Yok olmadım zihninden, var da sayılmazdım.
Var sayılmazdın, yok da olmadın benimkinden.
Orta yerde kalakaldık öyle biraz var biraz yok...
Mey
30 Kasım 2013 Cumartesi
Rüya İnsanı...
Dostum Mey'e
Bulutlar şehre çıkartma yapmış gibiydiler, neredeyse göz
gözü görmeyecek haldeydi sokaklarda. Ayak yordamıyla yürüdüğüm o bildik
sokaktaki kafeye giderken elimdeki notları sımsıkı tutuyordum. Sonunda kafeye
ulaşıp boş bir masaya oturdum. Garsondan çay istedim, midemdeki ağrıyı
hatırlayıp son anda, açık olsun diye
seslendim arkasından. Beni işittiğinden emin değildim.
Uzun zamandır bunu planlıyordum. Bilmem kaç kez okuduğum
notları masaya özenle dizdim. Garson çayı bırakırken ters ters bana bakıyordu.
Öyle ya tek kişi, dört kişilik masaya oturmuştum. Bakışlarımı tekrar notlarıma
çevirdim:
''Yaz usul usul çekiliyor günlerden. On gün öncenin
kavurucu, bunaltıcı sıcağı kalmadı artık. Ağaçların yaprakları hala yeşil ama
baharın ilk günlerindeki kadar parlak değiller. Birkaç güne, hiçbirimiz fark
etmeden sarıya dönecekler ve biz ancak rüzgârlı bir öğle sonu ayaklarımıza
dolanmaya başladıklarında anlayacağız ağaçları çıplak bıraktıklarını.
Sabah serinliğinde sırtımızı sıkı tutan hırkalar öğle
saatlerine ağırlık veriyor hala. Akşamüstü üşümelerine hazırda tutmak için
çantalarımızda, elimizde, kolumuzda sürüklüyoruz peşimiz sıra onları.
Güz iniyor ve seni
özlüyorum…'' *
Özlediği ben olabilirdim. Derin bir iç çekerek gülümsedim,
beni tanımıyordu bile. O güz olabilirim, diye düşündüm. Yok, bunu kabul
etmezdi. O sadece kendi hüznünün güzünü severdi.
Diğer hikâyeye geçmeden, parmaklarımı sayfada okşar gibi
dolaştırdım. Okumaya başladım:
''Ağrıyı tanıdı. Üzünç ağrısı, dediği türdendi. Şakaklarında
zonkluyor, oradan incecik bir tırmanışla yukarıya ilerliyor, başını çepeçevre
dolaştıktan sonra ense köküne iniyor, orada bir an için es veriyor ve ardından
turunu başa sarıyordu. Gözkapaklarını ağırlaştırması, onları bir kez kapatırsa
bir daha açamayacakmış hissine karşı geliştirdiği direncine öfkeyle karşılık
vermesi de cabasıydı.
Ağrının nedenini sorgulaması gerekmiyordu en azından.
Biliyordu. Bilmenin faydası yoktu, çünkü bilmek, zihne atılmış naçar bir
çentikten başka bir şey değildi. Sorun hazırlıksız oluşuydu. Üzülmeyişine
üzülmek, kendisinden beklediği bir şey değildi. Şaşkınlıkla tekrar etti:
üzülmediğime üzülüyorum. Gülecek gibi oldu ama ağrı izin vermedi. Başını
kaldırıp, sokaktan gelip geçenleri izledi bir süre. Sokağın akışına bakmanın
feci etkisi, onun içinde sürükleniyormuş hissi vermesiydi. İzleyecek zaman
değil, diye düşündü, garsonun az önce bıraktığı çaya uzandı.''**
Bu öyküdeki ağrı olabilirdim. Bunu düşünür düşünmez
Kahverengi'nin sözcükleri geliverdi aklıma '' İnsan hiç sever mi hastalığını?
Ben senden bana kalan tek şey diye, her gece migrenime sımsıkı sarılıp öyle
yatıyorum'' Ağrı evet, hedefe biraz daha
yaklaştığımı hissediyordum. Bir şekilde onun hayal gücünün dehlizlerine girip,
bir öyküsünün kahramanı olacağımı biliyordum. Kahramanlar da seçerdi elbet
yazarlarını, ben çoktan seçmiştim. İç sesim mırıl mırıl konuşmaya başladı
tekrar. Onun düş gücü buna izin vermez, dedi. Kahramanlarını kendi yaratır. Sen
içerilere sızana kadar o öyküsünü bitirmiş olur. O kendi düşünün ipini tutar.
Umutsuzlukla masadan kalktım. Eve doğru yola koyuldum.
Üzerimi değiştirmeden kanepeye attım kendimi, elimdeki notları sımsıkı tutarak.
''Yalnızlığını dikkatli kullan, başa beladır'' cümlesini tekrar ederek, kendimi
uykunun avutucu kollarına bıraktım.
''Bilir misiniz, hiç rüya görmediğim halde, sürekli
gördüğümü hayal ettiğim rüyaları anımsamaya çalışırım. Hem de her sabah.
Gözlerine bakamadığım, bakmayacağım insanları getirip koyarım sahte rüyamın
içine ve kahvaltıdan hemen önce, hiçbir zaman karşıma çıkmayacak, içinde olma
arzusu duymadığım insanları içime alır; rüya insan’ım yaparım onları. Kısık
ateşte demlenmekte olan çayın kokusu, sütlükte kaynayan yumurtanın fokurtusu,
asla kuramayacağım cümlelerin sözcükleriyle kalabalıklaşır, uyduruk rüyamın
şekillenişiyle çoktan doymuş başlarım kahvaltıya. Eski, çok eski bir aile
geleneğinin çarpıtılmış, hatta epeyce saptırılmış bu biçimiyle selam ederim
genlerini aldığım o tuhaf kadınlara.''***
Seçkin Aydın Kınacı
* Özlemi Avutmak İçin Söylenmiş Birkaç Söz- Melek Ekim
Yıldız
** Üzünç Ağrısı-Melek Ekim Yıldız
***Rüya Kahvaltısı-Melek Ekim Yıldız
Masao Yamammoto
Etiketler:
metafiction,
Sevdiğim Kısa'lar...,
Üstkurmaca
Çay ve İmge...
Üşüyen ellerini çay bardağının sıcağına doladı. İçinden bir titreyiş geçti ilkin. Ardından, sigara tutan parmaklarının imgesi doldu zihnine. Senin ellerini anımsadı. Bardağa dolanmış ellerini yakan imgeden kurtulmanın yolunu bulamayınca bardağı aceleyle bıraktı. Yakıcı soğuğa razı oldu..
Mey
Sabine Weiss
Mey
Sabine Weiss
Keşkeler Listesi...
Arnavutça öğrenmeyi göze alabilseydik.
Her şeye rağmen...
Çünkü ;
" Seni seviyorum.
Bu bir yerde yanlış yapıyorum'un arnavutçasıdır."*
Mey
* Furkan Çalışkan
Her şeye rağmen...
Çünkü ;
" Seni seviyorum.
Bu bir yerde yanlış yapıyorum'un arnavutçasıdır."*
Mey
* Furkan Çalışkan
29 Kasım 2013 Cuma
Kuş Gözleri İçin Sonat...
