5 Aralık 2013 Perşembe

Ziyaret...

Kapıyı itip içeri girmeden az önce,  geleneksel iddiamı ortaya koyuyorum. Yatakta mı, koltukta mı? Kumarımın eğlenceli yanı daima kazanıyor ve kaybediyor oluşum. Oynarsın kazanırsın, oynarsın kaybedersin ilkesi hiçleniyor oyunumda. Yalnızca o anda hem kazanan hem kaybeden oluyorum. Yatakta mı yoksa koltukta mı? Elim kapı kolunda, bir an için bekliyorum. Yenginin sarhoşluğunu ezici bir yenilginin utancıyla karıştırıyorum. Bana iyi geliyor. Derin bir solukla kapıyı açıp içeri süzülüyorum.
Yatakta. Kazandım ve kaybettim.  Tadını çıkarıyorum. Sonra ona bakıyorum. Burnuna kadar çektiği yorgan, her geçen gün ufalan bedenini saklamış; gözleri kapalı. Uyuyor gibi. Gürültüsüz yanaşıyorum yatağın yanına, yarı açık perdeden sızan gün ışığı görmek için yetersiz, görmediğini düşünmek için ise fazlaca. Usulca yaklaşıp kırışmış alnına, saçsız başına, gücünü yitirmiş gözkapaklarına bakıyorum. Uyanmasa, diye geçiriyorum içimden. Uyanmasa ve geçiştiriversek bu haftayı. Alnında boncuklanmış tere takılıyor gözüm, hiçbir anıya tahammülüm yok, set çekiyorum çoktan yola çıkmış olanlara. Arzumun aksine uzanıp alnındaki teri siliyorum elimin ayasıyla. Elbisemin eteğine kuruladığım ellerimdeki titremenin anlamını biliyorum. Kusacak gibiyim. Odadan çıkayım diyorum, olduğum yerden kıpırdamaya kalmadan açıyor gözlerini, yorgun bakışlarını yüzüme dikiyor.
-          Ablan da geldi mi, diye giriyor söze.
 Ablam! Tabii ya. Rutin açılış cümlemiz. Elimle benden başka kimsenin olmadığı odayı işaret ediyorum.
        - Hiç gelmiyor, derken doğrulmaya çalışıyor. Uzanıp yardım etmek gelmiyor içimden. Cevap vermiyorum, verecek cevap mı var?
Soluğunda ses veriyor zorlanışı. Nihayetinde yarı oturur vaziyette arkasına yaslandığında, başıyla koltuğu işaret ediyor oturmam için.
         -  Niye gelmiyor, diye soruyor. Bıkkınlıkla bilmediğimi söylüyorum. Hiçbir zaman da bildiğim bir şey olmadı bu sorunun cevabı.
        -  Sude nasıl, diye soruyor ve sanki bilmiyormuşum gibi,” torunum “ vurgusunu ekliyor açık bir gururla. Kendisi gelmiyor hiç değilse onu getirse ya, sızlanması geliyor arkadan.
Ufaklığın iyi olduğunu, okula gittiğini, derslerinde başarılı olduğunu anlatıyorum, sesimdeki tekdüzelik geçmiş haftalardakinden farklı değil.
        -  Ayrıldı da iyi mi oldu şimdi, diye kükrüyor birden. Boş bakışlarıma kızmış gibi. Ablan, diyorum niye boşandı, iyi çocuktu damat. Huzursuzca kıpırdanırken homurdanmayı sürdürüyor. Anasına çekmiş, iyi adamları sevmiyor ikisi de.
Boğazımdan yükselen kahkahayı zorlukla bastırıyorum. Sıra anneme geldi.
       - Annesi olacak kadın da beni öyle boşadı. Ortada bir şey yokken hem de. Ablan hep beni suçladı; o yüzden bana nefreti, ondan buraya hiç gelmeyişi. Hala o adamla evli mi anası olacak cadı?
Başımla onaylıyorum. Son bir hafta içinde gerçekleşmiş yeni bir boşanma olmadığını söylüyorum, kendimi bıraksam güleceğim.
       - Damat iyi adamdı, diyor yine.
