İçimizde,
başımızda ateşten çemberdi bir büyük korku.
Yüzümüzü ne
yana dönsek, bir başka karanlık bakıyordu kalbimize.
Söz’den, sus’dan,
bakıştan, bakmayıştan, anlayıştan ve hiç anlamayıştan yapılma bir kaderin
doğurganlığının koktuğu sularla yıkanmıştık.
Kaçacak yer
yok, derken. Tam da kaçınılmaza teslimken bir güzel var oluş sarmaladı ürkek
bedenlerimizi. Önce karanlığı, ardından sus’u sevmeyi ve hatta söz’ü içimize
çekmeyi öğretti zayıflamış bilinçlerimize. Koynunu açtı kocaman. Uzandık ve
yumduk gözlerimizi. Sıcaktı kolları ve bedeninden yayılan ateşle ısıttık hiç
ılımamış bedenlerimizi. Yuva bildik kucağını ve burada saklanabiliriz, diye
düşündük. Bir ömür boyu. Adını sorduk nice sonra. İçinde sıcak ışıklar gezinen
gözünü dikti bana. Dedi ki; yazıp duruyorsun ya. Neyi, diye sordum heyecanla. Gülüşünü
hepimiz işittik, tanıyan ben oldum. Adımı, dediğini duymama gerek yoktu…
Mey