Harap bir evdeydim düşümde. Kulaklarımda yaşanmışlığın
uğultusu, parmaklarımla belleğin buğulu aynasını sildim. Sildikçe gurbet bir
bahar ışıldadı; portakal, kömür, kar kokuları eşliğinde. Sen belirdin.
“Ben”? Senden önce
rahatlıkla sarfederdim bu kelimeyi: “Ben”. Sonra sen elimden tuttuğunda, beni
karanlık, karanlıklara sürüklediğinde…Yüreğimin sıkıştığını hatırlıyorum, içine
çekildiği dingin göle dalmaktan ölesiye korkan bir çocuk gibi direndiğimi. Oysa
üşüyordum...
Üşüyordum; bir ben dışardaydım Üsküdar-Beşiktaş motorunda.
Poyraz kemiriyordu iliklerimi, aldırmıyordum. İşsizdim, parasızdım, hayatımdaki
en anlamlı insan ölüyordu. Kime gittiğimi bilmeden sana geliyordum.
Sana gidilmez, sana gelinirdi. Kendime gelir gibi sana
gelirdim; kendi çırpınışımı bulurdum yüreğinin çarpışında. Sözlerin çocukluğuma
dokunurdu; dokunulunca ürperirdim.
O karşı konulmaz dokunma arzusu… Onu ilk kez o kafede, sen
karşımda konuşurken hissettim. İki yana açtığın ellerini yavaşça tutup çatlamış
dudaklarını öpüşümle ıslatmak... Serseri ruhumun biricik evi olan bedenine
sarılmak... O kuş gözlerinin pırıltısında yitmek...
Gözleri yıldız yıldız bir adam resmetmiştim küçükken.
Hayalimde yaşattığım o adamdan hem korkar hem de onu severdim. O sendin, değil
mi sevgilim, gözlerinde yıldızlar olan adam sendin?
Ben kimdim? Tanıyamıyordum kendimi. Kıskanmaktan nefret
ediyordum, durduk yere sitem etmekten. Bir deli kadar cesur olmuştum,
kaybedecek çok şeyi olan zengin ama zavallı bir adam kadar da korkak...
Acınacak haldeydim.
Sana acımamaya çalışıyordum. Umutlarımızı birlikte
tükettiğimiz hastane köşelerinde, son ana dek yapmaya çalıştım bunu. İnançla
koşuşturduğumuz o son ana dek... umudumu umudunun yanına koydum.
Yanımdaydın; ama ben her şeyi birden kaybedeceğimi
bilmiyordum. Yaşamın damarlarımdan gün be gün çekileceğini, öleceğimi, bir kez
öldükten sonra kendimi tekrar doğurmak zorunda kalacağımı... Çok gençtin, çok
gençtik, bütün bunları sana anlatamadım.
Gençtim, ama yaşadıklarını anlamamı sağlayıp sağlayamaman
değildi mesele. Mesele benim kendimden vazgeçmeyi istemememdi. Kaçmayı denedim
bu yüzden, kaçıp beni kendinle birlikte sürüklediğin o kasvetli inden
kurtulmayı.
Her kaçışında peşine düşüp seni gelecek denen, başarı denen
sahte kurmacaların elinden aldım.
Güçlüydüm o zamanlar. Son kaçısındaysa hissedemedim bu gücü kendimde. Bir çocuk
gibi yatıştırılmak istiyordum. Sevilmek... ve başka hiçbir şey değil.
Tüm varlığımla sevdim seni. Aldığım kadar verdim de. Bundan
o kadar eminken ardı arkası gelmeyen bütün o suçlamalar...
Birlikte ölemediğimiz içindi hepsi. Çünkü aşk beş yaşında
bir çocuk gibi ister, ister, isterdi.
Yetmeyen neydi bilmiyorum; kimselerin olmadığı kadar mutsuz,
kimselerin olmadığı kadar mutluydum.
Mutluydum. Seni
kıyasıya eleştirdiğim zamanlarda bile kokundan bir an olsun mahrum kalmayı
aklımdan geçiremezdim. Aşk, doğanın o görkemli dönüşü, kokularla gelmişti bana. Bir gece sana
sarılmış uyurken duyduğum, beni hiç olmadığım kadar sarhoş eden o koku...
Öyle sarılmayı nereden öğrenmiştin, bilmiyorum, ama babamdan
beri duymadığım bir güven veriyordu bana sarılışın. Bir sarmaşıkla bütünleşen
bir ağacın erinci... seninle sevişmek bu Dünyadan kopmak demekti.
“Sevişmek güzelmiş” demiştin; buna ne çok gülmüştük. Oysa
sevişirken ağlardık.
Ağlıyordum. Uzaklara doğru yola koyulmadan önce, aşkımızın
mekanını son ziyaret edişimde. Parkta hep oturduğumuz bankın üzerinde bağdaş
kurmuş, kuşlara yem veriyordum. Küçük, ürkek sıçrayışlarında yüreğimi, masum ve
kopkoyu gözlerinde senin ışıl ışıl gözlerini, sonra birden bir yazgıymış gibi
uçup gidişlerinde ayrılığımızı görerek. Sonbahardı; yapraklar, uzaklardaki
ellerin gibi sarı, soluk, hiçbiri bana kavuşamadan, birer birer düşüyorlardı.
Ürperdim. Ellerin bu kez rüzgar olmuştu, bana dokundular, ürperdim. Deniz bir
kez de benim için kabardı o an. Dalga dalga kanadı.
Ben oradaydım. Binlerce yıldır orada, geçtikçe ruhuma
sürtünüşüyle acı veren bir zamanın içinde donmuş, o parkta seni bekliyordum.
Beklemek... Bu sözcüğün bütün anlamlarını, anlamsız bir ses akıntısı haline
gelene dek, orada yeniden düşündüm, görünmez kağıtlar üzerine görünmez
mürekkeple sayfalar dolusu, yeniden yazdım. Aklımı çoktan yitirdiğimi biliyor
olmalısın. Aklımı yitirdikçe tümünü sana benzetip yoldan çevirdiğim insanların
birinden bunu duymuş olmalısın.
Ben şimdi çok uzaklardayım, Dünya’nın bütün olası
geleceklerine eş uzaklıkta. Ve içimdeki büyük boşluktan başkaca duyduğum bir
şey yok. Bebeğim kazınarak alındı
içimden. Teknolojinin buz kesmiş elleriyle, elmas bıçakla, yapay ışıkla,
steril plastik eldivenle... içimden çekip çıkarıldı hayat. İçtiğim her şarapta
pıhtı pıhtı kendi kanımın tadını alıyorum şimdi.
Şimdi yok, var olan tek şey çökmüş bir gece.
Şimdi yok.
Karmin
Konstatnin Eremeev
Gezinirken...
Şimdi seni
zihninden tuttum. Kentin, zihnimin ve kalbimin ara sokaklarına götürüyorum.
Köhne parkları
gizleyen sokaklardan geçiyoruz bir bir. Her bir parkta bir sigara içip,
ellerimize bakıyoruz.
