımı fark ediyorum o anda. Yakınına gitmek gerek. Gün ışısın deniz, diyorum kendime. Şimdi gece ve ikinci cümle zamanı. 

Zor geçen ayların ardından buradayım. Benden çok daha zor şeyler yaşayanlar oldu bu süreçte. Onları düşününce kendi yaşadıklarıma zor demek, utandırıyor. Evini, şehrini kaybeden Gönül mesela. Hala ışıl ışıl gözleri. Üniversite yıllarında çok yakındık. Sonra okul bitti, uzaktık. Yıllar sonra, yazdığım ders kitaplarından biri eline geçince yayınevi aracılığıyla bulmuştu beni. Telefonlar, buluşmalar, gidip gelmeler başladı. Gönül, çok güzel “canım” der. Yaşadığı onca acı ve yıkıma rağmen hala “canım” derken çok güzel. İlk ona sormuştum Yasin’i birkaç yıl önce. Sonra bölümden arkadaşlar bir buluşmada usulca yanaşıp her birine sordum: “Yasin’i hatırlıyor musun?” Gönül de diğerleri de Yasin’i hayal meyal hatırlıyor ama hiçbiri onu tanımıyor. Vardı öyle biri, değil mi diyorlar. Bir ara hep senin etrafındaydı. Ses etmiyorum. Vardı tabi.

Geçende Gönül ve Mehtap’la otururken, Mehtap’a sordum bu kez. Bir yıl önce de sormuştun, dedi. Ne yapacaksın bu Yasin’i. Ona bir şey demem lazım. Yasin’e o çok önemli şeyi söyleyemezsem, sonradan çok önemli olduğunu anladığım o şeyin ciğerime batışına dayanamayabilirim. Aradın mı peki onu, diye soruyor Mehtap. Çok mantıklı bir soru elbette. Hiç aramadım sadece onu tanımamış insanlara soruyorum: Yasin’i gördün mü? Neler yapıyor biliyor musun?

İlk cümleyi okuduktan sonra ikincisi için kendimi tutuyor oluşumun Yasin’le bir ilgisi olduğuna eminim. İlk harfi görmemle soluğumu tutmam bir oldu. Gönül bilmeden biliyor gibiydi. Mehtap’ın bana bakışındaki merakı görür görmez, “Yasin’e bir şey yaptı bu” dedi beni göstererek. Reddetmediğim gibi kabul de etmedim.

Eluard alıntısı, girizgâh için fena olmayabilir. Limon çiçeği kokusu kadar keskin. Geçmişte alınmış bir yaranın içine parmağını daldırır gibi cüretkâr. Yasin’i aramayıp sormayı sürdürmeme benziyor. Belleğimde bir delik açtım ve parmağım hep orada.

Sakladığım bir görüntü var: Atatürk Bulvarı’nda yürüyoruz. Gülüştüğümüzü ben kuruyorum muhtemelen. Bu öyküyü okusaydı caz dinelemeye gidişlerimizi, caza düşkünlüğümüzü de Yasin anımsardı. Bu şarkı çalıyorken kıkırdayamazsın, demiş miydim ona diye düşünür ama emin olamazdı.

Gönül’e anlatsam beni paylar. Okul günlerinde de sık sık yapardı. “Canım” derken, deyişinin güzelliğinden habersiz “kendine gel, canım” derdi. Kendimden epeyce uzak olduğumdan o günlerde Yasin’den söz etmemiştim ona, paylanmayı çok fazla hak ettiğimi de biliyordum. Derken bizi görmüştü ders çıkışı. Ne oluyor der gibi bakmıştı, oralı olmamıştım. Yasin çok güzeldi, ben ise düşüncesiz bir deliydim. İkinci cümleyi okumaya direnmekten daha acımasız olan onu yazmış olmak, diye düşünerek kendimi kurtarabilirdim belki. Gözüm hala ilk cümlede. İkincisinin ilk sözcüğü ödümü koparıyor. Melisa koku salıyor o esnada bir imdat gibi. Saate bakıyorum, gece ilerlemiş. Gönül’ü arasam diye kuruyorum. Gönül, desem ikinci cümleyi okuyamam. Gönül’ün uykulu sesi “ ne oluyor canım bu saatte” diye kınasa beni. Aldırmasam. İkinci cümle, desem. Gönül, “ canım geç oldu, git yat” derdi. Uysallaşsam. Sözünü dinlesem. Yatağa giderken beni sarsan yasemin kokusuna söylerdim: İkinci cümle adımla başlıyor.

