31 Aralık 2013 Salı

Keşkeler Listesi...

bunca kalın olmasaydı,
dilin örtüsü ve bu kadar kolay olmasaydı onun arkasına saklanmak. 
değil mi? ebelenmeyi umutsuzca bekleyen çocuklar olarak kalmazdık belki...

Mey






Gecikmişlik...

affet, demek istedi.
bunca geç fark edişimi.
bir şey demedi ama.
demesem de bilir o, diye düşündü. düşünmek yetmez, bunu dilemeli, dedi ardından.
dilemeyi bilmediğinden öylece bekledi...

Mey


                                                 Silvia Grav

30 Aralık 2013 Pazartesi

Adın...

Sabaha az kalmışken,
bir renk. Haritada...

Mey




“ Sen Uçuşu Hatırla…”*

Bu saatte nereye, soru ve itirazlarını duymazdan gelip, kendini dışarı atmıştı. Asansörde sıklaşmış nefesini düzene koymaya çabalarken bir yandan da bazı cümlelerin hem soru hem de itiraz anlamı taşıyabilmesini düşünüp neşelenmeye çabalamıştı. Soğuk, demişlerdi. Soğuktu. Dış kapıdan açık havaya çıkar çıkmaz yüzüne çarpan hava keskin olduğu kadar temizdi de. Durup derin derin soludu. Az önce yukarıda yaşadığı boğulma hissinin paniği giderek soluklaşmaya başladı. Gökyüzüne baktı, pembe - gri bir perde ayın önünü kapamıştı. Gökyüzünün bu hali kar düşündürüyorsa da yağmayacağını biliyordu. Bunu nereden bildiğini sorsanız, açılmaması gereken bir kapıyı çalmış olurdunuz. Size gelmeyen kuşlardan, içini ferahlatmayan yağmurlardan, yalan söyleyen hikâyelerden söz etmeye başlaması işten bile değildi. Neyse ki kimsenin bir şey sorduğu yok, diye düşünüp yüksek sesle güldü. Ardından yine boğulma hissi. Elini göğsüne bastırdı. Sakin, diye fısıldadı. Az yürümeli.

Bahçeye inen merdivenlere yöneldi. Caddeye kadar usul adımlarla yürüdü. Saat çok geç değildi ve buna karşın trafik yoğun sayılmazdı. Karşıya geçip, üniversitenin korusunun yanında yürürüm biraz, diye düşündü. Çam kokacaktı yolun o yanı, belki otobüs durağı tarafındaki ağaçların arasında bir yeri kendine yuva edinmiş kaplumbağa ile rastlaşırız ihtimali ile hızlandı. Gerçi kaplumbağa, yakındaki okulun çıkış saatini bellemişti meydana çıkmak için. Okul çıkışı kendisini beslemek için durağa koşan çocuklara alışkındı. Bir de bana, diye düşündü. Karşıya geçip, durağın etrafına bakındı bir süre. Kaplumbağadan iz yoktu. Biraz oyalandı. Durağa yapıştırılmış afişleri okudu, reklam panosundaki fotoğrafı inceledi. Kaplumbağa gelmeyecek var git yoluna, dedi ve hareketlendi.

Kampüsün girişine kadar yürür, sonrasına bakarım, diye düşündü. Az önce yaşadığı darlanmayı düşünecekti elbette. Buna neyin sebep olduğunu sormayacaktı kendine. Biliyordu. Asıl soru, neden hala?  Geçen zamanın, her şeyi geride bırakırken bir yandan da etkisizleştireceği varsayımına ne olmuştu? Tamam, tanıdın. Görür görmez bildin. Ne olmuş yani, bunun bir gün olacağını biliyordun, hazırlıklıydın da üstelik boğulmaya kalkmalar neyin nesi, diye çıkışacaktı kendine. Sıkıntı verici olacaktı ama kaçınılmazdı da bir yandan. Kendisinden kaçmanın olanaksız olduğu şeyleri göğüslemeyi iyi bilirsin, diye düşündü. Abarttığını biliyordu, tıpkı o anda o abartıya ihtiyacı olduğunu bildiği gibi. Nefeslenmesine güvenmeye başlayınca yürüyüş hızını artırdı. Hız zihnine sirayet edecekti, bu gece başka nasıl tamamlanır diye düşünüp gülümsedi. Belleğin bendi yıkıldı ve oraya tıktığı ne varsa saçılmaya başladı. Şu dağınıklığa bak, diyerek kınadı kendini. İlgisiz gibi görünen cümleler, birkaç yürek hoplayışı da sıkışmış aralarına, gülüşler de var burukluklar da. Kırgınlığın yılgın sitemleri bir yanda, yolun aklını başından alan iksiri diğer yanda baktıkça daha belirgin oluyorlar. Bütün bunları nasıl taşıdım, sorusu gereksiz; dumanı tüten harını yitirmiş yangınlara su faydasız gibi görünüyor. Yürüdü, gözlerini içine çevirip gittiği yolu bilmeden yürüdü tüm bunlar olup biterken. Kampüsün ana girişine ulaşmıştı biraz kendine geldiğinde. Heykelin önündeki alçakça duvara tünedi. Elini paltosunun cebine soktu. Parmaklarının ucuna değenin birkaç susam tanesi olduğunu fark edince koca bir tebessüm yayıldı yüzüne. Çıkarıp heykelin dibindeki toprağın üzerine koydu susamları. Belki birkaç kuş gelir onlar için, diye düşündü. Çünkü uçuş aklındaydı. Hala…

Mey

* “ Sen uçuşu hatırla, kuş ölümlüdür.”

