Kim demiş on
üç on dört yaşların savaş kaldıramayacağını günümüz dünyasında? ben de savaş
yaralarımı bu öyküye ertelemişim... Ve o yaralar bende kalacak, öfkeyle
parlatacağım onları her şeyin yüzeyinde, yapışkan bir toz tabakası gibi... Eve
düşen patlamamış bomba --komünistlerle devrik makarios taraftarları, faşistler
onları savaşmaları ya da ölmeleri için zincirlerle havan toplarına bağlamışken,
emniyet pimleri çekilmemiş mermiler yağdırıyorlardı lefkoşa'nın türk
kesimine... Evet. Eve düşen, annemin tepesinden, büyükannenin birkaç santimetre
yanından geçerek yaklaşık iki saat önce beni yatırdıkları yatağı biçerek yere
saplanan patlamamış bir bomba, galiba güçlü bir havan mermisi (düşerken sesleri
giderek tizleşir --cviiiiift gibisinden...) birkaç gün sonra çıkarılırken girne
kapısına kadar koşarak oradan kaçan ben, hâlâ nefes nefese, o öyküyü anlatacak
gücü kendimde bulmalıyım... Öykü, o sıralar hastanede -bir hekim kılığında,
bembeyaz ve kana bulanarak-- kapana kısılmış babamın mirasıdır ve ben, onu
anlatmalıyım... Emniyet kemerlerinizi bağlayın lütfen...
"kulaklarım!
kulaklarım!" diye bağırarak getirildi... On dokuz yirmi yaşlarında, doğulu
delikanlı... Sağ bacağı kanlar içinde, iğrenç, inanılmaz, paramparça... Doktoru
kan çeker önce... Anestezisiz diktiler ve iğne vurup susmasını beklediler.
Susmadı: "kulaklarım! kulaklarım!..." haykırışlarının hastane
koridorlarında işi henüz bitirilmemiş kurbanlık gibi, kimi sedyede, kimi
battaniyeler üstünde bekleyen kahramanların moralini bozması katlanılamaz bir
durumdur. Savaşın o gizli biçki-dikiş ahlâkının şu diğer kahramanları, neşterli
ve her bakımdan alkollü hekimler, defalarca kulaklarını kontrol etmelerine
karşın (yakına düşen, ya da yakından salıverilen bir top mermisi mi acaba?),
darmadağın bacağı dışında "sapasağlam" teşhisi koymaktan başka bir
şey yapamıyorlar... Ses çınlıyor hastanenin üst katlarına doğru yankılanarak:
"kulaklarım! kulaklarım!..."
Ah! artık
psikiyatrik bir vak'a olsa gerek bu. Bir harb psikozu...
Psikiyatristin
muayenesi daha da zor ve sürüncemelidir... Birkaç tokat, biraz telkin:
"nerelisin sen evlâdım?" tercüme: hangi cehennemden geldin? hangi
cehenneme gidiyorsun? "ne diyorsun sen, bir şey yok kulaklarında...
Sapasağlam ikisi de..."
Ah!
psikiyatrik bir vak'a bile değil bu... Oğlan, basbayağı... Yemiş kafayı...
Ve yoğun,
zor, anlaşılmaz bir diyalog, hoyratça, kulakları tedavi edecektir:
"kulaklarım! kulaklarım!" hangi kulaklar? köyde bekliyorlar...
Komandoyum ben... Göğüs göğüse... Taşlık araziye attılar beni paraşütle... Çoğu
arkadaşın bacağı kırıldı... Bana bir şey olmadı... Kulaklarımı kaybettim ben...
Öldürdüklerimden kestiğim... Bir sicime dizmiştim onları... Köyden beklerler...
Kulaksız nasıl dönerim ben?
Bu satırları
yazarken bilgisayar ekranının karşısında gözlerim yoruluyor, kara deliklere
düşüyorum, erişilmez bir süratle... Bunları yazdığım için saldıranlar da
olur... Dilim yorulacak... Mirasını savunurum pederin... Ama ben, bir temmuz
günü, on dört yaşındayken, daha kesin olarak söyleyeyim, 26 temmuz 1974'ün
ateşkes kurşunlarının vızıldamasını durduramayan yoğun, katı, renksiz, ceset
kokulu bir akşamında (yağmur yağıyor muydu hâlâ?) bu öyküyü kendi kulaklarımla
işittim...
Kulaklarım!
kulaklarım!
Ulus Baker