 

Melek Ekim Yıldız

 




16 Aralık 2022 Cuma

Yön Bilgisi

tek bir cümle.

acıttı,

tohumladı, 

filizlendi.

doğu'sundaydım.

birkaç uzun saat

ılıttı.

Mey




21 Kasım 2022 Pazartesi

ŞEY GİBİ

Uyumuş uyanmışsın da her şey bitmiş,

fenası; o şeyler, yani bitenler bitişe yanaşırken

bir şey başlamamış gibi.

Uykunda bir şey her şey olmuş,

uyanıklığında bir şey hiç olmuş gibi.

Varlık - şey. 

Hiç - gibi.  



Mey




28 Ekim 2022 Cuma

UNUTTUĞUNU UNUTANIN HİKÂYESİ

 

Gözünü deliğe dayayıp gelenin kim olduğunu gördüğünde aklından peş peşe üç düşünce geçti: beni eve kadar takip etmiş. Verdiğini geri istiyor. Gözlerindeki hüznü büyütmüş. Geriye çekilip ne yapacağını düşündü. Kapıyı açacak mıydı yoksa evde olmadığını düşünmesini sağlayacak bir cevapsızlığa gömülüp,  geldiği gibi gitmesini mi umacaktı? Böyle olacağını daha onu ilk gördüğü anda biliyordu. Bildiğinin sıkıntısı kapladı içini. Çoğu geri isterdi ya, bunun isteyeceği, verdiği anda pişmanlıkla kıvranmaya başlayacağı en başından belliydi.  Hiç almamalıydım, diye geçirdi aklından ve elini kapı koluna doğru uzattı.

 

Buluşmaya on beş dakika gecikmişti. Beklerken saatine bakıp iki dakika daha, demişti ve sonra giderim.  Bakışlarını saatinden ayırır ayırmaz karşısında buluvermişti onu. O olmalı diye düşünmüştü geleni dikkatle süzerken. Nefes nefese, saçları rüzgârdan dağılmış; gözlerinde de hüzün var. Hepsinin olurdu. Hemen hepsi gözlerinde gizleyemedikleri büyük bir hüznü güçlükle taşıyarak ona gelirler ve acınası bir boşluk içeren bakışlara sahip olmuş olarak veda ederlerdi.  Karşısındakinin ağzından dökülen, özre benzeyen ama tam da özür olmayan sözlere dikkat etmemişti bu sırada. Sıkışmış trafik, gelmeyen otobüsler, yapmak üzere olduğuna ilişkin duyulan şüphe… Hepsinin benzer bahaneler kullandığını düşünüyordu ki, bu seferkinin sizi bir süre uzaktan izlemek istedim, dediğini duymuştu. Bu yeniydi. Yenilikle birlikte gelenin, eylemeye geldiğine hazır olmadığının farkındalığı da belirginleşmişti.  Eliyle az ilerideki kahvehaneyi işaret etmişti, vermeye hazır olmadığını ona nasıl anlatacağını düşünüyordu bir yandan da. Boş bir masa bulup oturuncaya dek her ikisi de konuşmamıştı. Bu iyi diye düşünmüştü. Genellikle çok konuşurlardı. Kaybetmeye can attıklarına dair söylenecek son sözler biriktirmiş olur ve birikimi akıtacak mecrayı bir an önce doldurma telaşıyla mütemadiyen anlatırlardı. Oturup karşısındakinin sessizliğine bakmıştı uzunca. Sessizlik izlenmeye alışkın bir edayla boynuna asılı gibiydi; içi sıkılmıştı bu izlenime. İzlendiğimi fark etmedim, demişti bundan hoşlanmadığını gizlemek istercesine gülümseyerek. Beriki yaptığında bir kötülük olduğunu düşünmüyor olmalıydı ki açıklama yapma gereği duymadan omuz silkmişti. Hemen yapabilir miyiz diye sormuştu ardından. Hemen yapabilir miyiz? Hemen yapamayız, diye atılmıştı. Yapamayız çünkü bunu gerçekten istediğinden emin olmalıyım. İkna edilmen mi gerekiyor, sorusunu hiç beklemediğini sonradan itiraf edecekti kendisine. İtiraz etmek istemişse de yalın gerçek buydu. Başını sallamıştı, evet ikna edilmem gerekiyor manasına geleceğini umarak. Sen bir anı alıcısısın ve bende de verilecek anılar var, daha ne, diye sormuştu beriki. Soru cümlelerinden ibaret bir kadın diye düşünmüştü alıcı içinden. Dönüşsüz bir durum olduğunu iyice anladığından emin olmak isterim açıklamasını sabırla yapmıştı. Çay mı içsek, diyerek sözünü kesişine sinirlenmişti sonra. Az ilerideki garsona iki çay diye seslenmiş ve kadına dönmüştü. Ondan yeni bir soru gelmeden aceleyle, bana bir neden vermelisin, demişti. Sende olanı almamı istenir kılacak bir nedene ihtiyacım var. Önüne bırakılan çaya şeker atıp karıştırmakta olan kadın, gözlerini bardaktan ayırmadan çayımı şekersiz içerim, diye karşılamıştı kendisini. Ardından çay kaşığını bardaktan çıkarıp arkasına yaslanmış ve gözlerini alıcıya dikmişti. Alacak mısın, sorusu gelmeden almaya karar verdiğini biliyordu kadın. Kendisi de almaması gerektiğini. Düştüğü kuyuya sevdalı bir hüznü taşımanın zor olup olmayacağını düşünmemişti bile.