Köhne fikirleri
gizleyen karanlık odalarına giriyoruz zihnimin. Her bir kıvrımında saklanmış
umutlu bir düşünceye gülümsüyorsun. Ben sana bakıyorum.
Köhne sözleri
istiflediğim kalbimi ellerinde tutacak gibisin.
Seni zihninden
tuttum şimdi. Sen de beni tut.
Gizli saklı
parkların banklarından,
sana dair
gülüş’ümden,
gücün yeterse
biraz da ömrümden…
Mey
İrina Joanne
" Gölgenin Tüm Günü " Üzerine Üst Kurmaca 2...
Mehmet Efendi
Kurukahvecisi’nin önünden geçti. Dışarı, caddeye yayılan nefis kahve kokusuna
sürtündü bir an. Ama kahveden ziyade açlığı daha ağır basıyordu. Otelden
alacağını aldığı vakit şöyle güzel bir yemek ısmarlayacaktı kendisine. Beş altı
dakikalık yürüme mesafesinden sonra otelin önune geldi. Etrafını şöyle bir
dolaştı. Dış duvarlarını elini güneşe siper ederek süzdü. “Temiz iş
çıkarmışım,” dedi kendi kendine. “Birde parayı alsaydık. Altı ay oldu,
başlangıçtaki biraz kaporayla,bekleyip duruyoruz onca zamandır.”
Cesaretini
toplayıp otelden içeri girdi. Resepsiyona yanaştı. Müdür beyi görmek istediğini
söyledi. Resepsiyonist birkaç saniyelik bir bakışla karşısındakini baştan aşağı
süzerek, “Şu an yerinde değil?” diye kestirip attı. Adam otelin dış sıva
işlerini yaptığını ve altı aydır gelip gitmesine karşın, parasını alamadığını
söyledi. Resepsiyonist elindeki fişleri bilgisayara giriyordu. Kendisine soru
soranla hiç oralı olmadı.
O da, otel
müşterilerinin tv izlediği koltuklardan birine yanaştı oturup beklemek için.
Resepsiyonist telaşla ayağa kalktı, bankoyu dolaştı ve adamın koluna girerek
kulağına fısıldadı. “Rica etsem dışarıda bekler misiniz? Burası otel
müşterilerinin bekleme salonu da…” diyerek devam edecekti ki, adam elinin içini
diğerinin yüz hizasına kadar kaldırarak, ‘anladım, açıklamanın bu kadarı
yeterli’ manasında susmasını istedi.
Otelin önüne
çıktı. Başını hafifçe eğerek yine baktı otele. Aynı anda bakışları otelden yana
kayarak karşı cafede oturan genç kızın gözlerinde durdu. Kız kendinden yana
bakıyordu. Masa altına sarkan kırmızı eteği neredeyse yere değecek gibiydi.
Üstelik sigara içerken içinde bulunduğu rahatlık ve özgüven halini, bacak bacak
üstüne atmışlığıyla ve üstteki bacağını dizlerinden kırarak sallamasıyla belli
ediyordu. Öyle ki, kızı tanıyor olsaydı, daha önce bir yerlerde karşılaşıp,
husumetli bir durum yaşadıklarını hatırlıyor olsaydı, kızın bu rahatlığını,
kendisine bir meydan okuma olarak algılayabilirdi. Ama yoktu öyle bir geçmiş ya
da karşılaşmışlık. Eğilip ayakkabılarına baktı. Uçları sıva dökümüyle
beyazlaşmış, kırçıllaşmıştı. Ayağını kaldırarak ayakkabısını diğer ayağının
pantolon arkasına sürterek temizlemeye çalıştı. Kıza baktığında yerinde
olmadığını gördü. Kız yoktu yok olmasına ya, garip bir şekilde ayakta durmuş
sanki kızın az önce gittiği tarafı bakışlarının ve bedeninin duruş biçimiyle
teyit eden biri
vardı. Yanından yöresinden hatta içinden kalabalık akıp geçiyordu, bir o yana
bir bu yana. Adam hayalet gibiydi. Kızı takip eden bir hayalet… Öyle ki, kızın oturduğu
binanın karşısında boş arsada top oynayan çocukların arasına karışır, onlarla
oynaşır, bakışlarını, balkonda kahvaltısını yapmış, çayını yudumlayıp gazetesini
okuyan kızdan ayırmazdı… Böylesi bir durumu hayal etmek hiç de zor olmasa
gerek.
Şehirleri
oldum olası sevmezdi. Kalabalıktan hoşlanmazdı. Elinden geldiğince yılda birkaç
ay köye kaçar, doğayla içice olurdu. Bostan eker, domates biçerdi. Şehirler garip
yerlerdi. Yaşayanlar da öyle. Herkesin bir hayaleti vardı onu takıp eden . Herkeste hayaletler
peşine düşerdi. Siyah bir gecede alazlanmış hayaleti insanlar görür,
telaşlanırlardı. Peki günbegün uluorta alazlı değil de insan suretindeki
hayaletleri görmek de neyin nesi ? Gidip eli yüzü yıkamalı. Konur Sokak’ta
Engürü Kahvesi’ne oturup çay söylemeli, yanında simit yemeli… Sokağa saptı,
yolun solunu gözleriyle taradı ama aradığı kahveyi bulamadı. Yerine uyduruk
kıytırık şeyler satan küçük standların bulunduğu bazaar tarzı bir şey yapmışlar. Üzüldü, elinde simitlerle Yüksel
Caddesi’ne yöneldi. Kitap okuyan kız heykelinin solunda bi kahvehane daha
vardı. Onu aradı, bulamadı. Orası da pideci olmuştu. Kahvehaneleri istemiyorlar
diye düşündü. Oysa kahvehaneler kentin hafıza depolarıydı. Ne yani şimdi Yüksel
Caddesi, Konur Sokak hafızasız mı kalacaktı? Her şey ayaküstü tüketilip yeni
sunumlara hazır hale mi gelecekti? Gelecekti değil, geldi bile…Gelmişine
geçmişine bir küfür savurdu. Ardında biraz da hırsla simiti ağzına götürdü. İri
lokmalar halinde, doğru dürüst çiğnemeden mideye indirmeye başladı. Onca boş
dolaşmışlığa bir son verip eve gitmeli diye düşündü, Kolej’e geldiğinde
hıçkırık tutmuştu kendisini. Her zamanki gibi, onlarca gün tekrar edilmiş gibi
Kolej’den Cebeci’ye bekar odasına giden yolu elleri ceplerinde arşınlamaya
başlamıştı.
Güven Ulu
Roxana Labagnara
28 Kasım 2013 Perşembe
Uzakgörü...
Sen şimdi orada, uyku inmiş gözlerinle neye gülümsüyorsan;
geveze bir suskunluğun arkasına sakladığım deliliğimin eseridir. Bil de...
Mey
geveze bir suskunluğun arkasına sakladığım deliliğimin eseridir. Bil de...
Mey
" Gölgenin Tüm Günü " Üzerine Bir Üst Kurmaca (1)
İşi bir atla üç nala kalmışken, ikinci nalın mıhını da bulduracağım
ona yarın. Adım gibi biliyorum, yine peşime düşecek. Hele bir sabah olsun.