                                                     Furuğ







Limon Kokulu, Yağmurlu ve Unutmayan Kadınlar...

Gerçekten bir şey oluyor burada. Gizemli bir şey.
Bir denizaltı kadar görkemli ve garip.
Gri bir günde camlardan yağmuru seyretmek.
Saydam yusufçuklar yavaşça uzaklaşıyor ve beni
sana getiriyorlar topaz tapınaklarda.
Sen bir güneş tanrısı gibi gülümsüyorsun.
Biliyor musun kaç yıl tek başınaydım ben
karmaşanın içinde. Bir türlü tutunamıyordum işte.
Bir tek senin yanında yürümüştüm ben
topaz bir günde ve suya yakın.
Geceleri üstümü örterdin. Sonra konuşmazdın hiç.
Uzun süre konuşmazdık. Gözlerinde kaybolurdum.
Bu suskunluk anlaşılır bir şeydi. Deniz
ve karanlık yerlerden geçen bir nehrin sessizliği gibi...

Biliyor musun bir şey oluyor burada. Garip bir şey.
Bulanık bir suda yokoluş gibi.
Gözlerimde beyaz kelebekler uçuşuyor
ve beni kendime getiriyorlar yavaşça beyaz odalarda...

Unutuşum başka bir sendi. Ben ölüyordum Tropiko.
Unutuşun beyaz romansıyla ölüyordum.
Söyleyecek başka bir şeyim yok artık.
Unutmak istemiyordum oysa.
Güzel kalan yaralarda vardır çünkü...
Limon kokulu, yağmurlu kadınlar vardır.
Hiç unutmayan kadınlar vardır... limon kokulu...
Her şeye rağmen... yağmur kalan kadınlar vardır...


Ben iyiyim şimdi. Sen nasılsın?

Lale Müldür...




Haklılık...

Delirmiş gibi yazdığımdan, delirmiş gibi okuyordur belki, dedim.
Belki de tersidir, karşılığı geldi.
Hangimiz doğruyuz, bilemedik…


Mey



                                                    Hugh Shurley

Adın...

Henüz dile gelmemiş,
delimtirek söz’ün 
iksiri…


Mey


                                                Dilek Değerli

29 Aralık 2013 Pazar

İpsiz Deli…

Düşerken gülüyor bir deli,
bir ip’im vardı, fikri gelip geçiyor aklından bir an için.
Düşerken gülüyor, düşüşüne değil;
düşerenin kalbine…


Mey



                                                      Man Ray


Hikayenin Karanlığı...

Her insan bir hikaye barındırır içinde ve o hikayenin karanlık bir yanı vardır, dedi. Sırlardan söz ettiğini düşündüm. Herkesin sırrı vardır, ne var bunda demeye hazırlanıyordum ki, anlamış gibi;

Hayır, sır ya da sır’lar değil, dedi. Sır hikayenin gri alanıdır. Yani en az bir bileni vardır. Daha karanlık bir şeyden söz etmekte olduğunu böylelikle anladım.  Bir yandan da bunu neden konuştuğumuzun merakı içindeydim. Bekledim, nasılsa açık edecekti derdini.
O karanlığın neden olduğunu da bilmez insan neye dair olduğunu da, diye sürdürdü sözlerini. Bilmez ama hisseder orada bir yerde; elle tutulmaz, gözle görülmez bir dipsizlik vardır. Vardır ve varlığı anlamsız gibidir. Bu hissediş deli eder insanı.

Konuşması sonlanmayacak gibiydi. Beni asıl deli eden sensin, demek üzereydim. Ama bir şey beni durdurdu. Tehlike sezdiğimde dururdum. Sezmiş olmalıyım.

Senin hikayenin karanlığına dair sezilebilen, yalnızca çok şiddetli olduğu, dedi neden sonra. Hazırlıklı ol, diye uyardım kendimi panikle. Muhtemelen karanlık noktayı sen de bilmiyorsun; bilmediğindendir ki olabildiğince çok küçük hikayenin arasına gizlemeye çalışıyorsun içgüdüsel olarak, diyerek susup bekledi.

Oradan kalkıp uzaklaşmam gerektiğini biliyor ama kıpırdayamıyordum. Onun bekleyişi de gidip gidemeyeceğimi görmek içindi besbelli. Gidemeyişime gülümsedikten sonra, hafifçe bana doğru eğilip usulca batırdı dilinin ucundaki bıçağı.

Bir gün o karanlığın neye dair olduğunu görmek istersen, yazdıkların arasında, dönüp ikinci bir kez gözlerin dolmadan okuyamadığına bak, dedi.

Uzunca baktım gözlerine. Sözünü ettiği hikayeye dair en ufak bir kuşkum olmadığını fark edebileceğini umursamadan, bakabildiğim kadar baktım gözlerine…


Mey


                                                 Masao Yamamoto

28 Aralık 2013 Cumartesi

Yangının Sahibi...

Tuhaf bir yanık kokusuyla yatağından fırlıyor geceleri,
gözlerini kırpıştırıyor, sağı solu yokluyor.
Başı yastığa düşerken soruyor: bu kimin yangını böyle, içime tüten. Her gece.
Gecelerin tümünde...

Mey



                                                   Miki Takahashi

Şehrazad Kompleksi...