 

Aktarım acılı olmuştu. Kadın şekerli çayı yüzünü buruşturarak içmiş, kendisine uzatılan eli tutmuş ve söyleneni ikiletmeden yaparak, gözlerini alıcısının gözlerine kenetlemişti.  Alıcı kendisini kaplayan ağırlıktan boğulacak gibi olmuştu;  bedeni durmak istediyse de durmamıştı. Yaptığını yapma konusundaki deneyimiyle bir aktarımdan daha sağ çıkmayı başaracağını biliyordu. Sonrasında sandalyesinde bir süre sessiz oturmuş ve sonunda bakışlarını kadından yana çevirip, gözlerindeki boşluğa bakmak istemişti. Kadın onu görmüyordu. Zihni silinmiş belleğindeki boşluğa şaşırırken, etrafının farkında değil gibiydi. Bu normal diye düşünmüştü alıcı yerinden doğrulurken, hep böyle olurlar. Çayların parasını ödeyip oradan uzaklaşırken kadına son bir kez bakmış ve boş bakışlarının arkasında parıldayan küçük, çok küçük bir acı taneciği gördüğünü sanmıştı. Yanlış gördüğüne ikna olması uzun sürmemiş, hızla oradan uzaklaşmıştı.

 

Şimdi, bu olan bitenden bir hafta sonra kadın kapısındaydı. Kapı kolunda tuttuğu eline bakıyor, tekrar etmeyen kapı ziline karşın kadının beklemekte olduğunu biliyordu. Alnını kapıya yasladı. Bekledi. Açmaması gerektiğini biliyordu, ilk başarısızlığıyla yüz yüze gelmemesi gerektiğini. Git buradan, diye fısıldadı. Kadın onu duyamazdı, bunu biliyordu. Art arda tekrar etti. Git, git, git… Bu sırada kapının ardında bekleyen kadının konuştuğunu, mırıldanır gibi bir şeyler söylediğini duydu. Kulak kabarttı duyduğu sesleri anlamlı kılmak için. Sebebini bilmediği bir acının içini kemirdiğinden söz ediyor gibiydi. Kahveden kaçarcasına uzaklaşırken, kadının gözlerinde gördüğünü sandığı parçanın bir sanı olmadığı anlaşılır hale geliyordu duyduklarıyla. Bağlamını kaybetmiş sızı, acı verici anılardan daha keskince yakıyor olmalıydı canını. Yine de kapıyı açamazdı. Açamazsın, dedi kendine. Açmayacaktı. Bu esnada kadının tekrar konuşmaya başladığını işitti. Dikkat kesildi. Açabilir miydi? Geri veremeyeceği bir şeyi talep ettiğini ona anlatabilir miydi mesela? Karasızlık içinde bekledi uzunca. Nihayetinde, duyduğunu duymamış olmayı dileyerek kapı kolunu çevirdi. Kapının önündeki kimsesizliğe şaşkınlıkla bakarken, kadından duyduğu son cümleleri düşündü.

