Kapıyı itip içeri girmeden az önce, geleneksel iddiamı ortaya koyuyorum. Yatakta
mı, koltukta mı? Kumarımın eğlenceli yanı daima kazanıyor ve kaybediyor oluşum.
Oynarsın kazanırsın, oynarsın kaybedersin ilkesi hiçleniyor oyunumda. Yalnızca
o anda hem kazanan hem kaybeden oluyorum. Yatakta mı yoksa koltukta mı? Elim
kapı kolunda, bir an için bekliyorum. Yenginin sarhoşluğunu ezici bir
yenilginin utancıyla karıştırıyorum. Bana iyi geliyor. Derin bir solukla kapıyı
açıp içeri süzülüyorum.
Yatakta. Kazandım ve kaybettim. Tadını çıkarıyorum. Sonra ona bakıyorum.
Burnuna kadar çektiği yorgan, her geçen gün ufalan bedenini saklamış; gözleri
kapalı. Uyuyor gibi. Gürültüsüz yanaşıyorum yatağın yanına, yarı açık perdeden
sızan gün ışığı görmek için yetersiz, görmediğini düşünmek için ise fazlaca.
Usulca yaklaşıp kırışmış alnına, saçsız başına, gücünü yitirmiş gözkapaklarına
bakıyorum. Uyanmasa, diye geçiriyorum içimden. Uyanmasa ve geçiştiriversek bu
haftayı. Alnında boncuklanmış tere takılıyor gözüm, hiçbir anıya tahammülüm
yok, set çekiyorum çoktan yola çıkmış olanlara. Arzumun aksine uzanıp alnındaki
teri siliyorum elimin ayasıyla. Elbisemin eteğine kuruladığım ellerimdeki
titremenin anlamını biliyorum. Kusacak gibiyim. Odadan çıkayım diyorum, olduğum
yerden kıpırdamaya kalmadan açıyor gözlerini, yorgun bakışlarını yüzüme
dikiyor.
-
Ablan da geldi mi, diye giriyor söze.
Ablam! Tabii ya.
Rutin açılış cümlemiz. Elimle benden başka kimsenin olmadığı odayı işaret
ediyorum.
- Hiç
gelmiyor, derken doğrulmaya çalışıyor. Uzanıp yardım etmek gelmiyor içimden.
Cevap vermiyorum, verecek cevap mı var?
Soluğunda ses veriyor zorlanışı. Nihayetinde yarı oturur
vaziyette arkasına yaslandığında, başıyla koltuğu işaret ediyor oturmam için.
- Niye gelmiyor, diye soruyor. Bıkkınlıkla
bilmediğimi söylüyorum. Hiçbir zaman da bildiğim bir şey olmadı bu sorunun
cevabı.
- Sude nasıl, diye soruyor ve sanki
bilmiyormuşum gibi,” torunum “ vurgusunu ekliyor açık bir gururla. Kendisi
gelmiyor hiç değilse onu getirse ya, sızlanması geliyor arkadan.
Ufaklığın iyi olduğunu, okula gittiğini, derslerinde
başarılı olduğunu anlatıyorum, sesimdeki tekdüzelik geçmiş haftalardakinden
farklı değil.
- Ayrıldı da iyi mi oldu şimdi, diye kükrüyor
birden. Boş bakışlarıma kızmış gibi. Ablan, diyorum niye boşandı, iyi çocuktu damat.
Huzursuzca kıpırdanırken homurdanmayı sürdürüyor. Anasına çekmiş, iyi adamları
sevmiyor ikisi de.
Boğazımdan yükselen kahkahayı zorlukla bastırıyorum. Sıra
anneme geldi.
- Annesi olacak
kadın da beni öyle boşadı. Ortada bir şey yokken hem de. Ablan hep beni
suçladı; o yüzden bana nefreti, ondan buraya hiç gelmeyişi. Hala o adamla evli
mi anası olacak cadı?
Başımla onaylıyorum. Son bir hafta içinde gerçekleşmiş yeni
bir boşanma olmadığını söylüyorum, kendimi bıraksam güleceğim.