Beklenmedik bir anda karşısına çıkaracağım çivi, bir fincan kahve
olacak. Bu kadar basit! İkinci nalın mıhı, garsonun tepsisinden yumuşak iniş
yaparak konacak seritakipçi düşbazımın önüne.
Herkesin değil ama, çoğunluğun satılık olduğu şu dünyada, kaç
paradır ki bir garsonu satın almak? Adamın cebine sıkıştıracağım ellilik çok
bile bu iş için. Alt tarafı bir kâğıt parçası koyacak fincanın yanına. Kırmızı
eteğim gibi, kıpkırmızı, buruşuk bir kâğıt… Çözülmeyi bekleyen minicik bir
sihirli yumak gibi yani.
Seritakipçim önündeki kâğıda aval aval bakarken, ben de onu seyredip
bıyık altından güleceğim. Dertop edilmiş, ufacık bir topa benzeyen kâğıda
gözlerini diken düşbazım, su akar deli bakar gibi bakacak kâğıda. Bakar,
biliyorum, aynı zamanda seribakardır çünkü.
Kanadının ucu, kimbilir kimin göz bebeğine takılı kaldığından uçamamış
bir şahindir seritakipçim. O benim peşimde sürüklenirken, ben onun hikâyesini
yazıyorum gökyüzüne bulutlarla, bir okuyabilse…
Asuman
Portakal
Gölgenin Tüm Günü...
Ankara'nın sonbaharına sevdama...
Bugün seni izledim. Bütün gün… Fark etmeni
beklemiyordum, fark etmeyeceğini biliyordum. Sabahın geç saatlerinde, neredeyse
öğle olmak üzereyken balkonu yıkadığında oradaydım. Suyla oynayışını, alnına
dökülen saçlarını ikide bir elinle geriye itişini, arada bir doğrulup gökyüzüne
bakışını izlerken; sokağa çıkmayabileceğin ihtimali bir an canımı sıksa da
keyifli bir seyirdi. Kahvaltını henüz yapmamıştın ve muhtemelen çay henüz
demlenmemişti. Kahvaltını balkonda yapabilirdin, benim için beklenmedik bir
şans olurdu, hava da müsaitti. Yine de bunun gerçekleşme olasılığının düşük
olduğunun bilincindeydim, bu yüzden beklemiyordum. Yine de kahvaltı sonrası,
keyif çayını içmek ve gazeteni okumak için balkonda göründüğünde, o kadar da talihsiz olmadığıma inanmaya
hazırdım. Acelem yoktu, çayını yudumlayışını, gazeteyi dikkatlice okuyuşunu
izlerken sabırsızlanmadım. Sokağa çıkacağın zamanın gelmesine daha vakit vardı,
seninle; sen önde ben hemen arkanda sokaklara karışmamıza daha zaman vardı. Ve
ben bekleyebilirdim...
Birkaç saatlik bekleyişin ardından sokak
kapısında göründüğünde, ben de yavaşça yerimden doğrulup, ardındaki yerimi
almaya hazırlandım. Bu gezintinin rotası hakkında hiçbir fikrim yoktu ve o rota
umurumda da değildi. Bu güneşli öğleden sonrayı sana ayırmıştım ve sen nereye
gitmek istiyorsan oraya gidecektik. Kalabalık sokaklar, gerçekten
kalabalıktılar, tenha sokaklar ve gireceğin tüm sokaklarda arkanda olacak ve seni
izleyecektim. Bütün gün...
Meşrutiyet caddesinden aşağı doğru ilerlemeye
başladığında yürüyüş rotamızı tahmin etmeye çalıştım, Konur sokaktaki
kitabevleri olabilirdi hedefin ama bir an düşününce bunun düşük bir olasılık
olduğuna karar verdim. Çünkü bugün perşembe değildi. Yine de Konur sokağın
kalabalığına döndüğünde “acaba?” diye sordum kendime. Eğer bir kitabevine
girmeyeceksen bu sokağa dönmüş olmana bir parça içerleyecektim. Kentin en
kalabalık sokağı, üstelik hafta sonu ve seni o kalabalıkta gözden kaybetmek de
bir olasılık. Neyse ki kırmızı bir etek giymiştin ve benim seni o kalabalıkta
bile gözden kaçırmamam mümkün olabiliyordu. Konur sokağı boylu boyunca
geçerken, göz ucuyla kitabevlerinin vitrinlerine baktıysan da, içlerine girmeye
niyetin yoktu, bu hızlı adımlarından da anlaşılabiliyordu. Konur sokağı çıkıp
Yüksel caddesinden aşağı doğru inmeye başladığında başka bir insan seliyle
karşılaştın, kalabalıkları sevmediğini biliyordum ve bu yarı asılmış yüzünden
de belli oluyordu. Metro istasyonunun merdivenlerine yöneldiğini gördüğümde,
metroya bineceğini düşünüp sevindim. Boş bir yer bulup oturabilirdin ve ben de
şanslıysam eğer tam karşında bir yer bulur ve seni izleyebilirdim. Bu
olasılığın yarattığı heyecanla soluk soluğa iniyordum merdivenleri. Ancak
çıkışa yöneldiğini gördüğümde yine de hayal kırıklığı yaşamadım. Büyük bir
mağazaya girdin. Mağazanın kalabalığında güçlükle yol alıyordun. Üst kata
çıkmak için merdivenlerde kendine yol açarken, ben üç basamak gerindeydim.
Alışveriş yapmanı, kimi eşyalara dokunuşunu, bazı şeyleri eline alıp sonra
bırakışını izledim. Bu kalabalığın içinde ne kadar kalacağını düşünüyordum bir
yandan da. Neyse ki çok kalmadın, kalmadık.
İkinci durağımız Sakarya Caddesiydi. Balık
tezgâhlarına bakıyordun dikkatle. Balık alacaksın. Büyük bir balıkçının önünde
durdun. Bir süre çipura mı yoksa çinakop mu alacağını düşündün. Satıcıya
hangisinin daha taze olduğunu sordun. Sonunda onun da telkinleriyle çinakopta
karar kıldın. Balığın temizlenmesini beklerken yüzünde halinden memnun bir
ifade vardı. İşte o an; birkaç akşam önce söylediğin ama benden başka kimsenin
dikkat etmediği o cümle geldi aklıma. ”Bu mevsim bana iyi geldi ” Belli ki,
mevsim sana gerçekten iyi gelmişti. Yüzünde bunun izleri görülebiliyordu.
Balıklar, insanlara ve dünyaya bakan
yüzünden memnuniyetin sezilebiliyordu. Balıkların temizlenmesi uzun sürdü,
sıkılacağını düşünüyordum. Oysa yüzüne baktığımda herhangi bir sıkılma
belirtisi göremedim, sen günün keyfini çıkarmaya kararlı görünüyordun. Aklımda,
benden başka kimsenin dikkatini çekmemiş o cümlen,”Bu mevsim bana iyi geldi.
”sana bakıyordum. Sakarya caddesinden yukarı doğru, evinin sokağına doğru
çıkarken çiçekçilerin önünde duraklayıp bir demet papatya alıp almayacağını
merak ediyordum. Almadın...