Sen iyi değilsin, dediğini duyunca kafamı kaldırdım. Nereden çıktı şimdi bu, der gibi baktım. İyiydim. Hatta öyle iyiydim ki hummaya tutulmuş, zihnimden çılgınca akan sözcüklerden biri yitip giderse tümü yitirecekmiş duygusuyla, boşta olan elimle saçımı çekiştire çekiştire yazıyordum.
İyi değilsin, dedi yine.
N’oldu şimdi Benedictus’cum, diye çıkıştım. İyiyim, sana bulaşmıyorum ve yazıyorum.
Başını, ikna olmadım dercesine iki yana salladı. O anda burnuna düşmüş gözlüklerinin sevimli olduğu düşüncemden vazgeçmek üzereydim, başını sallayış şekli birazdan canımı feci sıkacağını çoktan haber veriyordu.
Neyim varmış peki, diye sordum kalemi elimden biraz sertçe bırakırken. Kavgaya hazır olduğumu bilsin istiyordum.
Hastalıklı bir biçimde yazıyorsun, dedi. Yüzümdeki değişme gözünden kaçmamıştı, eliyle açılmak üzere olan ağzımı ketledi. Durdurmamdan korkar gibi hızla konuşmaya başladı:
Dilini, yüreğini hayatın buna bağlıymış; sesini ve hikâyeni mutlaka duyurman gereken bir obje varmış da, o objenin peşinden söz'le sürüklenmeye yazgılıymışcasına elinde kalem söz söz dolanıyorsun, dedi. Ardından susup tepkimi bekledi. Beklemediği şey ise kahkahamdı.
Hastalık değil bu Benedictus’cum, dedim gülüşlerimin arasından. Bu bir kompleks. Şaşkınca bakıp, ne kompleksiymiş diye sordu.
Şehrazad  kompleksi, dedim.
Anlamadım, dedi.
Anlamışsın işte, ne güzel anlattın, karşılığını verdim.
Düzelmez mi, diye sordu endişeyle. Tedavisi yok mu?
Yok, dedim. Yoktu…


Mey



                                               Sebastian Luczywo

Adın...

Gözlerimdeki 
                       gülüşün 
                                      süsü...
                                               
                                                Mey


26 Aralık 2013 Perşembe

Yapmadığın Şeyler...

Niyetini açık etmemiş bir kuşun kanadının
büyüsüyle,
yer edindin bulut ormanını. Ne var ki hiç yağamadın...

Mey


                                                 Art Khai

Dündengelim…

Bilmeyecek, dedim.
Neden, diye sordu. Nedeni mi var, der gibi baktım. Onun bakışı da uzatma, diyecek gibiydi. Uzatmadım.
Dün de bilmiyordu, dedim.
Anladım, dedi ya anlamamıştı dün de anlamadığı gibi.  Her şey dün’ü yineliyordu. Dayanılacak gibi değildi aynılık. Dayandık yine de…


Mey




Adın...

       kilitlenmiş ağzımda
                                
                                      açık kalan

                                                       soru...
                                                                 
                                                                  Mey



                                                Thomas Spieler

25 Aralık 2013 Çarşamba

Sabahın Tanrıları...

Çok yalnız olmalı sabahın tanrıları, 
kurumuş otların rüzgarla titreyişindeki nazenine bakınca.
Büsbütün yalnız olmalılar...

Mey



                                                İwona Harabin

“ Yırtarak Geçiyor Kalbimizden…”

                        yırtarak geçiyor kalbimizden
                        hayatı da törpüleyen zaman… / Arkadaş  Z. Özger

Aniden esip de saçlarımı bir yana eteklerimi başka yana savurunca rüzgar, epeydir içimde bir yerde sessiz ve zararsızca gizlenen kıymık hareketlendi. Aynı anda hatırlamış olmalıyız. Hatırlamanın bir zararı yok, diye fısıldadım; sakinlesin istiyordum. Buraya dönmemeliydim, düşüncesi içimdeki kıymıktan daha acıtıcı olabileceğinden, onu yok sayma çare gibi görünmüştü o anda. Durup etrafa baktım. Her şey hatırladığım gibiydi. Yüzüme yayılan gülümseyişi önlemenin imkânı yoktu. Ne gülümseyişi ne de göz pınarlarıma dolanı.

Gelincik tarlası önümde uzanıyordu. Yaşlı zeytin henüz görüş alanıma girmemişti. Biraz daha yürümek gerek, dedim ve hareketlendim. Bu yolu kaç kez geçmiştim rüyalarımda. Öyle ezberimde, her bir bitkiyi, ayağıma dolanacak otu ve ben ilerledikçe önümden kaçışacak hayvanı biliyordum.  Yine de ilk kez gibi titriyor içim. Bıraktığımı orada bulabilecek miyim, aşkla verdiğimi geri alabilecek miyim, sonunda bir parça huzur bulabilecek miyim, soruları aklımda acele etmeden yürüyorum.

Yaşlı zeytin görünür olunca durdum. Durma, dedi kıymık. Duymazdan geldim. Almaya geldiğimin orada olup olmadığını görebilme umuduyla gözlerimi kıstım. Bu mesafeden görebilmenin olanaksızlığının farkında, kıymığı kandırmaya çalışıyor oluşuma gülecek gibiydim.  Esinti artınca gülüşü ve onun hemen ardında bekleyeni yok sayıp yürümeye devam ettim. Uzaktan kayalara çarpan denizin sesi işitiliyordu. Denizi boş ver şimdi, dedim. Ona zaman yok.