Başımla onaylıyorum, iyi adamdı. İyi adam. Konu yine ablama dönüyor.
      - Ablan diyorum, diyor. Yine. Neden nefret ediyor benden?
Etmiyor, diye cevaplıyorum ama bıkkınım. Senden nefret etmiyor. Bakışları ikna olmayacağının haberini sesinden önce veriyor.
       - Damat ilgileniyor mu kızla, diye soruyor. Anlatıyorum. Merak gereksiz, elbette ilgileniyor. Birlikte sık sık zaman geçiriyorlar; elbette ilgilenecek babası Sude’nin, diyorum. Sitemli olsun istememiştim sesim ya, o alınıyor bundan.
       - Annesi olacak o kadın bırakmadı ki, gitti elin herifiyle evlendi; uzak tuttu beni ablandan, diyor. O da nefret etti benden.
Etmedi, diyorum sert bir sesle. Israrın faydası yok, belki de etmiştir, diten iç sesimi susturmak zor oluyor.
       - Hiç gelmiyor, diye söyleniyor yine. Konuyu değiştirmek için arandığım tüm yolların ablama çıkacağından emin, kalkıp pencereye yürüyorum. Pencerenin sunduğu manzarayı; ağaçları, o ağaçlarda barınan kuşları, bahçe kapısının ardındaki yoldan geçen otomobilleri ve insanları izlerken babamın sesinin sıraladığı sözcükleri tek tük işitiyorum. Annesi… Ablan… kız çocuğu …elin herifi… iyi adam… damat… ablan… Dakikalar geçiyor, sürekli yeniden başa alınmış saatleri yeniden yaşamak  gibi zaman. Aynı sorular ve aynı cevaplar. Dönüp yanına gidiyorum tekrar. Onun kendi kendine söylenişine bakıyorum. Sonunda, dayanamayarak, uzanıp elini tutuyorum. Boş ver, gelmezse gelmesin, diyorum.
Gözlerini hiç bilmediğim bir bakış dolduruyor birden. Uzunca bakıyor bana. Senden nefret etmiyor emin ol, diyorum o bakışın verdiği tedirginliği dağıtma umuduyla. O bakışın anlamını bilmiyorum, bilmeye hazır değilim. Kafamı çevirip, gözlerimi pencereye dikiyorum oturduğum yerden. Titreyen sesinin bana ulaşmasına dek de öylece duruyorum. Kimse daima öylece duramaz. Bir şey olur, bir şey seni zorlar ve artık öylece duramaz olursun.
       - Ona de ki, diye başlıyor söze. Başımı kendisine çevirene kadar bekliyor devam etmek için. Göz göze geliyoruz. Yine o bakış. Ona de ki bende – babasında- sevmediği, nefret ettiği her ne varsa; bunların hepsinin kendisinde de olduğunu bilmesindendir gelmeyişi. Bende kendini görmeye tahammülü olmadığından. Bunu bildiğimi söyle ona.
Susuyor. Gözlerinde aynı bakış. Bir an için zaman duruyor, ben duruyorum, o duruyor. Sonra alttan, derinden, çok derinden bir şey yükseliyor içimde. Öfkeye benziyor ama belki değil. O şey neyse, her neyse, onu ne yapacağımın bilemeyişiyle fırlıyorum oturduğum koltuktan.  Gidecek gibi oluyorum, bir şey engel oluyor. İyice yaklaşıyorum ona, yıllardır durmadığım kadar yakın duruyorum. Hangimizin canının daha fazla yanacağını umursamadan, gözlerim o bakışı benzeriyle karşılarken, sakince konuşuyorum:
       - Benim ablam yok!
Karşılık veriyor,
       - Senin ablan yok!
Israrım acıyı iki kişilik kılma çabasından:
       - Benim hiç ablam olmadı!
Bitik bir sesle yankılıyor sözümü;

       - Senin hiç ablan olmadı!


Mey