O kadar
birbirimize benziyorduk ki seninle, bir araya gelirsek ölürüz diye korktuk.
Aşk, tedirgin bıçağıyla gezinip durdu hep yanı başımızda. Sanki dokunsak
birbirimize, kıyıya inip uzaklaşan gemilere baksak, eski şarkılar geçip
gidecekti içimizden. Saçlarının kokusunda bulacaktım daha önce hiç
rastlamadığım harfleri. O kadar yakındım ki sana, bir ses duysam deprem oluyor
sanırdım. Elime değse elin, etime takılan bir olta. Seninle yolda yan yana
yürürken bile, ardımızdan geldiğini duyardım günün, o ürkek, endişeli
adımlarıyla. Bir ben değildim işte senden ayrı duramayan. Peşinden gelirdi
bütün her şey. Gölgesi denize düşen ağaçlar, karşılıklı oturduğumuz salaş
balıkçı lokantaları, bir geminin haykıran sirenleri, duvarlarından ruhlarını
sızdıran ahşap evler, arnavut kaldırımlı sokaklar, uykusuz kalmış bir çocuğun
düşleri, fırtınadan sonra ortaya dökülen sessizlik, dağdan inip şehirde
kaybolan yaralı hayvanlar... Bütün her şeyi peşinden sürüklemekte o kadar
mahirdin ki, sanki bir mıknatıs taşıyormuşsun gibi vücudunda, senin gövdene
yapışırdı adını anmaktan çekindiğimiz her şey... Biliyor musun, senden sonra
seninle gittiğimiz yerlere uğradım ara sıra. İçecek bir şey bulamadığımız
kafelerde, dirseğinin masada bıraktığı oyuğu aradım. Şurasından mı tutmuştun
sandalyeyi? şu çatalı mı almıştın eline? dudakların şu bir kenarda duran
bardağa mı değmişti? adım izlerini aradım yollarda, camlarda bakışını. Gözlerin
ışıldayarak anlattığın filmlerin içine girmeye çalıştım. Hani bir masada, son
yazdığım şiirleri göstermiştim ya sana, o masanın üzerine dağılmış sayfalara
bölündü kalbim. Birbirimize bu kadar benzerken, birbirimizden nasıl bu kadar
uzakta durduğumuza hayret ettim hep. Emindim oysa, gözlerini açıp da ilk
gördüğün anda aşık olmuştun sen dünyaya. Yanından sessizce geçip gittiğini
sandığın rüzgar, sen farkında olmadan tenine deyip, bir şeyler alıp götürmüştü
senden, kimsenin bilmediği uzak iklimlere. O zaman mı göç etmeyi bırakmıştı
bütün kuşlar? bir hayvanın kan kokan rüyası, o zaman mı arınmıştı bütün
kederlerinden? hem o kadar güzeldin ki sen, inanmıştım artık ölmeyeceğime...
Şimdi önümden geçip giden otobüslere bakıyorum durmadan, belki içlerinde seni
görürüm diye. Sahi, eğer bir gün gelecek olursan, sana inmen gereken yeri
söylemiştim değil mi? tersane kokusundan anlarsın zaten. Pas rengi martılardan,
çeliğin gürültüsünden, boyası dökülmüş işçi baretlerinden, birbirinden ayrı
durarak denize ulaşmaya çalışan tren raylarından, doklardan gelen çekiç
seslerinden anlarsın... İki gün. Senden sadece iki gün haber alamasam, üçüncü
gün sabah uyandığımda, üzerime bir dağ devrilmiş gibi oluyor. Boğazımda kocaman
bir yumru, ellerim yara bere içinde. Yaralanmış bir hayvan gibi saldırıyor o
zaman gün. Sanki sonsuz bir akşamın içinde, boş yere dönüp duran bir çark gibi
dönüp duruyorum. Seni tanımadan önce yaşıyor muydum ben gerçekten? o zamanlar
farkında mıydım en küçük nesnelerin bile ne büyük anlamlar gizlediğinin?