Selanik caddesini geçmen gerekecekti ve balık
aldığına göre eve gidiyordun. Bu öngörünün beni ne kadar düş kırıklığına
uğrattığını tahmin etmelisin. Daha uzun bir süre sokaklarda olacağımızı
sanıyordum. Selanik caddesinden Meşrutiyet caddesine çıktığımızda, keyfim kaçmış
bir şekilde arkandan yürümeye devam ediyordum. Birden cadde üzerindeki bir
pastaneye girdiğini gördüğümde, şaşırdım. Bahçedeki masalardan birine oturdun.
Garsondan soğuk gazoz istediğini duyabiliyordum. Şaşkınlığımı anlayabilirsin,
iki adım ötesi evindi ve sen, eve gitmek yerine o pastanenin bahçesinde
oturuyordun. Oturup sokağa bakıyordun gazozunu içerken. Karşıdaki otelin önünde
durmuş, ısrarla otelin kapısına bakmakta olan o adam aynı anda dikkatimizi
çekti ikimizin de. Üstü başı dağınık, başı hafifçe yana eğik duran ve neredeyse
acı dolu gözlerini bir otelin kapısına dikmiş bir adam ister istemez belli
fikirler getiriyordu zihnimize. Senin aklından da aynı sorunun geçmekte
olduğuna emindim ve tahmin yürütmekte olan zihninin hızla çalışmakta olduğunu
fark ediyordum. Çantandan sigara çıkarıp yaktığında, içmemen gerektiğini
söylememek için kendimle mücadele ettim. Sense sigaranın dumanları arasından o
adama bakıyordun hala. Bu arada cep telefonun çalmaya başladı, bakışlarını, bir
diğer izleyici konumunda olan o adamdan ayırmadan, telefonla konuşmaya
başladın. Arayan kimdi? Telefonu telaşla kapattın, garsonu çağırıp para öderken, otel kapısına
hala bakmakta olan adamı unutmuş gibiydin. Unutmazsın oysa. Unutmaz ve eylediğin
her şeye eklersin adamın görüntüsünü. Giderek o olursun ve adam için biçtiğin
hikâyeyi anlatacağın zamanın gelmesini beklersin. Acelen olmasa o masada
saatlerce oturup, adamın o otel kapısına bakmasını izlerken zihninde beliren
hikâyeyi büyütmeye çalışırsın. Acelen
vardı oysa ve yüzünde de bir telaş. Bütün gün yüzünde hiç belirmemiş olan o
telaş, oraya gelip oturmuştu. Hızla oturduğun sokağa yöneldin, hevesi
kursağında kalmış bacaklarım da seni izledi. Neden düş kırıklığı yaşıyordum ki,
az sonra akşam olacaktı ve balıkla dolu o beyaz renkli naylon torba, akşama
konuklarının olduğunu, zaten erkenden gidip, hazırlık yapmak isteyeceğini
söylüyordu. Bu durumda hayıflanacağım tek şey, mutfak penceresinin sokağa
bakmıyor oluşu olabilirdi.
Evinin bulunduğu sokağa yöneldiğinde, gün benim
için sona ermişti, yine de hala arkandaydım ve elinin tersiyle alnına düşen
saçlarını geriye doğru itişini görebiliyordum. Bugün de böylece sona erdi, diye
düşündüm. Peşinden ayrılmadan seni izlemiştim ve bundan hiç gocunmuyordum. Seni
bütün gün izlemiştim. Oturduğun apartmanın önüne ulaştığında, bir an
duraksadığını görüp arkanı döneceğini ve bana nihayet bir şey diyeceğini
düşündüm. Ama sen benimle hiç konuşmazsın ki… Sen devinirsin, yalnızca
devinirsin, ben de oturup seni izlerim. Bütün gün seni izlerim. Tüm bir gün...
Mey
Vladimir Zotov
Yara ve Düşler...
Yara insanın düşlerine uzatır ilkin elini, ardından bir battaniyeye sarılır gibi alır onları üzerine ve kıvrılır köşesine.
Siz evden çıkarken bir an durup bakarsınız. Bir an sadece. Yanlarına sokuluversem, dersiniz. Dışarıdaki hayat dirlik vermez arzuya. Kapıyı ardınızdan çekip çıkarsınız. Onlar birbirini avutur nasılsa, fikri içinize yalancı sular serperken sokak ifadesi gelir yerleşir yüzünüze. Her gün. Her Allah'ın günü...
Mey
Siz evden çıkarken bir an durup bakarsınız. Bir an sadece. Yanlarına sokuluversem, dersiniz. Dışarıdaki hayat dirlik vermez arzuya. Kapıyı ardınızdan çekip çıkarsınız. Onlar birbirini avutur nasılsa, fikri içinize yalancı sular serperken sokak ifadesi gelir yerleşir yüzünüze. Her gün. Her Allah'ın günü...
Mey
27 Kasım 2013 Çarşamba
Telafi…
Neden oflayıp
pufluyorsun, diye sordu başını okuduğu kitaptan kaldırmadan. Nihayet varlığımın
farkına vardığına sevinsem de içimin sıkıntısı geçmiyordu.
İçim sıkılıyor
Benedictus’cum, dedim. Kalkıp odayı arşınlamaya başladım. Kitabı bırak!
Benimle ilgilen biraz, diyemediğimden sağı solu karıştırarak yürüyordum.
Yapmam gereken ama yapamadığım bir dolu
iş var; elim gitmiyor, gitmedikçe daralıyorum, dedim elime aldığım bir defterin
sayfalarını karıştırırken.
Telafi edersin,
dedi sakin bir sesle. Sıkma canını.
Eder miyim
sahi, diye sordum umutla. Hala başını kitaptan kaldırmamış olmasına içerlemiş
olduğumu bile unutmuştum.
Edersin tabii,
dedi. Bir an önce başından gitmemi istiyor gibi bir hali vardı. Aldırmadım.
Peki, dedim
uzatarak peki’yi. Aşkı da telafi edebilir miyiz?
Saflığıma inanamıyormuş
gibi bir an soluksuz kaldı. Sabır bulmak için gözlerini de kapatacağından
korktum.
Yapmadığın ya
da henüz olmamış şeyleri telafi edebilirsin, dedi. Olmuş’lar için bulmadı
insanoğlu o sözcüğü.
Düş kırıklığı
ile iç geçirdim. Hala başını kaldırıp bana bakmamıştı, inatçı adamdı. Ve senin
de telafin yoktu…
Mey
Nastya Kaletkina
Bölümlemeler...
Ağaçlara
ilişkin kimsenin bilmediği bilgiler vardır. Onlara"bekleyenler"
adının verilmesi istendi gerçi. Ama nefretle karşlandı bu öneri ve"eşyanın
gerçeği epik bilimin romantizmidir" denmekle yetinildi. Yalnız sözcüklerle
bilen, ama bu sözcüklerin gösterdikleri eşyayı bilmeyen, gene de sözcüklerle
onların gösterdiği eşya arasında kesinkes bir benzerlik olduğunu söyleyen,
ancak bu benzerlikte hangisinin bir anda ve bir arada doğduğunu, ama ayrı
tanrılardan yaratıldığını, bu tanrıların ise birbirlerini hiç görmediklerini,
tanımadıklarını, buna karşın birbirlerini yadsıdıklarını ilerisürenlere karşı
hiçbir zaman tür adlarını tutmadım. Anlamak beni mutsuz kılıyor,anlamadığım
kitaplarla yaşayabiliyorum. Merdivenli suların camı. Masa ileiskemleyi hep bir
arada düşündüm, böylece ikisi de yok oldu, geriye bağıntıların imgesi kaldı.