Yaklaştıkça zeytinin yıpranmışlığı seçilmeye başladı. Bizim gibi, dedim kıymığa. Hafifçe kıpırdandı onaylar gibi. Zeytinin yaşlı dalları hafifçe hareketlenmiş gibi geldi bana. Bizi tanıdı galiba, diye düşündüm.  Dudaklarımı gövdesine dayadım. Usulca fısıldadım: Nerede?
Ayaklarımın dibindeki toprağı usulca eşeleyince ucu görünür gibi oldu.  Bu , içimde ters dönen kıymığın, ellerimin altındaki zeytinden gelen titreyişin, uzaktaki dalganın sesinin, zihnimdeki tüm sözcüklerin yetersizliğinin aynı anda büyük bir uğultuya dönüştü andı. Rengi solmuş gibiydi, minik yeşil çiçekler hala seçiliyorduysa da zemindeki siyahı griye dönüşmüştü. Eğilip aldım. Önce burnuma götürüp kokladım. Unutulmuşluk ve yersiz hatırlayışların bütün kokuları doldu burnuma. Kokuyu içime çektim. Sonra parmaklarımı yüzeyinde dolaştırdım. Kırgınlık, özlem, yorgunluk, umutsuzluk, tutku ve adını bilmediğim bir duygu birlik olup yaladılar içimdeki kıymığı. Bu ona iyi geldi.
Zaman yırtar dedim.

Söz’ü,
öyküyü,
belleği,
anıyı,
beklemeyi,
umudu
ve aşkı.

Almaya geldiğimi almıştım. Zeytine veda edip, siyah zemini üzerinde küçük yeşil çiçekler olan fuları koynuma sokup; rüyalarımda defalarca geçtiğim yolu geriye doğru yürümeye koyuldum. Koynumdaki fular içimdeki kıymığın örtüsü, eteklerim esintiye eşlikçi ağır ağır ilerledim…


Mey


                                                   Rodney Smith

Söz ve Varlık…

Bir keresinde sana " söz'den başka neyimiz var" diye sormuştum, hatırlıyor musun, diye sordu.
Hatırlamıyordum.
Soru değildi aslında, sen de bunu biliyor olmalıydın ki cevapsız kalmıştın, diye sürdürdü. 
Bunu da hatırlamıyordum.
Sözden başka neyimiz var, tespiti şansın ve bir büyük şanssızlığın altını çizmek ukalalığından başka bir şey değilmiş, dedi.  Artık biliyorum.
Bunu hatırlıyorum işte, diye araya girdim o sıra.  O da yokmuş.
Hayal kırıklığı korosu o sıra dahil oldu sohbete: Söz de…
Nakarat can sıkıcı, dedim koronun sesi giderek yükselirken. Başını sallayarak onayladı. Koro susmak bilmiyordu…


Mey


                                                 Aynsia Kuzmina

Bulunmuş Mektuplar / Gitme...


Bir çanta dolusu mektubun çıkagelmesi mucizeviydi. Elimi sokup birkaç tanesini çıkarınca gördüm hiç açılmamış olduklarını. Farklı isim ve adreslere gönderilmiş veya gönderilmemiş – hala emin değilim hangisi olduğundan –  onlarca mektup. Elime gelen ilk zarfı, hakkım olmadığını bilerek, açtığımda düzgün bir el yazısıyla özenle yazılmış birkaç satırın çantanın sahibini arama fikrini hiçlediğini itiraf ederim. Çantayı kaptığım gibi eve koştum. Kim vazgeçebilirdi ki o kime ve kimin tarafından yazıldığı belirsiz birkaç cümlenin verdiği büyülü hazzı…

" Şimdi gidecek yerim var, eskiden yoktu. Bu yüzden kalakalırdım tüm ağırlığımla olduğum yerde. Öyle bir ağırlık ki, ilk belirtisi gözlerime inen perde olurdu; buğulanırdı baktığım ne varsa bir yandan da anlamını yitirerek. Kalk git, derdi içimden bir ses, gidemezdim. Gidemeyişim ağırlaştığımdan mıydı, yoksa gidemedikçe mi ağırlaşmaktaydım, bilemezdim. Bana ait kuytu köşelerin resmini çizerdi zihnim, gözlerime inen perde yüzünden, bakışlarım içime yönelirdi. O resimleri süsler, rengârenk boyar, içlerine incik boncuk dizer, renklerinin parıltısıyla başım döner, yine de hafifleyemezdim. Aynaya baksam, yüzümdeki kasların gerildiğini, benzimin karardığını, dudaklarımın inceldiğini görecek ve korkacaktım. Bu yüzden bakmazdım aynalara. Ayakkabılarım kapı eşiğinde küskün, sırt çevirerek dururlardı. Benden memnun olmayışları, bayram öncesi bir çocuğun yastığının altında mutluluk malzemesi olmayı dileyişlerini biliyor olmak bile yerinden kıpırdatmazdı bedenimi. Suçunu bilen bir mahkûm gibi, öylece içime bakarak, gidilecek kuytu köşelerin resmini çizerek otururdum.