- Damat iyi
adamdı, diyor yine.
Başımla onaylıyorum, iyi adamdı. İyi adam. Konu yine ablama
dönüyor.
- Ablan diyorum,
diyor. Yine. Neden nefret ediyor benden?
Etmiyor, diye cevaplıyorum ama bıkkınım. Senden nefret
etmiyor. Bakışları ikna olmayacağının haberini sesinden önce veriyor.
- Damat
ilgileniyor mu kızla, diye soruyor. Anlatıyorum. Merak gereksiz, elbette
ilgileniyor. Birlikte sık sık zaman geçiriyorlar; elbette ilgilenecek babası
Sude’nin, diyorum. Sitemli olsun istememiştim sesim ya, o alınıyor bundan.
- Annesi olacak
o kadın bırakmadı ki, gitti elin herifiyle evlendi; uzak tuttu beni ablandan,
diyor. O da nefret etti benden.
Etmedi, diyorum sert bir sesle. Israrın faydası yok, belki
de etmiştir, diten iç sesimi susturmak zor oluyor.
- Hiç gelmiyor, diye söyleniyor yine. Konuyu
değiştirmek için arandığım tüm yolların ablama çıkacağından emin, kalkıp
pencereye yürüyorum. Pencerenin sunduğu manzarayı; ağaçları, o ağaçlarda
barınan kuşları, bahçe kapısının ardındaki yoldan geçen otomobilleri ve
insanları izlerken babamın sesinin sıraladığı sözcükleri tek tük işitiyorum.
Annesi… Ablan… kız çocuğu …elin herifi… iyi adam… damat… ablan… Dakikalar
geçiyor, sürekli yeniden başa alınmış saatleri yeniden yaşamak gibi zaman. Aynı sorular ve aynı cevaplar.
Dönüp yanına gidiyorum tekrar. Onun kendi kendine söylenişine bakıyorum.
Sonunda, dayanamayarak, uzanıp elini tutuyorum. Boş ver, gelmezse gelmesin,
diyorum.
Gözlerini hiç bilmediğim bir bakış dolduruyor birden. Uzunca
bakıyor bana. Senden nefret etmiyor emin ol, diyorum o bakışın verdiği
tedirginliği dağıtma umuduyla. O bakışın anlamını bilmiyorum, bilmeye hazır
değilim. Kafamı çevirip, gözlerimi pencereye dikiyorum oturduğum yerden.
Titreyen sesinin bana ulaşmasına dek de öylece duruyorum. Kimse daima öylece
duramaz. Bir şey olur, bir şey seni zorlar ve artık öylece duramaz olursun.
- Ona de ki,
diye başlıyor söze. Başımı kendisine çevirene kadar bekliyor devam etmek için.
Göz göze geliyoruz. Yine o bakış. Ona de ki bende – babasında- sevmediği,
nefret ettiği her ne varsa; bunların hepsinin kendisinde de olduğunu
bilmesindendir gelmeyişi. Bende kendini görmeye tahammülü olmadığından. Bunu
bildiğimi söyle ona.
Susuyor. Gözlerinde aynı bakış. Bir an için zaman duruyor,
ben duruyorum, o duruyor. Sonra alttan, derinden, çok derinden bir şey
yükseliyor içimde. Öfkeye benziyor ama belki değil. O şey neyse, her neyse, onu
ne yapacağımın bilemeyişiyle fırlıyorum oturduğum koltuktan. Gidecek gibi oluyorum, bir şey engel oluyor.
İyice yaklaşıyorum ona, yıllardır durmadığım kadar yakın duruyorum. Hangimizin
canının daha fazla yanacağını umursamadan, gözlerim o bakışı benzeriyle
karşılarken, sakince konuşuyorum:
- Benim ablam
yok!
Karşılık veriyor,
- Senin ablan
yok!
Israrım acıyı iki kişilik kılma çabasından:
- Benim hiç
ablam olmadı!
Bitik bir sesle yankılıyor sözümü;
- Senin hiç
ablan olmadı!
Mey