Bağıntıların canı vardır, ürerler ve mantığı yaratırlar. Biçim dizileri özlemin
ikincil putudur. Çünkü insanoğlunun sonu geldi. Bunu bağırabağıra söyleyelim.
Yıldızlar olmasaydı gökyüzü de olmazdı denkleminin yanlışlığı, iç nitelikle dış
niteliğin karıştırılmasındandır. Bütün bilgilerimizin yanlış olduğu oraya
çıktı, bizi aldattılar, çünkü bölümlemeleryanlıştı. Söz gelişi
"çayır" gerçekte üçe ayrılır. Bunlar, "fırtınanın çayırı","öğlenin
çayırı" ve "ölümlerin çayırı" adlarını taşırlar. Fırtına ise
beşe:"yıkanmış fırtına", "geçmişi ormana takılı fırtına",
"umutsuz fırtına" ve"tarihini yok etmiş fırtına"dır. Çünkü
dört beştir. Toprak ise yalnızca bir'e ayrılır ve bir iyidir. Çünkü nedensellik
yasasının kaynağını oluşturur. Yağmur eklemlidir. Şimdi ölümleri bölmeye
başlayalım: "padişahların ölümü", "delilerin ölümü",
"cücelerin ölümü", "kızoğlankızların ölümü" ve
"doğmamışların ölümü"...kaç etti? altı mı? gerçekte yedi olması
gerekiyordu. İşte o yedinci ölüm unutuldu ve kılık değiştirerek bir denklem
içinde matematikte boy gösterdi:p/q=ne p, ne q. Tükenmez selin meşeli ağırlığı
ve kış sellerinin uçuşu, yazgöllerinin güneşi, yaz olmuş kırağ, güneş
dorukları... Tümünü unuttum. Nesnelerin toplamı bir im biçimidir ki, karşılığı
gösterilmez. Tümceler arasında anlam farkı yoktur, ancak kendi bulduğumuzu
anlayabiliriz. Bu da bağımsızlık ve yalnızlık demektir. Bir tümcenin içindeki
sözcükler sonsuza eğin yerdeğiştirebilirler. Bunu denemeye değer. Tanımlama
tüketti beni. Yinelemeden ise nefret etti. Bizi aldatan, günlerin, ayların,
yılların yinelenmesi oldu. Oysa yinelenen hiçbir şey yoktur. Bunu biliyorum.
Melih Cevdet Anday
" Evdeki" Üzerine Bir Deneme...*
Haftalardır evden
dışarı çıkmadım. Bu, bilinçli bir karar mıydı, yoksa Ayten’i düşünüp durmanın;
aslında ondan çok da farklı olmadığımı kendime kanıtlamaya çalışmanın zorunlu
bir sonucu mu, emin değilim. Ayten?
Ona bu ismi ben
verdim. Beni bunu yapmaya iten en önemli neden, onun hakkında ya da ona dair
yazmayı düşünmeye başlamamla birlikte baş gösteren büyük sorundu. Bir adı
yoktu. Ona bir isim vermemişti Yusuf Atılgan. Hikayeyi okuyan, bilen herkes
için o, “evdeki”ydi. Evdeki. Yusuf Atılgan’ın, Bodur Minareden Öte adlı
kitabının, ilk öyküsünün kahramanından söz ediyorum. Evdeki.
Öyküyü okumamın
üzerinden çok zaman geçmeden yazmaya karar vermiştim “evdeki” ni. Ve onu ne
kadar çok düşünürsem, giderek ona o kadar çok benzemeye başladığımı fark
etmemle birlikte; biz, o ve ben, artık iki ayrı “evdeki” ne dönüşmüştük. İşte
tam da bu yüzden ona bir ad vermem zorunlu hale geldi. Biz artık, “iki başına”,
iki “evdeki” ydik.
Evet giderek
Ayten’e benziyorum. Onun her geçen gün kendini daha fazla kıstırılmış
hissettiği kasabasının; o kasabadaki, henüz kaldırılmış kalaslarıyla boşalan (
oysa on yıldır orada yığılı duruyordu o kalaslar) arsaya bakan penceresinin
önünde yaşadığı daralmayı hissediyorum ben de, bütün gün karşısından
kalkmadığım bilgisayar ekranına bakarken.
On yıl önce,
Ayten’in henüz okulu bitirdiği yıldı, o kalasları getirip yığdılar arsaya. Ve
o, öncesinde okul dönüşü çocukların top
oynadığı arsaya bakardı. On yıldır da o arsaya bakıyor. Onun kendisini
gerçekten ifade edebildiği tek etkinliği bu. Tıpkı benim, on yıldır, bilgisayar
ekranının sunduğu dünyayı izleyişim gibi.
“ Kız, koca mı
arıyorsun orada” diyor Ayten’in annesi sık sık. Bu cümle, kasabaya kapatılmış
olduğunun bilgisi kadar boğuyor yıllar geçtikçe Ayten’i.
Haftalardır evden
çıkmıyorum. “Kendini eve gömdün, çık o kitapların arasından. Kalk bilgisayarın
başından” diyen seslerle boğulurken ben de biraz daha yaklaşıyorum Ayten’e.
Sokağa bakıyor
Ayten. Sokaktan tek tük geçenlere. Hepsini tanıyor; yüzlerindeki güvene kadar
tanıyor üstelik ve korkuyor o güvenden: “Büzülüyorum; içimi bir korku kaplıyor”
diyor o güvenli yüzlere bakarken. Korkusunu, kıstırılmışlığından kaynaklanan
boğuntusunu içimde hissediyorum gözlerim satırların arasında dolaşırken.
Haftalardır evden çıkmadım ve Ayten’den daha çok korkuyorum.
Kasaba, yalnız
küçüklüğü ve – kelimenin tüm anlamlarıyla – darlığıyla değil; oraya ait
olmadığını bilmenin, dış dünyanın büyüklüğünde kaybolmayı özlemenin sıkıntısı
değil Ayten için. İnsanlar, küçük kasaba insanlarının iç içe geçmiş tanışıklığı
ve birbirlerinin hayatları üzerinde söz hakkı iddialarıyla bunaltıyor Ayten’i.
“ hep birbirlerini
çekiştirirler. Gözleri ışıldar anlatırken. Onların yanından kalkıp gitmekten
korkarım. Gider gitmez beni çekiştireceklerini sanırım.”
Hem onlara, hem
kendine acıyor Ayten: “o kıza da acırım ben, şu kadına da, kendime de. Neden bu
daracık kasabadayız biz? Yoksa bütün dünya böyle mi? Kitapların dediği yalan
mı?” diyor sıkıntıyla Ayten. Sesimi duyurabilsem, bana da acı, diyebilmek
isterdim. Evet, aslında dünya koca bir kasabadan ibaret ve evet, kitaplar yalan
söylüyor, diyebilmeyi de isterdim. Ayten’le oturup, dünyanın aslında boğucu bir
kasabadan ibaret oluşuna birlikte yanmak isterdim.