 İncik – boncuklar, ayakkabılar, boyalar ve daha neler neler beni harekete geçirmek için seferber olur, ışıklar, bayraklar, konfetiler sunarlardı kollarıma. Çırpınışları yol olur açılırdı önümde, başımı ne yana çevireceğimi bilemezdim. Utançla başımı önüme eğerdim; utanmayı ilk öğrenişim, kendime dair ilk memnuniyetsizliğim ve ilk yok oluşumdu tüm bunlar. Bunları bilirdim ve her şeyin farkındaydım; yine de bilmek, bazen yenilmektir, kendine olan inancını kaybetmektir. Kimse bu çıplak gerçeği kaldıramaz, ben de kaldıramazdım. Bu yüzden bildiğim tüm savunma mekanizmalarını seferber etmiştim, tümü sadık birer hizmetçimdi artık. Dibine kadar, acımasızca kullanır oldum hepsini. Kırgınlıklarım, küskünlüklerim, umutsuzluğum, çaresizliğim bir araya toplanmış merakla izliyorlardı olan biteni. Şaşkındılar, anlamakta zorlanıyorlardı ama üzerlerine düşeni de yapmayı ihmal etmiyorlardı. Ne pahasına olursa olsun acı vermek. Güçlü bir acıyla kıvranırken ben de karşı saldırılarda bulunuyor, daha çok acıtsınlar diye, siper ediyordum bedenimi önlerine. Öyle çok ağladım ki, bir andan sonra bu ağlayışları kendim bile ciddiye almaz hale geldim. Ağladıkça, buna öfkelenip daha çok ağlıyordum. Karşımdaki suskun kukla, ağladığımda acıyıp çöp kollarıyla sarıyordu bedenimi. Bana acıdığını bilmek, ölmek gibiydi, yine de itemiyordum kollarını. Kendimden utanarak sıcaklığına sığınıyordum, o sıcaklık mıydı beni durduran bilmiyorum. O sıcaklık mıydı bana dair olanları çiğneten. O sıcaklık uğruna verdiğim savaş sonum olacaktı.

 Evet, yorulmuştum. Parmağımı oynatamıyorum. Zihnimdeki kuytu köşeler yok olmuş, resimler solmuş, incik – boncuklar dört bir yana dağılmış, yapacak bir şey kalmamış.

 Şimdi gidecek yerim var.

 Biraz uzak. Yol uzun, zorluklar, engeller var ama en azından gidilecek bir yere sahibim artık.

  Bacaklarım biraz güçlenirse, küçük adımlar önce, daha kararlı olanları sonra gelecek, yollarda incik - boncuklarımı, resimlerimi, boyalarımı toparlayıp, usul usul gideceğim.

   Sen de bil istedim... "

Mektubu zarfına yerleştirip, nereye kadar gidebilecek acaba, diye düşündüm..


Mey







....

Aynaya bak ve kendim olmaya çalış,
yabancım benim...

Güven Turan
101 Bir Dize.



                                                        Torben Eskerod

Adın...

Yıkılmış köprünün 
                     enkazından
                                    baktığım kıyı...
                                                     
                                                              Mey




                                               Francesca Woodman

Mutfaktan Hikayeler / Çikolatalı Puding...


                                                Çikolatalı pudingin Tanrı'ların armağanı olduğunu söyleyen dost'a..


Tanrı’lara ne hacet?

Kolay şimdilerde çikolatalı puding yapmak. Bir paket çikolatalı puding, üç su bardağı soğuk süt ve bir paket bitter çikolata. Yapıvereyim şipşak!

Mutfak dolaplarının tencereler bölümüne uzanıp, o ortadan az ufak boy çelik tencereyi aranırken; gözüm sarı emaye, nedense atmaya kıyamadığımız, onun kendinden vazgeçip bizim ondan geçemediğimiz, tencere takılıyor gözüme. Bir bulantı. Çağrışımın gözü kör olsun. Görüntüler, imgeler; çoğu rahatsız edici. Alelacele asıl hedefi bulup, kapatıyorum dolabı. Onu atmamamızın nedeni, rahatsız edici varlığına ihtiyaç duymamızdır belki. Hala mı?

Tencereyi ocağa oturturken ( öyle derler, değil mi?) bir fikri zihinden uzaklaştırmanın bazen ne kadar zorlayıcı olabileceğini düşünüyorum. Son bir deneme:  dikkatimi makas yardımı olmaksızın açılmayan puding paketini makassız açıp açamayacağım merakına yöneltiyorum. Uzun bir süredir tüm makaslardan nefret edişimin, Murathan Mungan’ın makas adlı öyküsüyle ilişkisini kimseye itiraf etmemeye kararlı oluşumu hatırlayıp, yağmurdan kaçarken doluya tutuluyorum. Makas kullanmamanın bedeli, puding tozlarının bir kısmını sağa sola dökmek. Her şeyin bir bedeli var, her seçimin bu böyle. Puding tencerede üzerine sütü boşaltıp, ateşi açmadan önce topaklanmasın diye karıştırıyorum ve ocağı yakıyorum. Karıştırmaya devam ederken, hayatta ne kadar çok şeyi birbirine karıştırdığımızı düşünüyorum. Bunu uzatabilirim, hepimizin canını acıtacak kadar hem de. Yapmayacağım. Uslu uslu karıştıracağım süt puding karışımını. Gerçekten uslu olabildiğim tek an olacak belki hayattaki, ama bu sefer bunu başaracağım. Puding koyulaşmaya başlar başlamaz, işin en keyifli yanına geliyor sıra. Acı çikolatayı karışıma ilave etmek. Kim ne dersin desin, en lezzetli çikolata acı çikolatadır. Lezzeti damağa çektirdiği zahmetten olsa gerek. Puding koyulaşıp, kaynamaya başladı. Altını kısıp az beklemek gerek şimdi. 

Sonrasında kâselere boşaltacağım onu, ağır akışkanlığına bakıp, hiçbir şey düşünmeyeceğim söz. Puding hazır gibi. Belki sen soğuk seversin, beklemelisin. Ben sıcak olanını tercih ederim. Sabırsızlığımdan.

Tüm bunları yaparken, yıllar önce Fethi Naci’nin Nezihe Meriç’in kadınsı öykülerini eleştirirken yazdığı o cümle geldi aklıma: Nezihe çık o mutfaktan artık!

