Tezgahın üzerindeki
malzeme bolluğu cesaretimi kırmadan hemen önce, afgan tavuğu meselesini
dillendirmemiş olsaydım her şey bambaşka gelişebilirdi. Akşama bendesiniz,
demiştim. Afgan tavuğu yapacağım. Yemeğin adının fiyakasına verilen tepkiler,
hevesimi ikiye katlamış ve kolları sıvayıp mutfağa dalmıştım. Daha önce afgan tavuğu
pişirmiş değildim, tavuktan da haz ettiğim söylenemezdi. Yine de bu yemeğin
malzeme listesinde beni kendine çeken bir şey olduğu açıktı. Açık olmayan o
şeyin ne olduğuydu ve ancak yemeğin hazırlanma sürecinden açıklığa kavuşabilme
olasılığı vardı.
Malzeme listesine
bakıyorum. Bunca alakasız şeyin bir araya nasıl geleceğini düşünüyorum ilkin. Zihnime
benzetecek gibi oldumsa da, liste karmaşa konusunda beni açık ara geçerdi. Soğan ve sarımsakları soyarak başlıyorum.
Soğanın ağlatmadığı ama her seferinde ‘ağlamadan, dillerim dolaşmadan…’ diye
başlayan o şiiri ezberden okuttuğu başka biri var mıdır acaba, diye düşünüyorum
yine. Ağlamayan ama dilleri hep dolaşık
başka biri? Soğana dikiyorum gözlerimi, sanki cevap verebilecekmiş gibi. Susarsan
ince ince doğranırsın işte, diyorum açıkça haz alarak. Zeytinyağı tencereye
alınıp intikam duygusuyla kıyılmış malzeme eklenerek sotelenmeye başlanır,
ifadesinin tarifte olmadığını söylemeye gerek duymuyorum. Malzeme pembeleşince
altını kısıp, tavuğun kalça kısmından elde edilmiş parçaları kuşbaşı haline
getirmeye girişiyorum. O anda gözümün önünde beliriyor, bir Afgan pazarında
satışa çıkarılan küçük kızın görüntüsü. Midemde bir kasılma, bıçağı tutan elim
bembeyaz. Kötülüğün eril hali doğrudan ve dolaylı hep yanı başımızda diye
düşünüyorum. Tavuğu küçük parçalara ayırmak kolaylaşıyor bu düşünceyle. Öfkemin
kurbanı tavuk tenceredeki soğanların yanına yolcu ediliyor. Sotelemeye devam. Dolaptan
kırmızı biberi alıp çekirdeklerini ayıklayıp suyun altına tutuyorum devamında. Suyun
biberin kırmızısının üzerinden akıp gidişinin yarattığı çağrışıma dalıp gidecek
gibiyken ocaktan gelen cızırtı aklımı başıma devşirmeme neden oluyor. Bırakmıyorlar
ki, diyorum. Adam gibi dalalım. Dalıp gidelim bir süre sonra çıkarız nasılsa. Hep
yüzeyde tutacak hayat illa. Yüzeyin zorlayıcılığına bağlayacak. Biberi bırakıp,
ocaktakini usulca karıştırarak sakinleştiriyorum. Her zaman işe yarar. Ne zaman
zihnim de böyle cızırdamaya başlasa, usul usul karıştırırım, bir süre beni
rahat bırakır. Biberi de doğramak gerek şimdi ince ince. Ardından baharatları
ekleyeceğim, biraz domates biraz da biber salçası. Bir süre pişecek öyle. Bu esnada
kuru kayısı, incir ve eriği küçük parçalar halinde doğrayacak; öncesinde
soyulmuş bademi tencereye aktaracağım. Tavuklar pişince girmeli kuru meyveler,
buna dikkat et demişti, büyük teyzem. Peki demiştim ya, tuzlu, tatlı ve ekşi
bir arada nasıl olacak diye düşünmekten geri durmamıştım. Aklıma kötü
benzetmeler üşüşüyor bunu düşününce, gülüyorum. Dur şimdi, diyorum benzetmenin
kötüsüne tahammül edecek halde değilsin. Duruyorum, hak verdiğimden. Son zamanlarda
kendime ne çok hak verdiğimi düşünecek gibi oluyorum. Ama şimdi tavuğu
karıştırmak gerek, zihnimi karıştırmaya zaman yok. Tavuğu kontrol ediyorum, az
daha pişmeli. Son aşamada bu karmakarışık yemeğe ekleyeceğim limon suyunu
hazırlamalı bir yandan, diye düşünüyorum.
Önce kayısıyı,
sonra inciri ve en son kuru erikleri ekliyorum. Erikten ağzıma bir tane atmayı
ihmal etmeden. Bu şeyin içine girdiklerinde neye benzeyecekleri belli değil, en
azından böyle keyfini çıkarayım diye düşündüğümden. Meyvelerin ardından limon
suyu girecek yemeğe. Limonun ardından iki dakika daha, sonra altını kapat, diyen
büyük teyzemin sesi kulağımda. Büyük bir güvensizlikle bakıyorum yemeğe. Peki, neden
soyundum buna? Bir de soruyor musun, çıkışması acımasız yanımdan geliyor. Yemekteki
tat karmaşasının; o tatlı, ekşi, acının zihninde neye tekabül ettiğini bilmez
gibi soruyor musun?
Ocağın altını
kapatıp, telefona sarılıyorum. Yemek iptal, diyorum. Gelmeyin.
Ardından tencereyi
önüme çekip, kalbimdeki bir şeye çok benzeyen yemeği üfleye üfleye yiyorum. Hala
çok sıcak da…
Mey