 

Neyi unuttuğumu söyle, diyordu kadın. Hiç değilse bunu söyle. En azından neyi unuttuğumu…

 

 

 Mey  

                                                    Adriana Caruso



19 Mayıs 2022 Perşembe

HİKÂYESİZLERE HİKÂYE

 


                                                        Bir ihtiyar taşçı kayayı yontmaktadır.

                                                                                                    Nietzsche

İnsanlar hikâyeleri olsun isterler, bir hikâyeye sahip olmanın boşunalık duygusuna birebir olduğunu içten içe sezerler çünkü. Yatma vakti geldi yatağa uzandın, delik deşik uyudun, uyandın, bir önceki ile neredeyse birebir aynı yolu izleyecek başka bir güne daha başlayacaksın. Düşünmeyeceksin – düşünsen zor çünkü günü sürdürmek – eyleyecek, dişe dokunur bir şey söylemesen de dillenecek, işitecek, devinecek, günlük endişelerin peşine düşecek ve o yatağa geri döneceksin. Gördün mü? Boş! Hikâye arzusu burada devreye girer. Kısa, uzun, benzersiz, sıradan gibi görünse de aslında derin, kabuklaşmış bir yaranın altına gömülmüş, sizi sokakta yanınızdan geçen anlamını yitirmiş yüzlerden farklı kılan, yaşanmışlıklarım var diyebilmenizi olanaklı hale getiren, yüzünüze yalnızca sizin görebildiğiniz ince bir çizgi eklemiş, küçük – büyük fark etmez ama iyi bir hikâye.

Arayıştan önce fark ediş gelir. Tek tük gözüne çarpmaya başlar hikâyeler. Kimini seversin kiminde için burkulur, olmaz olsun böylesi dediklerini görebilmen uzun bir süre gerektirir. Onda var, bende yok! Şunda da var, e benim neden yok! Fark ediş, elinden bırakamadığın saçma bir oyun gibi daha fazlasını fark etme çabasını getirir beraberinde. Bölümü – level atlama da diyorlar buna - geçme! Daha iyisi, daha uzunu, dur bakalım daha kısa ama soluk kesici olan da var. Türlüsü, rengi, kokusu, bıraktığı izi ile benliğinde kazıntı hissini başlatmıştır bile. Ama bende yok! Açlık hissinin yarattığı etkiye benzer. Sıralama aynı:    

                                       

İhtiyaç – dürtü – güdü – davranış – doyum ( ? )

 

Son basamak öyle kolay gelmez. Doyum olmazsa süreç başa döner. Sonsuz bir bengidönüş açlığı azdırır.  Biliyorum. Öğrendim çünkü. Şimdi benim söylemine bilimsel kavramlar ekleyerek satışı garantilemeyi amaçlayan bir satıcı olduğumu düşünmeye başladınız. Haksız sayılmazsınız ama çok da haklı değilsiniz.  

 

