Gittiğin gündü.
Bir çanta dolusu mektubun çıkagelmesi mucizeviydi. Elimi sokup birkaç tanesini
çıkarınca gördüm hiç açılmamış olduklarını. Farklı isim ve adreslere
gönderilmiş veya gönderilmemiş – hala emin değilim hangisi olduğundan – onlarca mektup. Elime gelen ilk zarfı, hakkım
olmadığını bilerek, açtığımda düzgün bir el yazısıyla özenle yazılmış birkaç
satırın çantanın sahibini arama fikrini hiçlediğini itiraf ederim. Çantayı
kaptığım gibi eve koştum. Kim vazgeçebilirdi ki o kime ve kimin tarafından
yazıldığı belirsiz birkaç cümlenin verdiği büyülü hazzı…
“ ikimize dair bir şey biliyorum. Artık biliyorum.
‘ Hayaletler gibi kayboluyoruz.’ Olmuş muyduk, bundan da emin değilim nicedir. Konuşmalarımızı
aklımdan geçiriyorum, olmuşluğumuza dair bir kurt düşünce içime. Konuşmuş muyduk
sahiden? Bunu çok sordum kendime, defalarca. Her seferinde değişen yanıt
şüpheyi içi boş bir balon gibi yükseltti içimde. Sonra bir yerde şu cümlelere
rastladım: “ kim bir konuşmanın düzenini tam olarak anımsayabilir ki? İnsan zihninden
geçirdiği sözcükleri gerçekten söyledi mi ya da yalnızca düşündü, hayal etti ve
sustu mu kim bilebilir? “ Üst üste kaç
kez okudum. Söyledin mi yoksa ben mi kurdum zihnimde söylemeni umduğumu, yazdım
mı onca hikâyeyi yoksa hikâyelerden oluşan devasa bir hayalet mi büyüttüm
içimde, bilmiyorum. İnsanı kendini çevreleyen gerçeklikten koparan oyunbaz bir
duygunun yarattığı sanrı mıydı beni biz düşüncesine kenetleyen? Hiç konuşmuş
muyduk sahiden? Hiç söylemiş miydin? Hiç olmuş muyduk? Hep hiç miydik yoksa
gerçekte?..”
Mektubu
yavaşça zarfına yerleştirip, bir hayaletin yazdığı mektuptaki sorulara yanıt
vermenin bir anlamı olup olmadığını düşündüm. Günlerce…
Mey