23 Kasım 2013 Cumartesi

Bir Üçüncü Sayfa Haberinin İç Çekişi...

İyi bak Osman. Dikkatlice bak, daha önce hiçbir şeye bakmadığın gibi bak. Görüyor musun, şu kucağında, yaşı henüz iki bile olmamış kız çocuğuyla yürüyen adamı. O sensin. İyice bak Osman. Yaklaş, az daha yaklaş; kızın yüzüne dik gözlerini. Kocaman açılmış gözlerindeki dehşeti gör. Az önce yaşadığı şeyin ne olduğunu anlayamamış saflığını; tüm hayatının belki de en korkunç anı olacak, birkaç dakikanın o küçücük omuzlarına yüklediği – yükleyeceği – acıyı gör Osman. Bak Osman. Gör Osman. Yapma, yapma. Sakın yapma.

Geçen iki buçuk yılın ardından, en sonunda nerede olduklarının haberi geldiğinde, rahatladığını hissetmiş Osman. Aylardır çektiği ıstırabın, üzerine sinmiş kirletilmişliğin kokusunun ama en çok da, başkalarının kurduğu, zihnine kıymık gibi saplanmış olan cümlelerin ağırlığına artık bir son verebileceğinin umuduyla gözünü iyiden iyiye karartmış.

Karartma Osman gözünü, yapma. Üçüncü sayfa’ların sana ve hikâyene ihtiyacı yok. Düşün Osman, düşün.

Osman’ın tek düşünebildiği, bunu ona nasıl yapabildikleriymiş. Karısı ve çırağı. Hayır, eski karısı ve eski çırağı. Önceleri sakinmiş; o iki hainin ilişkilerinin açığa çıkması, karısının boşanma isteği ve boşanma süreci boyunca sakinliğini korumuş Osman. Ne olduysa, daha bir yıl önce büyük umutlarla ve neşe içinde hazırladıkları evlerinde; bomboş, bir başına kalınca olmuş Osman’a. Boş eve, eşyalara baktım uzun uzun, diye anlatıyor Osman. Baktım ve o eşyaların seçildiği günleri anımsadım. İşte o an bir kin oturdu yüreğime ve gitmedi. Hiç gitmedi. Kimselerin yüzüne bakamamasına neden olan utancın gelişi, kin’den az sonraymış. Yüzlerine bakamadığı o kimselerin, yavaş yavaş çıkmaya başlayan sesleri, nefes borusunu tıkamış ilkin. Hiç gitmeyecekmiş gibi görünen bir gıcık kalmış orada sonra.
-          Bunu sana nasıl yaparlar?
-          Ekmeğini yemiş olan o it, her şeyden önce amcakızın olan o sürtük?

Duyma Osman, duyma.

Hiç kimse de çıkıp, aşk bu Osman; sevmişler birbirlerini, bırak gitsinler, dememiş. Onlar demedikçe, Esma’nın kendisiyle babasının zoruyla evlendiğini içten içe hep sezmiş olan Osman, sağduyusuna kulak tıkamış. Bir gün yeniden, temiz bir nefes alabilmenin tek yolunun silahtan geçtiğine inandırmış kendini.

Bırak gitsinler Osman, bırak gitsinler…

Bırakmamış Osman. Bir buçuk yıldan fazla sürmüş kovalamaca. Gidebilecekleri kadar uzağa gitmiş olan hainlerin peşinden Osman da gitmiş o kente. Gidip dükkânını orada açmış, kimse şüphelenmesin diye. Aylarca izlemiş hainleri. Kucağında bebeğiyle, bir kız, görünce Esma’yı boğazındaki yumru koca bir taşa dönüşmüş. Sıkıca yerleşmiş yerine.


İyi bak Osman. Dikkatlice bak, daha önce hiçbir şeye bakmadığın gibi bak. Görüyor musun, şu kucağında, yaşı henüz iki bile olmamış kız çocuğuyla yürüyen adamı. O sensin. İyice bak Osman. Yaklaş, az daha yaklaş; kızın yüzüne dik gözlerini. Kocaman açılmış gözlerindeki dehşeti gör. Az önce yaşadığı şeyin ne olduğunu anlayamamış halini; tüm hayatının belki de en korkunç anı olacak, birkaç dakikanın o küçücük omuzlarına yüklediği – yükleyeceği – acıyı gör Osman. Bak Osman. Gör Osman. Yapma, yapma. Sakın yapma.

İhaneti kabullenmek zaman ilerledikçe daha da zorlaşmış. Üstelik çifte ihanet. Aynı köyün çocuklarıydık biz, diye anlatıyor Osman. Hele o it, hele o it! Kapı komşusu o oğlan. Birlikte oynadığı, yüzmeye, balığa gittiği. Asker dönüşü kapısına geldiğinde, düşünmeksizin dükkânında iş verdiği. Ekmeğini bölüştüğü o it. Ölmeyi hak ediyorlar, diyerek yummuş her gece gözünü uykuya. Esma da hak ediyor, artık bir adı olmayan o hain de. Ya kız? Ya o küçük kız, ne olacak, diye düşünmemiş hiç. Kızın varlığı, kininin ete kemiğe bürünmüş halinden başka bir şey değilmiş.

Memleketten, özellikle ağabeyinden gelen “ yüzümüzü yerden kaldır” telefonları Osman’ı tetikçi, kurban, fail, zavallı cani yapacak olan o anın, gün be gün yaklaşmasının kaçıncı el nedenidir, bilinmez. Beline taktığı silahın ağırlıyla körleşen gönlü, beni dinlemez artık. Ama yine de…

İyi bak Osman. Dikkatlice bak. Şu, kucağındaki gözleri dehşetle kocaman açılmış kız çocuğuyla karakola doğru; belindeki, biraz önce ateşlenmiş silahın dumanı tüterken yürüyen adam sensin Osman. Kız ağlamıyor; gözlerini, o bakmaya korktuğun, gözlerini bürümüş duyguyla senden yükselen kötülüğün kokusunu zihnine kazıyor belki de. Geride bıraktığın sokakta yatan cansız iki bedenin kollarından kopartıp aldığın yaşamı, senin en büyük cezan olacak Osman. Bak Osman. Gör Osman. Yapma Osman. Dinle, o kızın sessiz çığlığını dinle. Dinle Osman.


Kulak eğer gerçeği doğru anlarsa göz’dür, diyen o ulu adamı hiç bilmezmiş Osman. Ne kulağı, ne gözü, ne de gerçeği varmış çünkü.


Mey


                                                 Christopher Woo