Ben çok
kaybolurum bilirsin, diye başladım söze. Sihirli aynamı karşıma almış, birkaç
gündür zihnimde dolanan kaybolma meselesini konuşmaya niyetlenmiştim.
Biliyorum, dedi
neşeli bir sesle. İlkini hatırlıyorum da, küçücüktün.
Hatırlatmayla
ikimiz de güldük. Ben de hatırlamıştım. Beş yaşındaydım, dedim. Yazdı ve
annemle pazardaydık. Onun elini hiç tutmuş muydum, yoksa elini bırakmama neden
olacak bir şeye mi takılmıştı gözüm hatırlamıyorum. Sonrasında, aslında küçücük
olan ama devasa görünen pazar yerinin kalabalığında bir başınaydım.
Korkmuş muydun,
sorusu belleğimi zorlamama neden oldu. Hatırlamıyorum, dedim. Ama korkmuş
olmalıyım, beş yaşındaydım sonuçta. Sonu karakolda biten bir maceraydı,
tamamlaması aynadan geldi.
Sonraki kayboluşlarımın
çoğunluğunun eğlenceli hikayelerinin üzerinden geçecek gibiydi. Ara sıra
hatırlamanın zararı yok, düşüncesindeydim ben de. Yolları yabancı, insanları
yabancı kentlerde nerede olduğumu bilmeden dolanışlarımın, kaybola kaybola
kaybolmaktan korkmamayı öğrenişimin tarihini gözden geçirdik uzun saatler boyu.
Gün yavaş
yavaş renk değiştirmeye başlayana kadar sürdü bu. Tehlikeli sulara girmeden,
ben onu o beni acıtmadan konuşmayalı epey olmuştu, diye düşünüp sevinirken
sihirli ayna, var oluş nedenini anımsamış olmalıydı.
Yine kayboldun,
değil mi diye sordu. Neyse ki korkmuyorsun.
Başımı kaldırdım.
Sorunun amacını anlamaya çalıştım. İçten görünüyordu. Aynı içtenlikle cevap
verdim:
Bu kez,
dedim. Çok korkuyorum…
Mey