Biri de bana dese ya: çık mutfağından. Pudingi hiç ettin.



Mey






24 Aralık 2013 Salı

Keşkeler Listesi...

Bir bulutumuz olsa mesala.
Unutulmaya yüz tutmuş o sevinci;
minik damlalar halinde indirse,
aynılıktan sersemlemiş ruhumuza. Güzel olmaz mıydı?

Mey




Yasaklı...


Beni yasaklamışlar!
Azıcık yaşamaya, epeyce sana...



Mey




Ben Sevdiklerimi Köpek Gibi Severim Yavrum...

Ben hayatta herkese karşı lakaydımdır... 
Bende sevmek hissinin mefkudiyetinden değil çok fazla oluşundandır. 
Ben sevdiklerimi köpek gibi severim yavrum...
Zelilane severim...


Sabahattin Ali


                                     Lucynda Lu

Cevapsızın Cevabı…

Derinde. Epeyce derinde bir yerde.
Dışarı çıkacağı ve kendini işitmeyi uzunca zaman beklemiş kulağa nihayetinde erişeceğini biliyor. Ne? Bir cevap.
Kulak?
O da biliyor orada olduğunu. Nicedir hem de.  Ve artık işitmek istemediğini de...



Mey



Çıt…

Kırılan her şey bir ses verir dünyaya, dedi.
Bunun sırası değil şimdi, diye düşündüğümü belli eder gibi baktıysam da etkisi olmadı. Diyeceğini diyecekti. Bekledim.
Peki, bir kalp kırılırken ses çıkarır mı hiç düşündün mü, diye devam etti. Ya da kim duyar o sesi?
Sorunun yöneldiği şey olduğumu biliyordum. O da soru ve cevabı gereksiz bulduğumu biliyordu. Bunca bilinirlik arasında konuşmak yerine, elimdeki kurumuş dal parçasını küçük parçalar halinde kırışımı gülümseyerek izliyordu.
Sessizlik, sesi olduğundan daha duyulur kılıyordu. Sadece dinledik: Çıt…Çıt… Çıt…


Mey




23 Aralık 2013 Pazartesi

Adın...

sabahın ayazında,
söz'den yılmış ağzımın kenetlenmişliğinin kıvrımında,
tam orada; diş izi...

Mey



Gizli Aşk...

Usulca
girdim koynuna
hayatın...


Mey




22 Aralık 2013 Pazar

Atkaranlığı Kadın...

Atkaranlığı kadın, çok az şey öğrenmiştir ve insanlarla pek iyi geçinemez. Sözcük yoksunu değildir, okur ve de yazar, ama bir kişi kalkıp da onunla konuştu ve de ondan bir yanıt bekledi mi, dili tutulur. Hatta, biri bu kadının karşısına dikilse, gözlerini ona dikse, yeter…dudakların, karşısında açılıp kapanması ve seslere biçim vermesi, onun iki ayaklı bir hayvan olarak tepki gösterme cesaretini tümüyle yok eder, ne türden olursa olsun biriyle karşı karşıya bulunmaktan ödü patlar.

Böyle durumlarda başını çevirir, gözlerini kaçırır, titrer, gözleri dolu dolu olur. Diğer insanların böylesine kolaylıkla konuştuğu bütün sözcüklerden utanmıştır. Neden biri karşısına dikilip de dilini tutmaz ki? bu durumda belki yavaş yavaş, kendini karşılaşmaya hazırlayabilirdi atkaranlığı kadın. Belki henüz konuşulmamış sözcüklere kendini hazırlayabilirdi. Ama hiç kimse ona bu zamanı bahşetmemektedir. Biri çıkıp ona gelir, bir bakarsınız, karşısında duruyordur, ona bakmaya başlamıştır bile, ağzını açmış ve konuşmaya başlamıştır. Daha kadın karşısındakinin gözüne gözüne bakma cesaretini bulmadan, sözcüklerin saldırısına uğramış. Bari yumuşak, olağandışı sözcükler çıksa ağızlardan, kendi içinde gizli gizli taşıdığı türden sözcükler olsa…ama hayır, hep büyük, sivri sözcükler yüzüne, sert küçük taşlar gibi fırlatılmakta ve kadını yaralamaktadır.

Atkaranlığı kadın, ahırlarda atlara sığınır. Bir hayvanın karşısına geçer, ve onun pürüzsüz bağrında kendini sakinleştirir. Tek bir sözcük konuşulmaz, kuyruklar tatlı tatlı sağa sola savrulur, kulaklar dikilir, burun delikleri titrer; hayvanlar onun varlığını kabul ettiklerini belirtmektedirler. Gözler sessizce ona çevrilir, hiç kimseyi incitmeyen gözlerin içine bakmakta hiçbir sakınca yoktur.

Atkaranlığı kadın kendisinin bir at olmadığına memnundur. Kendi akranı, eşiti olarak gördüğü bir şey olmak arzusunda değildir. Daima yabancı olan şeylerle kendini rahat hisseder. Kendini alçaltmaz; sevgisini göstermez, kendisine ait bir sesi yoktur; kendisi ne kadar az anlamayı yeğliyorsa, o kadar az anlaşılmak ister. İçinde yaşamak durumunda olduğu karanlık, yalnızca atlarda bulunan bir şeydir. Kendisine daha yakın olmak isteyen hayvanlarla ilgili olarak hiçbir girişimde bulunmuş değildir. Bu kadının at binmekten hoşlandığını sanmak yanlış olacaktır. Ama o, zaman zaman mevcut bulunan ahırlara girmenin yolunu bulur, insanlar tarafından terk edildikleri zamanları saptamayı bilir ve hiçbir kimsenin beklenmediği sürece onlarla kalır.