Haddinden fazla hikâyem vardı. Ki bu beni hikâyesiz birine denk kılıyordu. Elbette bu denkliği fark etmem çok uzun sürdü. Zihin değil Çıfıt çarşısı. Ne yana düşünsem başka bir hikâyeye çarpıyordu zihnim. Sonrası kilitleniş. Yaşamayı dışarıda bırakan bir kilitlenişten söz ediyorum burada, ciddiye alın! Gereksiz çokluk ve yokluk aynı şeymiş demek. Yoksullar içinde tuhaf bir varsıllık ki beni diğerlerinin arasından çekip farkında olmadığım bir verme arzusunun peşine düşürüyordu. Onda yok, şunda yok, bunda da yok. Bende çok. Hikâyesizleri görmemle hikâyesizlerin de beni görmelerini beklerdim ama ruhları bile duymamıştı. Şurada, eli kolu, cepleri, dilleri, zihni hikâye taşan biri var demediler, kendi boşunalıklarına yansalar da yanmasalar da fark etmediler. Bu körlük başlangıçta canımı çok sıksa, şaşırmama, hayret etmeme neden olsa da, dedim ya hayatımın cömert olma aşamasındaydım ve paylaşmaya çoktan hazırdım. Sonuçta hikâyeleri yazıp sağa sola saçmaya başladım ki ihtiyacı olan bulsun ya da hikâyeler gereksinimi olana yapışsın. Çok ilginç! Bulunan veya bulan olmadı. Çaresiz hissettim tabi, anlamaya çalışmak çok olanın daha da çoğalmasından başka bir sonuç vermedi. Sorun insanlarda değil de hikâyelerde miydi, telaşına düşmem olay örgüsünün gereğiydi. Bu çok zor, çoğun umut kırıcı, şüphenin rahatsız edici sularında yüzmeyi gerektiren çaba yıllarımı aldı desem yanlış olmaz. Her birine tek tek bakmak, bu gerçekten bir hikâye mi sorusunu kaçınılmaz biçimde sormak; nelik, kaynak, sınır, ölçü sorunlarıyla boğuşmak derken işin içinden çıkamayacağımı düşünecek gibiydim. Düşünmedim ama. Hikâyesizlerin bir hikâyeyi tanıma ve kendisine sunulduğunda alma konusunda yetersiz ve beceriksiz olduklarını iddia etmek gibi kolaycı bir yol da seçmedim. İnsan doğasına gitmeyi akıl etmem kardeşimin tamamen bu bağlamın dışında kurduğu bir cümlenin sonucunda akıl edebildiğim bir şey oldu. “ Veriyorsun almıyorlar, illa elini ceplerine atacaksın o zaman kıymete biniyor verdiğin” demişti tümüyle sorunumla ilgisi olmayan sıradan bir konudan söz ederken. O an aydım ama kabullenmek zor oldu. Hikâyeler nesne miydi ki? Nesneydi, değildi derken epey bir zaman daha geçti. Çare, hikâyelerimden birinden geldi: Özneye dönmek. Özneden çıkar oysa hikâye değil mi, çıkışı varış yapmak, demek ki deva. Parlak bir fikir gibi görünen bu klişe, kendi sorunlarını da beraberinde getirdi elbette. Aksi olsa şaşardım! Kendisi çıkış yapılacak özne ile varılacak öznenin aynı özne olması şart mıydı, örneğin? Birinden çıkıp diğerine varmaya kalksam genel bir “insanlık durumu” yaratmış mı olacaktım yani? Varmaya değer özne hangisidir, gibi sorulmaması gereken sorular da varmış meğer. Bir yerde “ Ah!” diyecektim, bu kaçınılmazdı. Ah! Oysa “ an” demeli insan. Çıkmak ve varmak söz konusu olduğunda ise “an”ın ne denli uzun bir süreyi içine alabileceğinin öğrenimi için yaşım geçkince gibi geliyordu bana. Ah ve an ikileminde, çıkmak ve varmak arasında bellemek ve unutmak duruyordu. Her ikisinde de iyi değildim, hikâyelerimi bilenler bilir. Berbattım. Bellerken de bellediğimi unutmaya çabalarken de. Bundandır ki an ve ah’ın birbirine girdiği o umutsuz yaşamalarda “ biri olsa” diyordum – ki umut arayışıydı – “ birisi olsa ve şuradan bir hikâyeyi şartsız pazarlıksız kendinin kılsa”. Bir birisi bile yok muydu, diye soracak olan olursa yok’la hiç’in özdeş olmadığını söyleyecek dermanım yoktu. Kimseyi kandıramayınca kendini kandırıyor insan.

Hikâye iyilik midir? Bir hikâye ile iyilik özdeş olabilir mi? Denize atılmış iyilikler gibi, ardı sıra ne olduğunu, ne olacağını, kime varacağını dert etmeksizin bırakılabilir mi hikâyesizlerin geçeceği yol üzerlerine?

 Düşünmeden evetlediğim ve sonrasında da evetlemekte tereddüt etmeyeceğim sorular sormaktan vazgeçerek tasarruf edeceğime inandığımdan neyim var neyim yok döktüm denizlere. Kıyıya vuranlar, dibe çökenler, bir düşün orta yerine yapışanlar, balıklara yem olanlar, balıkların midesinden insan sofralarına meze duranlar. Hepsi benden, hepsi bende.

Geçerken duraklayıp bakacak gibi olanlar için hazırda söz: “ nasıl bir şey bakmıştınız?”

 

Mey