İyi
bak Osman. Dikkatlice bak, daha önce hiçbir şeye bakmadığın gibi bak. Görüyor
musun, şu kucağında, yaşı henüz iki bile olmamış kız çocuğuyla yürüyen adamı. O
sensin. İyice bak Osman. Yaklaş, az daha yaklaş; kızın yüzüne dik gözlerini.
Kocaman açılmış gözlerindeki dehşeti gör. Az önce yaşadığı şeyin ne olduğunu
anlayamamış saflığını; tüm hayatının belki de en korkunç anı olacak, birkaç
dakikanın o küçücük omuzlarına yüklediği – yükleyeceği – acıyı gör Osman. Bak
Osman. Gör Osman. Yapma, yapma. Sakın yapma.
Geçen
iki buçuk yılın ardından, en sonunda nerede olduklarının haberi geldiğinde,
rahatladığını hissetmiş Osman. Aylardır çektiği ıstırabın, üzerine sinmiş
kirletilmişliğin kokusunun ama en çok da, başkalarının kurduğu, zihnine kıymık
gibi saplanmış olan cümlelerin ağırlığına artık bir son verebileceğinin
umuduyla gözünü iyiden iyiye karartmış.
Karartma
Osman gözünü, yapma. Üçüncü sayfa’ların sana ve hikâyene ihtiyacı yok. Düşün
Osman, düşün.
Osman’ın
tek düşünebildiği, bunu ona nasıl yapabildikleriymiş. Karısı ve çırağı. Hayır,
eski karısı ve eski çırağı. Önceleri sakinmiş; o iki hainin ilişkilerinin açığa
çıkması, karısının boşanma isteği ve boşanma süreci boyunca sakinliğini korumuş
Osman. Ne olduysa, daha bir yıl önce büyük umutlarla ve neşe içinde
hazırladıkları evlerinde; bomboş, bir başına kalınca olmuş Osman’a. Boş eve,
eşyalara baktım uzun uzun, diye anlatıyor Osman. Baktım ve o eşyaların
seçildiği günleri anımsadım. İşte o an bir kin oturdu yüreğime ve gitmedi. Hiç
gitmedi. Kimselerin yüzüne bakamamasına neden olan utancın gelişi, kin’den az
sonraymış. Yüzlerine bakamadığı o kimselerin, yavaş yavaş çıkmaya başlayan
sesleri, nefes borusunu tıkamış ilkin. Hiç gitmeyecekmiş gibi görünen bir gıcık
kalmış orada sonra.
-
Bunu sana nasıl yaparlar?
-
Ekmeğini yemiş olan o it, her şeyden önce amcakızın olan o
sürtük?
Duyma
Osman, duyma.
Hiç
kimse de çıkıp, aşk bu Osman; sevmişler birbirlerini, bırak gitsinler, dememiş.
Onlar demedikçe, Esma’nın kendisiyle babasının zoruyla evlendiğini içten içe
hep sezmiş olan Osman, sağduyusuna kulak tıkamış. Bir gün yeniden, temiz bir
nefes alabilmenin tek yolunun silahtan geçtiğine inandırmış kendini.
Bırak
gitsinler Osman, bırak gitsinler…
Bırakmamış
Osman. Bir buçuk yıldan fazla sürmüş kovalamaca. Gidebilecekleri kadar uzağa
gitmiş olan hainlerin peşinden Osman da gitmiş o kente. Gidip dükkânını orada
açmış, kimse şüphelenmesin diye. Aylarca izlemiş hainleri. Kucağında bebeğiyle,
bir kız, görünce Esma’yı boğazındaki yumru koca bir taşa dönüşmüş. Sıkıca
yerleşmiş yerine.
İyi
bak Osman. Dikkatlice bak, daha önce hiçbir şeye bakmadığın gibi bak. Görüyor
musun, şu kucağında, yaşı henüz iki bile olmamış kız çocuğuyla yürüyen adamı. O
sensin. İyice bak Osman. Yaklaş, az daha yaklaş; kızın yüzüne dik gözlerini.
Kocaman açılmış gözlerindeki dehşeti gör. Az önce yaşadığı şeyin ne olduğunu
anlayamamış halini; tüm hayatının belki de en korkunç anı olacak, birkaç
dakikanın o küçücük omuzlarına yüklediği – yükleyeceği – acıyı gör Osman. Bak
Osman. Gör Osman. Yapma, yapma. Sakın yapma.
İhaneti
kabullenmek zaman ilerledikçe daha da zorlaşmış. Üstelik çifte ihanet. Aynı
köyün çocuklarıydık biz, diye anlatıyor Osman. Hele o it, hele o it! Kapı
komşusu o oğlan. Birlikte oynadığı, yüzmeye, balığa gittiği. Asker dönüşü
kapısına geldiğinde, düşünmeksizin dükkânında iş verdiği. Ekmeğini bölüştüğü o
it. Ölmeyi hak ediyorlar, diyerek yummuş her gece gözünü uykuya. Esma da hak
ediyor, artık bir adı olmayan o hain de. Ya kız? Ya o küçük kız, ne olacak,
diye düşünmemiş hiç. Kızın varlığı, kininin ete kemiğe bürünmüş halinden başka
bir şey değilmiş.
Memleketten,
özellikle ağabeyinden gelen “ yüzümüzü yerden kaldır” telefonları Osman’ı
tetikçi, kurban, fail, zavallı cani yapacak olan o anın, gün be gün
yaklaşmasının kaçıncı el nedenidir, bilinmez. Beline taktığı silahın ağırlıyla
körleşen gönlü, beni dinlemez artık. Ama yine de…
İyi
bak Osman. Dikkatlice bak. Şu, kucağındaki gözleri dehşetle kocaman açılmış kız
çocuğuyla karakola doğru; belindeki, biraz önce ateşlenmiş silahın dumanı
tüterken yürüyen adam sensin Osman. Kız ağlamıyor; gözlerini, o bakmaya
korktuğun, gözlerini bürümüş duyguyla senden yükselen kötülüğün kokusunu
zihnine kazıyor belki de. Geride bıraktığın sokakta yatan cansız iki bedenin kollarından
kopartıp aldığın yaşamı, senin en büyük cezan olacak Osman. Bak Osman. Gör
Osman. Yapma Osman. Dinle, o kızın sessiz çığlığını dinle. Dinle Osman.
Kulak
eğer gerçeği doğru anlarsa göz’dür, diyen o ulu adamı hiç bilmezmiş Osman. Ne
kulağı, ne gözü, ne de gerçeği varmış çünkü.
Mey
Christopher Woo