Bir çanta dolusu mektubun çıkagelmesi mucizeviydi. Elimi
sokup birkaç tanesini çıkarınca gördüm hiç açılmamış olduklarını. Farklı isim
ve adreslere gönderilmiş veya gönderilmemiş – hala emin değilim hangisi
olduğundan – onlarca mektup. Elime gelen
ilk zarfı, hakkım olmadığını bilerek, açtığımda düzgün bir el yazısıyla özenle
yazılmış birkaç satırın çantanın sahibini arama fikrini hiçlediğini itiraf
ederim. Çantayı kaptığım gibi eve koştum. Kim vazgeçebilirdi ki o kime ve kimin
tarafından yazıldığı belirsiz birkaç cümlenin verdiği büyülü hazzı…
" Şimdi gidecek yerim var, eskiden yoktu. Bu yüzden
kalakalırdım tüm ağırlığımla olduğum yerde. Öyle bir ağırlık ki, ilk belirtisi
gözlerime inen perde olurdu; buğulanırdı baktığım ne varsa bir yandan da
anlamını yitirerek. Kalk git, derdi içimden bir ses, gidemezdim. Gidemeyişim
ağırlaştığımdan mıydı, yoksa gidemedikçe mi ağırlaşmaktaydım, bilemezdim. Bana
ait kuytu köşelerin resmini çizerdi zihnim, gözlerime inen perde yüzünden,
bakışlarım içime yönelirdi. O resimleri süsler, rengârenk boyar, içlerine incik
boncuk dizer, renklerinin parıltısıyla başım döner, yine de hafifleyemezdim.
Aynaya baksam, yüzümdeki kasların gerildiğini, benzimin karardığını,
dudaklarımın inceldiğini görecek ve korkacaktım. Bu yüzden bakmazdım aynalara.
Ayakkabılarım kapı eşiğinde küskün, sırt çevirerek dururlardı. Benden memnun
olmayışları, bayram öncesi bir çocuğun yastığının altında mutluluk malzemesi
olmayı dileyişlerini biliyor olmak bile yerinden kıpırdatmazdı bedenimi. Suçunu
bilen bir mahkûm gibi, öylece içime bakarak, gidilecek kuytu köşelerin resmini
çizerek otururdum.
İncik – boncuklar,
ayakkabılar, boyalar ve daha neler neler beni harekete geçirmek için seferber
olur, ışıklar, bayraklar, konfetiler sunarlardı kollarıma. Çırpınışları yol
olur açılırdı önümde, başımı ne yana çevireceğimi bilemezdim. Utançla başımı
önüme eğerdim; utanmayı ilk öğrenişim, kendime dair ilk memnuniyetsizliğim ve
ilk yok oluşumdu tüm bunlar. Bunları bilirdim ve her şeyin farkındaydım; yine
de bilmek, bazen yenilmektir, kendine olan inancını kaybetmektir. Kimse bu
çıplak gerçeği kaldıramaz, ben de kaldıramazdım. Bu yüzden bildiğim tüm savunma
mekanizmalarını seferber etmiştim, tümü sadık birer hizmetçimdi artık. Dibine
kadar, acımasızca kullanır oldum hepsini. Kırgınlıklarım, küskünlüklerim, umutsuzluğum,
çaresizliğim bir araya toplanmış merakla izliyorlardı olan biteni. Şaşkındılar,
anlamakta zorlanıyorlardı ama üzerlerine düşeni de yapmayı ihmal etmiyorlardı.
Ne pahasına olursa olsun acı vermek. Güçlü bir acıyla kıvranırken ben de karşı
saldırılarda bulunuyor, daha çok acıtsınlar diye, siper ediyordum bedenimi
önlerine. Öyle çok ağladım ki, bir andan sonra bu ağlayışları kendim bile
ciddiye almaz hale geldim. Ağladıkça, buna öfkelenip daha çok ağlıyordum.
Karşımdaki suskun kukla, ağladığımda acıyıp çöp kollarıyla sarıyordu bedenimi.
Bana acıdığını bilmek, ölmek gibiydi, yine de itemiyordum kollarını. Kendimden
utanarak sıcaklığına sığınıyordum, o sıcaklık mıydı beni durduran bilmiyorum. O
sıcaklık mıydı bana dair olanları çiğneten. O sıcaklık uğruna verdiğim savaş
sonum olacaktı.
Evet, yorulmuştum.
Parmağımı oynatamıyorum. Zihnimdeki kuytu köşeler yok olmuş, resimler solmuş,
incik – boncuklar dört bir yana dağılmış, yapacak bir şey kalmamış.
Şimdi gidecek yerim
var.
Biraz uzak. Yol uzun,
zorluklar, engeller var ama en azından gidilecek bir yere sahibim artık.
Bacaklarım biraz
güçlenirse, küçük adımlar önce, daha kararlı olanları sonra gelecek, yollarda
incik - boncuklarımı, resimlerimi, boyalarımı toparlayıp, usul usul gideceğim.
Sen de bil
istedim... "
Mektubu zarfına yerleştirip, nereye kadar gidebilecek acaba,
diye düşündüm..
Mey