Harap bir evdeydim düşümde. Kulaklarımda yaşanmışlığın
uğultusu, parmaklarımla belleğin buğulu aynasını sildim. Sildikçe gurbet bir
bahar ışıldadı; portakal, kömür, kar kokuları eşliğinde. Sen belirdin.
“Ben”? Senden önce
rahatlıkla sarfederdim bu kelimeyi: “Ben”. Sonra sen elimden tuttuğunda, beni
karanlık, karanlıklara sürüklediğinde…Yüreğimin sıkıştığını hatırlıyorum, içine
çekildiği dingin göle dalmaktan ölesiye korkan bir çocuk gibi direndiğimi. Oysa
üşüyordum...
Üşüyordum; bir ben dışardaydım Üsküdar-Beşiktaş motorunda.
Poyraz kemiriyordu iliklerimi, aldırmıyordum. İşsizdim, parasızdım, hayatımdaki
en anlamlı insan ölüyordu. Kime gittiğimi bilmeden sana geliyordum.
Sana gidilmez, sana gelinirdi. Kendime gelir gibi sana
gelirdim; kendi çırpınışımı bulurdum yüreğinin çarpışında. Sözlerin çocukluğuma
dokunurdu; dokunulunca ürperirdim.
O karşı konulmaz dokunma arzusu… Onu ilk kez o kafede, sen
karşımda konuşurken hissettim. İki yana açtığın ellerini yavaşça tutup çatlamış
dudaklarını öpüşümle ıslatmak... Serseri ruhumun biricik evi olan bedenine
sarılmak... O kuş gözlerinin pırıltısında yitmek...
Gözleri yıldız yıldız bir adam resmetmiştim küçükken.
Hayalimde yaşattığım o adamdan hem korkar hem de onu severdim. O sendin, değil
mi sevgilim, gözlerinde yıldızlar olan adam sendin?
Ben kimdim? Tanıyamıyordum kendimi. Kıskanmaktan nefret
ediyordum, durduk yere sitem etmekten. Bir deli kadar cesur olmuştum,
kaybedecek çok şeyi olan zengin ama zavallı bir adam kadar da korkak...
Acınacak haldeydim.
Sana acımamaya çalışıyordum. Umutlarımızı birlikte
tükettiğimiz hastane köşelerinde, son ana dek yapmaya çalıştım bunu. İnançla
koşuşturduğumuz o son ana dek... umudumu umudunun yanına koydum.
Yanımdaydın; ama ben her şeyi birden kaybedeceğimi
bilmiyordum. Yaşamın damarlarımdan gün be gün çekileceğini, öleceğimi, bir kez
öldükten sonra kendimi tekrar doğurmak zorunda kalacağımı... Çok gençtin, çok
gençtik, bütün bunları sana anlatamadım.
Gençtim, ama yaşadıklarını anlamamı sağlayıp sağlayamaman
değildi mesele. Mesele benim kendimden vazgeçmeyi istemememdi. Kaçmayı denedim
bu yüzden, kaçıp beni kendinle birlikte sürüklediğin o kasvetli inden
kurtulmayı.
Her kaçışında peşine düşüp seni gelecek denen, başarı denen
sahte kurmacaların elinden aldım.
Güçlüydüm o zamanlar. Son kaçısındaysa hissedemedim bu gücü kendimde. Bir çocuk
gibi yatıştırılmak istiyordum. Sevilmek... ve başka hiçbir şey değil.
Tüm varlığımla sevdim seni. Aldığım kadar verdim de. Bundan
o kadar eminken ardı arkası gelmeyen bütün o suçlamalar...
Birlikte ölemediğimiz içindi hepsi. Çünkü aşk beş yaşında
bir çocuk gibi ister, ister, isterdi.
Yetmeyen neydi bilmiyorum; kimselerin olmadığı kadar mutsuz,
kimselerin olmadığı kadar mutluydum.
Mutluydum. Seni
kıyasıya eleştirdiğim zamanlarda bile kokundan bir an olsun mahrum kalmayı
aklımdan geçiremezdim. Aşk, doğanın o görkemli dönüşü, kokularla gelmişti bana. Bir gece sana
sarılmış uyurken duyduğum, beni hiç olmadığım kadar sarhoş eden o koku...
Öyle sarılmayı nereden öğrenmiştin, bilmiyorum, ama babamdan
beri duymadığım bir güven veriyordu bana sarılışın. Bir sarmaşıkla bütünleşen
bir ağacın erinci... seninle sevişmek bu Dünyadan kopmak demekti.
“Sevişmek güzelmiş” demiştin; buna ne çok gülmüştük. Oysa
sevişirken ağlardık.
Ağlıyordum. Uzaklara doğru yola koyulmadan önce, aşkımızın
mekanını son ziyaret edişimde. Parkta hep oturduğumuz bankın üzerinde bağdaş
kurmuş, kuşlara yem veriyordum. Küçük, ürkek sıçrayışlarında yüreğimi, masum ve
kopkoyu gözlerinde senin ışıl ışıl gözlerini, sonra birden bir yazgıymış gibi
uçup gidişlerinde ayrılığımızı görerek. Sonbahardı; yapraklar, uzaklardaki
ellerin gibi sarı, soluk, hiçbiri bana kavuşamadan, birer birer düşüyorlardı.
Ürperdim. Ellerin bu kez rüzgar olmuştu, bana dokundular, ürperdim. Deniz bir
kez de benim için kabardı o an. Dalga dalga kanadı.
Ben oradaydım. Binlerce yıldır orada, geçtikçe ruhuma
sürtünüşüyle acı veren bir zamanın içinde donmuş, o parkta seni bekliyordum.
Beklemek... Bu sözcüğün bütün anlamlarını, anlamsız bir ses akıntısı haline
gelene dek, orada yeniden düşündüm, görünmez kağıtlar üzerine görünmez
mürekkeple sayfalar dolusu, yeniden yazdım. Aklımı çoktan yitirdiğimi biliyor
olmalısın. Aklımı yitirdikçe tümünü sana benzetip yoldan çevirdiğim insanların
birinden bunu duymuş olmalısın.
Ben şimdi çok uzaklardayım, Dünya’nın bütün olası
geleceklerine eş uzaklıkta. Ve içimdeki büyük boşluktan başkaca duyduğum bir
şey yok. Bebeğim kazınarak alındı
içimden. Teknolojinin buz kesmiş elleriyle, elmas bıçakla, yapay ışıkla,
steril plastik eldivenle... içimden çekip çıkarıldı hayat. İçtiğim her şarapta
pıhtı pıhtı kendi kanımın tadını alıyorum şimdi.
Şimdi yok, var olan tek şey çökmüş bir gece.
Şimdi yok.
Karmin
Konstatnin Eremeev