Genişçe bir
caddede, ellerim ceplerimde yürüyordum. Yanımdan yöremden aceleci adımlarla
insanlar geçiyor; koşturmacalarıyla – yetişecek ne çok şey var- sakin adımlarıma tezat bir acınasılık
hissiyatı yaratıyorlardı. Onları görmezden gelmeye karar verdim. Tıpkı havanın
soğuğundan şikâyet ederken sesleri tizleşenleri duymazdan gelmeye karar
verdiğim gibi. Soğuk konusunda epeyce haklı olsalar da, bunu duymaktan
bıkmıştım. Soğuksa soğuk, hüzünse hüzün, yalnızlıksa yalnızlık. Yeterince işittik,
dedim kendime. Bunları duymak yok bundan sonra.
Cadde ilerledikçe
yokuşa duruyordu. Olsun, dedim ceplerimdeki ellerime. Biz yürüyelim. Caddenin genişliğine
baktım. Bana yeterli görünüyordu. Bu iyi, diye düşündüm. Amaca uygun. Caddenin sonuna
ulaşmamın – yürüyüş hızımı hesaba katınca -
on dakika civarında tutacağını hesapladım. Sonra? Sonra, başa alırdım. Caddenin
bu cadde olduğunu nereden bildiğim sorusuna hazırlıklı değildim. İçimden bir
ses, diye başlayacak bir cevabın ceplerimde paşa paşa ısınan ellerimi
güldüreceği fikriyle sırıttım. Ama içimden bir ses işte...
Yokuş inişe
geçmeye başlayınca bir an durdum. Yürüdüğüm ve karşısındaki kaldırımı kontrol
etmenin beni yorduğu aşikârdı. Bir sigara yaksam mı, diye düşündüm. Soğuk yüzümü
kesince, ellerimden hiçbirine kıyamadım. Sigara ertelenebilirdi. Erteledim. Caddenin
sonu göründü. Şu ana kadar rastlaşma olmamıştı. Bunun dönüşü de var, diye
hatırlattım kendime. Cadde büyük, akşamüstü
kalabalığı üstüne. Acele etme. Acelem yoktu. Ellerim ceplerimde
yürüyordum. Döndüm. Dikkatle yüzlerine baktığım insanların, gözlerine değen
gözlerimden bakışlarını derhal kaçırmalarının nedeninin; büyükçe bir caddede
acelesiz ve elleri ceplerinde yürümekte olanların hüznü ve yalnızlığı
çağrıştırmalarıyla bir ilgisi olup olmadığını düşünecek halim yoktu. Hüzünlü de
değildim yalnız da. Rastlaşmayı arıyordum sadece. Aşağı inen yol yukarı da
çıkıyordu. Gitmişse dönerdi, susmuşsa
bir gün konuşurdu. Hüzne gerek yoktu; yalnız hissetmek mümkün değildi
ceplerimdeki kıpırdayan ellerim varken. Yürümeyi ve aramayı sürdürdüm. Saat ilerliyordu.
Bir güne takılmamak gerektiğini biliyordum, yarın ve başka günler
olacaktı. Aylar, mevsimler akacaktı;
üstelik ellerim ceplerimde yürümeyi seviyordum. Yarın yine gelirim, diye
düşündüm. Bu sırada ceplerimdeki ellerimden biri – çoğunlukla sigara içerken
kullandığım – cadde bir yana, bu kent olduğuna emin misin, diye sordu. Ne fark
eder ki, diye düşündüm. Başka bir gezegende olsa mesala? Fark etmezdi. Aksilik
etme, dedim ele. Bir şiir yalan söylemez…
Mey
* Gülten Akın'ın Deli Kızın Türküsü adlı şiirinden... öyküye güzel bir ad olur diye düşündüm..
Martin Stranka