Mehmet Efendi
Kurukahvecisi’nin önünden geçti. Dışarı, caddeye yayılan nefis kahve kokusuna
sürtündü bir an. Ama kahveden ziyade açlığı daha ağır basıyordu. Otelden
alacağını aldığı vakit şöyle güzel bir yemek ısmarlayacaktı kendisine. Beş altı
dakikalık yürüme mesafesinden sonra otelin önune geldi. Etrafını şöyle bir
dolaştı. Dış duvarlarını elini güneşe siper ederek süzdü. “Temiz iş
çıkarmışım,” dedi kendi kendine. “Birde parayı alsaydık. Altı ay oldu,
başlangıçtaki biraz kaporayla,bekleyip duruyoruz onca zamandır.”
Cesaretini
toplayıp otelden içeri girdi. Resepsiyona yanaştı. Müdür beyi görmek istediğini
söyledi. Resepsiyonist birkaç saniyelik bir bakışla karşısındakini baştan aşağı
süzerek, “Şu an yerinde değil?” diye kestirip attı. Adam otelin dış sıva
işlerini yaptığını ve altı aydır gelip gitmesine karşın, parasını alamadığını
söyledi. Resepsiyonist elindeki fişleri bilgisayara giriyordu. Kendisine soru
soranla hiç oralı olmadı.
O da, otel
müşterilerinin tv izlediği koltuklardan birine yanaştı oturup beklemek için.
Resepsiyonist telaşla ayağa kalktı, bankoyu dolaştı ve adamın koluna girerek
kulağına fısıldadı. “Rica etsem dışarıda bekler misiniz? Burası otel
müşterilerinin bekleme salonu da…” diyerek devam edecekti ki, adam elinin içini
diğerinin yüz hizasına kadar kaldırarak, ‘anladım, açıklamanın bu kadarı
yeterli’ manasında susmasını istedi.
Otelin önüne
çıktı. Başını hafifçe eğerek yine baktı otele. Aynı anda bakışları otelden yana
kayarak karşı cafede oturan genç kızın gözlerinde durdu. Kız kendinden yana
bakıyordu. Masa altına sarkan kırmızı eteği neredeyse yere değecek gibiydi.
Üstelik sigara içerken içinde bulunduğu rahatlık ve özgüven halini, bacak bacak
üstüne atmışlığıyla ve üstteki bacağını dizlerinden kırarak sallamasıyla belli
ediyordu. Öyle ki, kızı tanıyor olsaydı, daha önce bir yerlerde karşılaşıp,
husumetli bir durum yaşadıklarını hatırlıyor olsaydı, kızın bu rahatlığını,
kendisine bir meydan okuma olarak algılayabilirdi. Ama yoktu öyle bir geçmiş ya
da karşılaşmışlık. Eğilip ayakkabılarına baktı. Uçları sıva dökümüyle
beyazlaşmış, kırçıllaşmıştı. Ayağını kaldırarak ayakkabısını diğer ayağının
pantolon arkasına sürterek temizlemeye çalıştı. Kıza baktığında yerinde
olmadığını gördü. Kız yoktu yok olmasına ya, garip bir şekilde ayakta durmuş
sanki kızın az önce gittiği tarafı bakışlarının ve bedeninin duruş biçimiyle
teyit eden biri
vardı. Yanından yöresinden hatta içinden kalabalık akıp geçiyordu, bir o yana
bir bu yana. Adam hayalet gibiydi. Kızı takip eden bir hayalet… Öyle ki, kızın oturduğu
binanın karşısında boş arsada top oynayan çocukların arasına karışır, onlarla
oynaşır, bakışlarını, balkonda kahvaltısını yapmış, çayını yudumlayıp gazetesini
okuyan kızdan ayırmazdı… Böylesi bir durumu hayal etmek hiç de zor olmasa
gerek.
Şehirleri
oldum olası sevmezdi. Kalabalıktan hoşlanmazdı. Elinden geldiğince yılda birkaç
ay köye kaçar, doğayla içice olurdu. Bostan eker, domates biçerdi. Şehirler garip
yerlerdi. Yaşayanlar da öyle. Herkesin bir hayaleti vardı onu takıp eden . Herkeste hayaletler
peşine düşerdi. Siyah bir gecede alazlanmış hayaleti insanlar görür,
telaşlanırlardı. Peki günbegün uluorta alazlı değil de insan suretindeki
hayaletleri görmek de neyin nesi ? Gidip eli yüzü yıkamalı. Konur Sokak’ta
Engürü Kahvesi’ne oturup çay söylemeli, yanında simit yemeli… Sokağa saptı,
yolun solunu gözleriyle taradı ama aradığı kahveyi bulamadı. Yerine uyduruk
kıytırık şeyler satan küçük standların bulunduğu bazaar tarzı bir şey yapmışlar. Üzüldü, elinde simitlerle Yüksel
Caddesi’ne yöneldi. Kitap okuyan kız heykelinin solunda bi kahvehane daha
vardı. Onu aradı, bulamadı. Orası da pideci olmuştu. Kahvehaneleri istemiyorlar
diye düşündü. Oysa kahvehaneler kentin hafıza depolarıydı. Ne yani şimdi Yüksel
Caddesi, Konur Sokak hafızasız mı kalacaktı? Her şey ayaküstü tüketilip yeni
sunumlara hazır hale mi gelecekti? Gelecekti değil, geldi bile…Gelmişine
geçmişine bir küfür savurdu. Ardında biraz da hırsla simiti ağzına götürdü. İri
lokmalar halinde, doğru dürüst çiğnemeden mideye indirmeye başladı. Onca boş
dolaşmışlığa bir son verip eve gitmeli diye düşündü, Kolej’e geldiğinde
hıçkırık tutmuştu kendisini. Her zamanki gibi, onlarca gün tekrar edilmiş gibi
Kolej’den Cebeci’ye bekar odasına giden yolu elleri ceplerinde arşınlamaya
başlamıştı.
Güven Ulu
Roxana Labagnara