Atkaranlığı kadın, kendisine karşı aşırı bir sevgi besleme derdinden muzdarip değildir, ama atlarla yalnız kalabilir.

Elias Canetti
Kulakmisafiri Elli Karakter

Payel yay.




Adın...

İki şiir arası,
derin bir nefes...

Mey




                                          Martin Stranka


21 Aralık 2013 Cumartesi

Şiir ve Kıskançlık…

Şiir kıskanılmaz, dedi kendinden emin bir ifadeyle. Başarabilmiş olsa, kestirip atmış olduğunu düşünebilirdi dışarıdan bakan biri. Ben ise içerideydim, neredeyse fazla içeride.

Duygular söz konusu olduğunda Benedictus’cum, dedim. Senin yargıların pek güvenilir değil bana kalırsa. Başını kaldırıp;

Nedenmiş, diye sordu. Bu hırsla zikredilen ‘nedenmişler’ benden ona sirayet etmişti. Bunu düşünüp güldüm.

Çünkü, dedim. Onları, yani duyguları ve hatta tutkuları hep küçümsemiş biri olarak, senin onları pek anlamadığını düşünüyorum.

Kısılmış gözleri tehlikeli görünüyorduysa da, tehlikeli biri değildi bu yüzden ciddiye almadım. Eğlendiğimi görmenin hoşuna gitmediği açıktı ama bunun büyük bir soruna dönüşeceğini sanmıyordum. Benden daha akıllı olduğundan, savunma yerine saldırıyı seçti.

Bir şiiri kıskanıyorsun, diye kestirip attı. Bu safdillik!

Onun gibi söyleyince mantıklı duruyordu. Alt dudağımı dişledim. Aklıma söyleyecek akıllıca bir şey gelsin istiyordum. Bir duygunun mantığı, akla yatkın bir nedeni olmaz gibi şeyler söyleyebilirdim elbette ama karşımdaki bununla tatmin olacak biri değildi. En iyisi doğruyu söylemekti.

Benedictus’cum, dedim sakin bir sesle. Koca koca öyküler yazdım ama hiçbirinin arkasına saklanmayı beceremedim. Adam küçücük bir şiire öyle bir saklanabildi ki, bul bulabilirsen. Kıskançlığım ondan.

Yüzüme baktı. Her zaman ki, ben seninle ne yapacağım, bakışlarından biriydi.
Akıllı adammış, dedi.
Evet, dedim. Fazla akıllı. Kahkahayı ilk patlatan kimdi, şimdi hatırlamıyorum…


Mey


                                                 Mia Karabegovic


Keşkeler Listesi...

Her rüyana başka bir gülüş bırakabilirdim,
uykuların bunca az olmasaydı...

Mey



                                                   Mirela Momanu


Yangın Sabahı...

Gün indi. Rüzgar gecenin yangınından kalan külleri savuruyor. Yine.
Ayaklarının çıplağı, küllerin arasında geceden kalanı aranıyor. Yine.
Bundan önceki sabah gibi, daha da önceki sabah gibi.
Tüm dün'lerin sabahı gibi...

Mey




20 Aralık 2013 Cuma

Yapmadığın Şeyler...



Saçmaya akmaya meyletmişliğine karşı durdun. Ne güzel.
Nasıl da sıkı sarıldın aklına, nedenine bi’de. O da güzel...


Mey




Uzun Ömürler Şehri...

"kısa ömürlü kardeşlerin anısına"

I.

Sonsuzluk yaşındaydı / açtı şehrin kapısını / yorgunluğu girdi önce içeri / yıkıldı yere / ölü yorgunluğa bakıp, güldü çocuklar / çocuklar dünya güzeli kahkaha / öpücük yağmuru / baharda dünya...

Diriliği girdi sonra içeri / durdu şehrin kapısında / bir çocuklara baktı / çevirdi başını / bir de düne

Mutluluk özlem olmaktan çıkmış artık
Korkusuzca oynuyorlar dolunay akşamları
Gecelerin bile sevildiği dünyada
Zamanından önce doğsun demiyorlar güneş

Yarımacıklı gülüşle selamladı geçmişi / çocuklar, dedi / kısa ömürlü kardeşlerin anısına / koyalım bu şehrin adını uzun ömürler şehri

Gözlerinde ağlanmamış ölüler yatıyor
Bak kardeşim
Bu dünya seninle dönüyor
Bu şehir seninle kuruldu
Yaşanmamış güzelliklere gülüyordu gözlerin
Gözlerin kardeşim dünya oldu

Bağırdı çocuklar / ağızları gökyüzü açıklığında / yürek atışlarıyla bozuldu sessizlik / küçük yumruklar kalktı havaya / koyalım, dediler, bu şehrin adını uzun ömürler şehri / olsun, dediler, bu şehir koca dünyanın başşehri

Bana verilmiş sözün var,
unutma
Birlikte gireceğiz o şehre
Ölülerimizden artakalan canımızı
Öyküleyip, sunacağız yaşayanlara
Sonra, dolaşacağız sokaklarında o şehrin
Yüzyıllardır özlemini çektiğimiz
Küçük adımların
yorulmaz duyarlığıyla

Düşündü / bundan kaç yüzyıl önce / yazıyordu ak sakallı bir adam / yaşamın değerini, geçmişin geleceğini / dili, hepimizin dili / sözü, hepimizin sözü / bugünün gümüş yüzü / çağırıyordu dünyayı döndürmeye / üretken gücü

