Çantanın açık
ağzından görünen zarflar dikkatimi çekti. Elimi sokup birkaç tanesini çıkarınca
gördüm hiç açılmamış olduklarını. Farklı isim ve adreslere gönderilmiş veya
gönderilmemiş – hala emin değilim hangisi olduğundan – onlarca mektup. Elime gelen ilk zarfı, hakkım
olmadığını bilerek, açtığımda düzgün bir el yazısıyla özenle yazılmış birkaç
satırın beni büyülediğini itiraf ederim. Çantayı kaptığım gibi okumaya
başladım. Kim vazgeçebilirdi ki o kime ve kimin tarafından yazıldığı belirsiz
birkaç cümlenin verdiği büyülü hazzı…
“ Göl kıyısında yürüdüğümüz gün geldi
dün gece aklıma durup dururken. Gölü ya da seni anımsatacak herhangi bir şey
yoktu esasında. Ertesi güne yetişecek işlerin peşinde, az bunalmış, çokça
yorgun ve neredeyse hissizdim. Uzun zamandır hissizim; duyumsuyor fakat
duygulanmıyorum. Rahatsız da değilim bu halden. Duygulanmanın düşkünlüğünden
çok çektiğimden midir, bilmiyorum; hissizliğim ne vakit görünür olsa gözüme,
böyle iyi diyorum kendime. Öyle iyi mi sahiden, diye sorma. Böyle iyi… Derken
göl ve sen aynı imgenin iki farklı görüntüsü olarak geliverdiniz geceye. Elimde
kalem yazdığım cümlenin ortasında kalakaldım. Ördeklerin suyun üzerinde
süzülüşlerini, güneşin suda oynaşmasını, ceplerine soktuğun ellerine duyduğum
özlemi, taze çayın kokusunu, bardağı kavrayan parmaklarının kıvrılışını
büyüleyici bulduğumu, yoldan geçen otomobilin açık penceresinden işittiğimiz
şarkıyı, aniden çıkan esintinin yüzlerimizi yalayışını, cümlelerinin arasına
yerleştirdiğin noktalı virgüllerin – nokta’yı sevmediğini söylemiştin hani bir
keresinde - çokluğunun beni gülümsettiğini ve günü noktalamamız gerektiğinde
içimi dolduran eksilme hissini hiç, ama hiç anımsamadım… Derin bir solukla
yarım bıraktığım cümleye dönmeden önce anımsattım kendime: Böyle iyi! Gölü ve
seni bir yana bırakıp yazmayı sürdürdüm. İşler mi? Yetişmedi…”
Mektubu
zarfına yavaşça yerleştirip, üzerinde ördeklerin gezindiği bir göl hayal
ettim. Bütün bir uyku boyu….
Mey