Çöp
bidonunun yanına bırakılmıştı. Açık ağzından görünen zarflar dikkatimi çekti.
Elimi sokup birkaç tanesini çıkarınca gördüm hiç açılmamış olduklarını. Farklı
isim ve adreslere gönderilmiş veya gönderilmemiş – hala emin değilim hangisi
olduğundan – onlarca mektup. Elime gelen
ilk zarfı, hakkım olmadığını bilerek, açtığımda düzgün bir el yazısıyla özenle
yazılmış birkaç satırın çantanın sahibini arama fikrini hiçlediğini itiraf
ederim. Çantayı kaptığım gibi eve koştum. Kim vazgeçebilirdi ki o kime ve kimin
tarafından yazıldığı belirsiz birkaç cümlenin verdiği büyülü hazzı…
“ Üç yıldır yazılıyor bu mektup. Sana. Ama en
çok da kendime. Mektubun asıl sahibinin yazarının ta kendisi olduğunu
kavrayabilmem için şu koca üç yılın geçmesi gerekti. Sana kuramadığım cümleleri
yazarak sessiz kalmaya dayanabilmenin – dayanabilmek ne zavallı bir sözcük
bende olanı düşününce – bir şans olduğunu düşündüm geçen aylar, yıllar boyunca.
Aynı oranda bir olanak ve olanaksızlık olan varlığının hayatımı – bir biçimde –
dolduruşunun tek izleyicisiyim. Ve işte bu benim katıksız yalnızlığım. Söyleyebilmenin
ihtimal dahilindeliğinin süresiz kıldığı umut da işkencem oldu.
Sen orada, etrafa tebessümler saçarak
gizlemeyi başardığın kederinle bir oluş’a boyun eğmiştin. Bense sana ait,
sahici, ne varsa avuçlarımın içinde tutar gibiydim. Diğer yandan benden uzak
dur istiyordum / istiyorum. Bana doğru atacağın her adımın karşısında geri
çekilişim, yan yanalığın ikimizi de sürükleyeceği girdapta kaybolacağımızdan
emin oluşumdandı. Seni hareketsiz kılacak cümleleri bulup çıkarmadaki başarım
ömrümü eksilten bir hastalıktı esasında. Bedenimi buruluyordu her seferinde.
Buruldukça sarıldığım sözcükler,
yanma hissini geçici olarak azaltan merhemden başka bir şey olmadı. Gücünden emin
olmadığın bir sezgiyle bakıyordun sözcüklerime ve soru kendi yolunu açıp
akamayan bir sıkıntıya dönüşüyordu zihninde. Elimden bir şey gelmiyordu. Elden ne
gelir? Yazmak gelir sadece. Yazıyorum…”
Mektubu zarfına yavaşça yerleştirip,
yumuşacık okşadım. Gece boyu…
Mey