ağaçlar bu kadar güzel görünüyor muydu hayat yanımdan umursamazca akıp
giderken? oysa seninle hayatı tuttum ben, yanımda taşıdım onu, sımsıkı tutup
elinden, kalbimin mağarasını gösterdim ona. Sen gelince suya indi geyikler,
çamların gölgesi suya düştü ve terli atlar geçti içimden. Seni tanıdığım gün,
adımı unuttum ben... Demiştim ya sana, 'sırdaşın değil, sırrın olmak isterdim'
diye. Sırlara karıştım uzun zamandır. Hayatın, içine girdiğimizde dışımızda
kalan olduğunu anladım. Tezgah arkasında gizlice bira içilen küçük köy
bakkallarını özler gibi özledim seni. İhtiyarların, köy kahvesinin çekmeceli
dama masasında oyun oynarken, onların ısmarladıkları gazozun içine leblebi
atmayı özlediğim kadar özledim. Soğuk kış gecelerinde, yere, odun sobasının
yanına serdiğim yatağa uzanıp, dışarıda yağan karın sesini dinlemeyi özlediğim
kadar özledim. Kaç gün oldu sesini duymayalı? kaç yıl, kaç ömür, kaç asır?
beton bloklar girdi sanki araya. Araya yıkılmış kentler, yarıda kalmış filmler,
daha yazılmamış şiirler, kederiyle dünyayı azdıran şarkılar, bir piyanonun
kırık tuşları, cama düşen yağmur damlaları girdi. Senden uzakta kaldığım her
saniye, küçük bir çocuk, yavaş yavaş çıkıp gitti içimden, geride hep yanında
taşıdığı uykusunu bırakarak. Bir mucize olsa şimdi, sesini duysam telefonun
öbür ucunda, rüzgarın peşine takılıp uçuruma giden kuşlar geri dönseler.
Yosunlar sarsa yalnızlıktan çatlamış taşların gövdesini. Bir mucize olsa da,
çocukluğundan beri ceplerinde sakladığın çakılları bana versen. Ve ben görünmez
saraylar yapsam denizin dibinde... O kadar yakındık ki birbirimize, birbirimize
sürtünürsek farkında olmadan, büyük bir yangın çıkar diye korktuk. Yalnızca kül
olurduk oysa ve rüzgarın savurmasını beklerdik bizi. Aşk bu kadar
yakınımızdayken, biz birbirine uzak iki bozkırın ortasında birer ahlat olmayı
seçtik. Söylemek istediğim o kadar çok şey vardı ki sana. Daha henüz çekilmemiş
filmleri anlatacaktım, yazılmamış masalları uyduracaktım, parmaklarımla
avucunun içine çizecektim kenarları kırpılmış yıldızları. Bir suyun nasıl
sessizce aktığını izleyecektik birlikte. Denizin kayalardan kopardığı parçalara
bakacaktık. Kıyıdan midye çıkaran çocuklara, yanık mazot kokusunu ortalığa
salan teknelere, dalgaların kumsala bıraktığı kurumuş ağaç kabuklarına, sigara
yanıklarıyla dolu masa örtülerine, sokak köpekleriniz gözlerinde ışıldayan
yalnızlığa bakacaktık. Kalbine üfleyecektim yanlış bir çağın elinden
kurtardığımız anlamı. Dünya saçlarını boynumuza dolayıp, bizi de sürükleyecekti
söylenmekten yorulmuş şarkılar ülkesine... Ama şimdi sessizliğe gömülme vakti.
Şimdi kuyuyu kendi ellerimle örme vakti. Gözlerim otobüslerin camında, ellerimi
içime soktum. Henüz daha istasyonu bile olmayan bir kasaba nasıl beklerse
trenin gelmesini, ben de işte öyle bekliyorum çıkıp geleceğin günü...
Gökhan Arslan