Artık evlensin istiyor
Ayten’in annesi. Yaşı geçmiş; dedikodu almış başını. Umursamıyor bunları ve
soruyor dönüp bana: “ Kiminle evleneceğim bu kasabada?” ne kasabayı, ne de
kasabadaki herhangi birini layık görüyor kendine. Çıkışın olmadığı bilgisi ise
dikeni durup durup kendine batırdığı:
“İnsan kendine acır mı? Ben acıyorum.”
Ayten, tümüyle bir
yerini yadırgama haline dönüşmüş hikayenin içinde. Onunla birlikte, bir diğer “
evdeki” ne dönüştüğümün farkındalığıyla sürekli o dizeleri mırıldanıyorum ben
de:
“ hep içimde kalmalı huzursuzluğum
Bir türlü yerime yerleşememişliğim”
Avutur mu bu iki
dize, “evdeki” leri Ayten?
Nasıl çıkacak o
evden, o kasabadan? Kiminle evlenecek? İngilizce çalıştırdığı, çipil gözlü
dayıoğlu Necati’nin gözlerinde gördüğü cinsel isteğin tenindeki iziyle; gece
yatağında kasabadan çıkma düşleri kurarken, sokaktan geçen sarhoşun narasının
düşündürdükleriyle, en çok da kadın oluşun gereklilikleriyle nasıl başa
çıkacak?
Bu soruların
cevaplarını ararken, sarhoşun narasıyla irkiliyoruz her ikimiz de:
“ Uyyyy, koca çarıklı Allah, uy! “
Kalasların arsaya
yığıldığı yıl, ayten okulu bitirdi. Va aynı yıl dayısı öldü. Geride kalmış bir
umut dayı oysa. O ölmeseydi, kasabadan çıkabileceğine inanıyor Ayten. İngilizce
çalıştırıyor dayısı ona ve sürekli diyor ki; “ kız, erkek olsaydın seni oralara
yollardım.” İşte bu dayının gidişi, her
geçen yıl kendini daha çetrefilli bir labirentin daracık yollarında kaybetmesinin nedeni sanki.
Günlerdir kendini
kapadığım bu evde, Ayten’in daralması, korkuları ve boğuntusuyla, onun aksine,
Ayten’e acımıyorum. Anlıyorum sadece. Her ikimizi de. “ evdeki” olmanın
anlamını biliyorum artık:
Evdeki bir kendine
acımanın öyküsü.
Evdeki bir daralma
ve tiksinti duygusu.
Evdeki süreklilik
içeren bir yerini yadırgama hali.
Evdeki Yusuf
Atılgan’ın dişi kasabası.
Ayten bak dinle,
duyuyor musun? Nasıl da bağırıyor o sarhoş yine:
“ UYYY, KOCA ÇARIKLI ALLAH, UY! “
Mey
* Bu metin Yusuf Atılgan'ın " Evdeki " adlı öyküsü üzerine kurgulanmıştır...
26 Kasım 2013 Salı
Bulunmuş Mektuplar / Rüya...
Bir çanta
dolusu mektubun çıkagelmesi mucizeviydi. Elimi sokup birkaç tanesini çıkarınca
gördüm hiç açılmamış olduklarını. Farklı isim ve adreslere gönderilmiş veya
gönderilmemiş – hala emin değilim hangisi olduğundan – onlarca mektup. Elime gelen ilk zarfı, hakkım
olmadığını bilerek, açtığımda düzgün bir el yazısıyla özenle yazılmış birkaç
satırın çantanın sahibini arama fikrini hiçlediğini itiraf ederim. Çantayı
kaptığım gibi eve koştum. Kim vazgeçebilirdi ki o kime ve kimin tarafından
yazıldığı belirsiz birkaç cümlenin verdiği büyülü hazzı…
“ birkaç aydır sık gördüğüm bir rüya
var. bu sabah yine aynı rüyaya uyandım. bir yazımda ucundan kıyısından, azıcık
söz etmiştim bu rüyadan daha önce. edebiyat yapmadan anlatmaya çalışacağım;
gerçi huylu huyundan vazgeçmez ya, yapmamayı deneyeceğim en azından:
ormandayız, yürüyoruz. henüz olmamış
ama sabah yakın. tan vakti mi derler, öyle bir zaman işte. gideceğimiz yeri
sadece birimiz biliyor, muhtemelen sensin o. yüksek ağaçlarla çevriliyiz ve
yabancısı olduğumuz çok fazla ses var. insan yaratısı olmayan varlıkların
seslerine yabancılıktan ürküyor gibiyim. çok şeyden ürküyorum aslında, en çok
da bunun bir rüya olabileceği olasılığından sanırım. rüya bazen hoşluk yapıyor
elini tutmuş oluyorum, kimi zamanda hızla yürümekte olan sana yetişmeye
çalışıyorum soluk soluğa. sonunda içimizden biri, diğerini götüren hangimizse,
" geldik" diyor. hafif bir tümseğin üzerindeyiz ve o tümseğe yüzü
koyun uzandığında hemen aşağıdaki küçük göleti görebiliyoruz. sessiz olmamız
gerektiğini biliyoruz ve henüz vaktin gelmediğini. konuşmadan olabileceğimiz
kadar sessiz olacağımızın sözünü veriyoruz birbirimize. bekliyoruz. defalarca
izlediğin filmin can alıcı sahnesini ilk kezmişçesine heyecanla bekliyorum.
günün ışıma anıyla aynı anda gerçekleşiyor. yüzlerce; büyüklü küçüklü, türlü
renkli kelebek aynı anda suyun üstüne konuyorlar. kanatlarını açarak bir an
duruyorlar orada öylece. sen dönüp " su içiyorlar" diyorsun. ben
başımı sallıyorum. bu yetmiyor sana, altını çizmekte ısrarlısın. " öyle susamışlar
ki." diye ekliyorsun. gözlerimizi alamadan izliyoruz o anı. sonra onlar
birbirleriyle uyum halinde, suya konuşları gibi aynı anda hızla uçup
gidecekler. " güzel mi" diye soruyorsun. kelebeklerin yükselişine
bakıp tuttuğum soluğu bırakıyorum. dönüp sana bakıyorum. güzel mi, sorusuna
cevap vermek yerine, yüzümü boynuna gömüyorum.
günaydın canım…”
Mektubu
yavaşça zarfına yerleştirip, zarfıyla birlikte yırtıp atıyorum. Hırsla…
Mey
Oda Müziği…
Gözü görmez,
aklı işlemez kılıyor.
Tınıya vurgunluğumuz
her birimizi kendi içine kapatıyor.
Neredeyim ve
o nerede, diye soruyor biri. Sesi müziği bastırma çabasında.
Kemanlar ve
davullar aynı anda yükseliyor. İçimizde kabaranın ne olduğunu anlayamadan
odanın boşluğuna dikiyoruz gözlerimizi. Ne kadar ‘ sen ‘ dolu bu oda, diye
geçiriyorsun içinden. Aynı cümle benim dilimin ucunda oysa.