Sen de tut ucundan dünyanın döndür
Daha hızlı döndür
Daha daha hızlı döndür
Dökülsün bütün pislikler
Yalanlar dualar ağzıkalabalık konuşmalar
Umarsız kahkahalar dökülsün
Sen de tut ucundan dünyanın
tut
Daha sıkı tut
Daha
daha sıkı tut
Tut ki
Sevginin ekseninde dönsün

Biliyordu / döner de dönerdi dünya / fabrikalar siren düdüklerinde / sonsuz devirde çarklar / topraklar ekin ekin patlamada / boşa konuştuğumu sanma / bak şimdiki dünyaya / doğuma hazırlanıyor analar

Bana bir dünya doğur sevgilim
Mutluluğun çelişkilerinde bir dünya
Sevinçleri şehir şehir

Ağrılar içinde dünya / kapılar kırılmakta, camlar / sonsuzluk yaşındadır savaşan / gözlerinde döner geçmiş dünya / gözlerinde döner yaşanan dünya / gözlerinde döner gelecek dünya / gözlerinde dünya dönüyor / bize dönüyor dünya





II

Yaşadığımız şehirdir bu bizim
Bu bizim öldüğümüz şehirdir
Bu şehir ki
Uzun ömürler şehri'nin
İnsan iskeletleriyle
Atılan temelidir

Kimlerdir dolaşan sokakları / bu susturulmuş şehirde, kimlerdir ıslık çalan / bu gece hiç doğan yok mu / hep ölündü mü bu gece / desene, sabaha cenazemiz çok yine / yine taşıyacak kollarımız acı ağırlıkları / bunu biliyoruz / biliyoruz ya / tünel açıp, iskele kurarken işçiler / rayları niye ter keder trenler / gemiler neden karaya oturur / işte, bunu bilmiyoruz / desene, yine döğüşeceğiz kendimizle / ama niye kendimizle / bırak bana kurşun sıkmayı, beni öldürmeyi bırak / nerede makinist, kaptan nerede / bu şehir kimsesiz değil / bu şehir, kalabalıklar şehri / makinist, makine başına / kaptan, dümen başına / yolcular var taşınacak / bu şehir baştan kurulacak

Geceleri gülmek yasaksa bize
Bize şehirlerce gülmek yasaksa
Geceleri de değiştiririz
Şehirleri de

Bu şehir resimlerle donatılmış / bu şehir nasıl bir şehirdir ki, insanları hep resimlere sığınmış / çerçeveler içinde sıkışıp kalmış bu şehir

Ne zaman gördüysem seni
Hep tablolardasın
Sen hep resimlerde mi gülersin yaşlı kadın
Sen hep resimlerde mi güleceksin yaşlı kadın
Sen hiç yırtmayacak mısın ince gergin tuvalini
Sen hiç bağırmayacak mısın
Benim de dünyada yerim var sizin gibi

Açılın
Dökülmüş dişlerimle dünya meyvelerinden yiyeceğim
Ağaçlar altında kahkahalarla güleceğim
Hem de öyle bir güleceğim ki
Tüm suskun resimler konuşacak
Yırtılacak ince gergin tuvaller
Çürük çerçeveler kırılacak
Şaşıracak ressamlar, sergiler şaşıracak
Bizim de
Bizim de dünyada yerimiz olacak sizin gibi

Sen hep
Sen hep
Sen hep
Resim mi olacaksın yaşlı kadın

Sen hiç
Sen hiç
Sen hiç
Yaşamayacak mısın

Hiçbir şeyi geride bırakmadan yürüyorum sokakları / varsın üzüntüler sürüklensin peşimden / bana düşen görev ne / uzanmak için geleceğin şehrine

Ben içimde taşıdım hep o şehri
Yaşarken bu şehrin kanlı sokaklarında
Koştum, koştum o şehirde, mutluluk doluydu içim
İşte, bunu anlatmaya çalıştım yılgın kardeşime
O şehrin mutluluk çığlıklarını duysun diye
O şehrin mutluluk çığlıklarını duysun diye
duysun diye

Ben gördüm o şehri diyorum, inanın
inanın gördüm
Gördüm diyorum size
Ölen kardeşlerimin gözlerindeydi o şehir
Neden inanmıyorsunuz bana
Neden değiştirmiyorsunuz gözlerinizi
İşte, bunu anlatmaya çalışıyorum size
Değiştirin gözlerinizi
Değiştirin ellerinizi
Değiştirin kendinizi
Değiştirin de
gelin
birlikte kuralım şehrimizi





III.

Durdular şehrin çıkışında / gülümseyerek konuştu sonsuzluk yaşındaki / dedi, gitmenin zamanıdır yeni çağlara

Ben o günlerden geldim
Haritaların paramparça olduğu günlerden
Kaldırın yorgunluğumu, gömün
Kanlı şehirlerin kokusu var onda
üstünüze sinmesin
Kaldırın, gömün yorgunluğumu
Kanlı şehirlerin görüntüsü var onda
gözleriniz kirlenmesin
Yorgunluğumu kaldırın, gömün
Korkmayın, ağlamam
Biliyorum
Acılar yok olmaya zorunludur
Yoksa nasıl doğardı mutluluklar

Usulca çıkıyor şehirden sonsuzluk yaşındakinin diriliği / ölü yorgunluğu gömüyor çocuklar / yeni yorgunluğa doğru yürüyor zaman / bir şarkıyla akarak...

Kıvılcım Vafi