Bir çanta dolusu mektubun çıkagelmesi mucizeviydi. Elimi
sokup birkaç tanesini çıkarınca gördüm hiç açılmamış olduklarını. Farklı isim
ve adreslere gönderilmiş veya gönderilmemiş – hala emin değilim hangisi
olduğundan – onlarca mektup. Elime gelen
ilk zarfı, hakkım olmadığını bilerek, açtığımda düzgün bir el yazısıyla özenle
yazılmış birkaç satırın çantanın sahibini arama fikrini hiçlediğini itiraf
ederim. Çantayı kaptığım gibi eve koştum. Kim vazgeçebilirdi ki o kime ve kimin
tarafından yazıldığı belirsiz birkaç cümlenin verdiği büyülü hazzı…
Merhaba Canım,
Zamanın etkisine,
unutturma işlevine güvendiğimi düşündüm epeyce ve posbıyık’ın haklı olduğunu:
Unutmaya ihtiyacımız var.
Onun sağaltıcı
etkisine sen de inanıyor musun? İnanmalısın belki. İşin tuhafı her şey öyle
hızlı ki; unutmaya zaman kalmıyor. Bir bakıyorsun belleğin biraz daha
yoksullaşmış. İşte ben de böyle hızlı bir hafta geçirdim. Yorgun muyum, yoksa
biraz daha yoksun ve yoksul mu?
Bu haftanın ikimizi
ilgilendiren yanı kırmızı bir çantanın peşinde oluşum. Aklımdan hiç çıkmadı o
küçük; Tolstoy’un “ oyuncak gibi” diye tanımladığı, kırmızı çanta ilk kitabın
28. bölümünde ilk kez gördüğümüz; sonra roman boyu trajediyle birlikte büyüyen,
en nihayetinde Anna kendini trenin altına atmadan az önce kolundan çıkarmak
için çabaladığı, Anna’nın ölümünü kısa bir an için geciktiren o çantayı diyorum
işte.
Küçük
Kırmızı
Trajedinin rengi
kırmızı diye belki.
Kırmızı bir çanta
edinmeliyim acilen, diye düşündüm. Ama sanırım buna asla cesaretim olmayacak.
Sonbahar erkenci bu
yıl. Ve henüz gerçekten soğuk bile yokken, bu hafta hiç üşümediğim kadar
üşüdüm. Bir robot sakinliğinde yapılması elzem işleri yaparken ve çok üşürken,
içten içe o küçük kırmızı çantanın hayalini kurup yoruldum.
Sen de yoruluyor
musun? Her sabah yeni bir güne daha uyanmanın, günün hızıyla kendini
anımsayamamanın yorgunluğunu sen de yaşıyor musun? Gün, dediğin şey sahtelikten
ibaret. İnsanı en fazla da bu acıtıyor. Ve neredeyse kaçacak hiç yer yok.
Seni, beni, bizi hiç
düşünmüyorum şimdilerde. Neredeyse hiç. Kimi zaman asıl ihanetin bu olabileceği
fikrine kapılsam da bunun da bir önemi olmadığının farkındayım artık.
Hafta sonu bahçeye
kedi otu ekmeyi planlıyorum. Tanıdığım tüm kediler için. Küçük bir köşeye.
Tohum ararken aklıma geliverdi. Kocasının, sahte olduğunu bilmediği, ruhi
krizlere karşı Emma’ya kedi otu verdiği. Zavallı Charles bovary. Kedi otu
ekmek, kedilerin onları yiyerek kafayı buluşlarını izlemek de bir imge.
Etrafımda sarhoş kediler olursa, onlara bakarak keyiflenebileceğim umuduna
sarılmış bir imge.
Sarhoş kedileri
seviyorum. Sarmanlar hariç.
Her gece okurken ve
caz’la kendimi büyülerken bu çocuksu imgeye sarılışımın tuhaflığını görmezden
gelerek zevkleniyorum.
Tek bir eğretileme
aşkı doğurur, diyor Kundera, bu eğretileme şiirsel belleğimizde yer eder.
Haklı. Şimdi biliyorum ki, cılız bir eğretilemenin suçu tüm olanlar. Bilmek
“olmuş” u değiştirebilme yetisinden yoksun ne yazık ki. Bu yüzdendir ki;
“ benim tüm
caymalarım yanımda
Vazgeçemiyorum onlardan ! “
Şimdi tek bir sözcük
anlatabilir bizi: peri petie. Lanet olsun ki öyle. Sadece o kaldı: peri petie.
Fenicka olmayı
kabullenmeliydim belki. Ama “ insan her yaptığında haklı olduğu için, ikinci
bir vatanı vardır” diyor ya Turgut Uyar, umarım haklıdır.
Boş laflar bunlar canım.
Geçmiş tabl – ı tehiden ibaret.
Elmaya dışarıdan
bakabilen bir elma kurduyum artık ben. Küçük, minicik, önemsiz ama bilen!
Trajik delilleri
çürümüş birinin elinde kalan tek delil kendisidir, diyor ya o büyük adamlardan
biri. Artık zamanıdır, o tek delile, her ne kadar çelimsiz de olsa, sarılmanın.
Sen güzeran
Ben güzeran.
İşte tam da bu
yüzden: ne kadar azap eylediysek affola...
Mektubu zarfına yerleştirip, yanımda gezdirdiğim caymalarımı düşündüm. Gün boyu...
Mey
Beth Moon