Kalbimizi
aynı odaya kapattığımız da aklımıza gelmiyor, aynı notaya kapılıp gittiğimiz de. Hiçbirimizin...
Mey
Branislav Fabijanic
" Balıkçısını Bulan Olta " Üzerine Bir Deneme*...
O çocuk
bendim. Bu kılığı kılık, yüzü yüz gibi adamı elinde olta; boynu tedirgin bir
utançla pardesüsüne gömük adamı gördüğüm an, elindeki oltaya bakıyor; kimlere
veriyorsun, diye sitem ediyordum. Sitem ya, kime ya da neye diye sormayın. O
zamanlar bir cevabım olabilirdi sorunuza ya da kirli beyaz yüzümün, açık mavi
süt rengine bakıp siz tahmin edebilirdiniz. Dişlerim karanlıktı evet; zayıf ve
ince bir boynum, yırtık kasketim, uzun kirli, güzel parmaklarım vardı çünkü.
Ona bakıyor
ve bir balık dahi çekemeyişiyle eğleniyordum içten içe. Ah, o olta benim elimde
olacaktı ki. Önce kızgınlık vardı ona bakarken içimde. Olta alabilecek parası
olduğu için; beceremeyeceği işe soyunacak kadar kendini beğenmiş bu, diyordum
içimden. Ah, o olta bende olacaktı ki... Çocuktum ama parası olanın
muktedirliğine dair güveni tanıyacak kadar büyüktüm bir yandan da. Muktedirlik
isyandı, kızgınlıktı sözlüğümde; evet biraz da gıptaydı. Oltaya baktıkça içimin
yağları eriyor, bir kerecik dokunabilsem ne balık tutardım ben be, diye
hayıflanıyordum.
Adamın
utancı - evet, herkes balık çekerken onun hala elinin boş oluşundan utanıyordu
besbelli - cesaret verdi, yanına sokuldum.
- bunların
tuttukları lüfer mi, ağabey dedim
- lüfer,
dedi. Sesi, konuşması bir başkaydı. Tanımadığım bir ses, tanımadığım bir
konuşma. Yüzüne baktım. Bildiğimiz adam yüzü. Yine de bir başkalık var yüzünde,
gözünde. Meraklandım.
- nerelisin,
diye sordu o ara adam .
- sormageç!
dedim sesime güvenli bir ton karıştırmaya gayret etmiştim.
- şu oltayı
biraz tutsana..dediğinde öyle şaşırdım ki, sevinmeyi dahi akıl edemedim. Gitti
bir simit alıp geldi. Çok çabuktu, oltayı uzattım,
- kalsın
kalsın, dedi, ben biraz dinleneyim.
Canıma
minnetti. Oltayı tarttım salladım. Hemen vurdu gözünü sevdiğim. Sevincimi
kursağıma tıkıp, belli etmemeye çalıştım. Tekrar salladım. Bir tane daha. Hay
maşallah. Bana bakıyordu, böbürlenmek hakkımdı:
- oltamız
yok, yoksa... Deyip sustum. Gerisini anlardı, anlamıştı. Tekrar salladım
oltayı, dönüp baktım adam yok yine. İyice bakındım, gitmiş.
-lan, yoksa?
Allahın
şanslı kulu muyum yoksa şansı kesinleştirsem daha mı i iyi, diye düşünüp
tuttuğum balıkları da alıp doğruca ada'larla eyüp iskelesi arasındaki köprüye
yöneldim. İçimde bir sevinç. Olta sahibi olmanın gururu bir yandan, " bunu
çaldım mı ben şimdi "nin sorgulaması öte yandan. Pat diye önüme çıktı.
Sevinç uçtu gitti, kan yüzümden çekiliverdi.
- bu tarafta
balık daha çok da...diye geveledim. İnandı mı, inansa ya. Köprünün
parmaklığından ayaklarımı sarkıtarak oturdum. Beceriksizce bu tarafa niçin
geçtiğimi anlatmaya çalıştım. Ben kekelerken ondan tepki gelmemesi cesaretimi
kırıyordu. Neden sonra yalnız olduğumu, adamın çoktan gittiğini fark ettim.
Oltaya uzun uzun bakıp, şevkle suya daldırdım. Adam gitti, dedim birkaç kez
kendimi ikna etmek için. Öyle çok balık tuttum ki o akşam...
Ben tuttuğum
balıkları yanıma sıralarken, pardesülü adam, hikayesini yazmak üzere rıhtım
kahvelerinin, önünde nasır ilacı bulunanına dalmış, çayını ısmarlamış, kalem
kağıdı çıkarmıştı.
Benim bir
oltam, onunsa bir hikayesi olmuştu.
Güzel
adamdı.
Mey
* Bu öykü, Sait Faik'in " Balıkçısını Bulan Olta " adlı öyküsü üzerine kurgulanmıştır...
Wolfgang Weinhardt
25 Kasım 2013 Pazartesi
Keşkeler Listesi...
Gün doğumunda içimden kanatlanan kuşun,
şurada açık unutulmuş bir kitabın sayfasında altı çizilmiş cümlenin;
çayın tazesinin kokusunun ve bi'de adını anmanın sevincini bulaştırabilseydim. Sana...
Mey
Gaurav Singh
şurada açık unutulmuş bir kitabın sayfasında altı çizilmiş cümlenin;
çayın tazesinin kokusunun ve bi'de adını anmanın sevincini bulaştırabilseydim. Sana...
Mey
Gaurav Singh
Güller Düğümleniyor...
(Kocaları
tarafından öldürülen kadınlara…)
Solmayan
çimenlerden bir tabut içinde
uzun kırık
bir gülümseyiş,
ormanın kadife
sesinde sönmüş bir çığlık.
Kimsesiz bir
dalganın boynunda
gölgeye
dönüşüyor yaraları.
Koyuverdi
bayır aşağı
yıllardır
boyadığı isli küpleri,
dehşet
çamuruna gömüldü
içindeki
solgun yıldızlar.
Şaha
kalkacak atlar
ateş kokan
anıların sularında
arka bahçede
bakışırken sureti
çocukluğu ve
çocuklarıyla.
Güller
düğümleniyor
bıçağın
yanan kırk dudağında,
kadının
gözlerindeki zifir
sarkıyor
asmanın sürgünlerinden.
Dilek
Değerli
İzleyiciliğe Dair …
İzleyici olmayı
seçmek de aşk’a dahil, dedi.
Nasıl yani,
sorusu kaçınılmazdı. Gülümsedi. Biraz hüzünle gülümsedi ve dedi ki;
Tren rayları
gibi. Biri gider, diğeri onu izler.
Düşündüm. Haklı
gibiydi.
Haklı olabilirsin,
dedim. Ama şu da var ki, izlenen de dikkatli bir izleyici olabilir.
Bunun üzerine
ne denebilir ki, düşüncesiyle arkama yaslandım. Rahatlamıştım.
Belki de
raylardaki makaslar sırf bunun içindir, dediğini işitinceye kadar kendimden
memnundum. Ama o cümle kurulmuştu. Bana rahat yoktu...
Hakan İşcen
- Mey
Elmer Batters
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)