17 Şubat 2014 Pazartesi

“ Ve Sancı Geç Saatlerde…”*

Pes edip, başını okuduğundan kaldırdı. Faydasız okumalardan biri daha. Dakikalardır zihnindeki hayali silgiyle cümledeki fazlalığı silmeye çalışmaktan başka bir şey yapmamıştı gözleri bilincine ulaşmayan sözcüklerin üzerinde dolaşıp dururken. Israr etme, diyordu bir yandan kendine. Silemezsin yazılmışı ve geri alamazsın söylenmişi. Ama işte o silgi…

Bir umarsız silgiye dönüşmüştü zihni.  Yazıklanan bir tebessüm de gözlere doluşacak ve akmaması için mücadele edilecek sıvının yerini tutabilirdi. Buna ikna etmeye çalıştı kendini. Diğerinin karşıtı onlarca duyuş ve düşünüşün aynı anda gerçekleşen hücumuyla serseme döndüğünü kimden saklasın? Kendinden sakla, diyor içinden bir ses. Saklayacak kuytu mu kaldı, diye çıkışıyor sese.  Hani ya, çevrene ördüğün o sağlam duvar? Saatten hep, diyor istediği gibi bir özür bulup çıkaramayınca. Geç saatlerde geçirimli olacağı tutuyor besbelli.

Aklı fazlalığa kayıyor yeniden. Orada olmaması gereken iki harf deşiyor içinde bir yeri. Bedenin devasa bir silgiye dönüşse, seni sen dışı bir şeye dönüştüren maraz olmaz sileceğin. Yalnızca iki harf. Ömrü toz duman eden bir dil sürçmesini görünür kılan bir vücuda gelişten başka ne olabilir, besbelli bir el sürçmesi sonucu orada öylece duran iki harflik fazlalık? Beklenmedik bir sancı olabilir, diye yanıtlıyor sorusunu. Çatılmış kaşları hayali silginin nafile mücadelesine yöneliyor. Vakit, diyor. Çok geç. Ama sancı? Geçer!

Geçer mi geçmez mi? Geçer mi geçmez mi? Geçer mi geçmez mi? Geçer mi? Geçmez mi?

Dile gelmesi beklenen sancının suskunluğuna dayanamayan  - gerçek bile değil oysa – silgi koyuyor noktayı:  Geçer! Siler de geçer.
Haydi en başa dönelim o vakit, hazır bunca geçken saat, diyor işittiğine inanma meyli. Sancı dursun şurada, mut’tan başlayalım:
Tamam, ben…
Ama, sen…
Saate bakıyor. Çok geç…


Mey

* İsmet Özel


                                            Ayşe Mıhçı