Sandalyeye oturuyor. Rahat olmak istiyor. Rahattır.
Bu bir kapıdır. Bu bir pencere. ayırt edebiliyor onları. Güzel.
Evler var, sokaklar, bir bahçe; bir an bir kırmızı
yaprak sallanıyor parmaklığın üzerinde. Hiçbir şey
görünmüyor geceleyin. yine de var bunlar.Kalkıyor;
lambayı yakıyor.
Yıkıyor küçük fincanı; suyunu değiştiriyor kanaryanın.
Kutsal, beklemeye alışkın hareketleri insanların.
Küçük kertenkele, orada,
duvarda, karşı tavanda, gözlem yapıyor, onaylıyor.
Yannis Ritsos
İsmail Ferdous
26 Şubat 2014 Çarşamba
Tersine Matruşka…
Durdu ve baktı kendine. Kendindeki o şeye. Şiddetli,
kıymetli ve güzel bir şeydi gördüğü.
Olmaz bu böyle, dedi. Saklamalı onu.
Özlemi bir yana bırakıp öfkeyi aldı, elinin altındaydı
zaten. Örtündü. Öfke sızdırır, diye
düşündü. Şurada bir yerde duruyordu aldanmışlığı, öfkenin üstüne kapattı onu
da.
Yeniden baktı az geri çekilip. Yetmezdi.
Geri dönülmezlik, aldanmışlığı kaplayacaktı güzelce. Kim bir
dönüşsüzlüğü affedebilirdi ki. Bağışlamazlık yerleşti dönüşsüzlüğün üzerine.
Bir şey eksik, diye düşündü görüntüsüne bakarken. Derken buldu.
Aldırışsızlık. O da var. Son süs’üm, dedi gülerek. Aldı geçirdi üstüne.
Şimdi memnundu gördüğünden. Güvenlik hissiyle gülümsedi. Derinde
ve öz’de kalana gitti aklı bir an. Üstündekilerin ağırlığı binecek gibi oldu
omzuna. Silkindi. Avuttu kendini. Bak, dedi böyle ruhun kalabalık görünüyor. Onayla
salladı başını, ilk ve son itirafını yaptı aynadaki aksine: Kalabalık ve boş…
Mey
25 Şubat 2014 Salı
Gelmeyişine...
Artık zamanıdır, dedi. Başımı kaldırıp baktım.
Neyin zamanı Benedictus'cum, diye sordum. Zihninde belli bir sıra izleyen düşüncenin ortasından konuya girip, anlamamı beklemesine alışkınlığımdan sakindim.
Hoşça kal demenin, dedi. Üstüme alınacak bir şey görmediğimden heyecansız, kim bilir neye hoşça kal, diyecek diye düşündüm.
De o zaman Benedictus'cum, dedim. Denecek bir hoşça kal varsa uzatmanın alemi yok.
Güldü. Gülüşünü beğenmeyip işkillendim.
Ben değil, dedi usulca. Bakışları kimden söz ettiğini söylüyordu zaten. Ve neye veda etmem gerektiğini.
Anlamamış gibi bakabilirdim yüzüne - aklıma gelmedi değil -, itiraz edebilirdim - istiyordum da itirazı - susabilirdim ya da.
Gelmedi ki, dedim düşündüklerimi yapmayıp. Gelmeyene veda edilir mi?
Gelmeyene deme sen de, dedi gülerek. Gülüşü vuracağı darbenin ağırlığını azaltmaya yönelmişti. İçimdeki burulma benden önce anlamıştı imayı. Zaman kazanmaya çalıştım.
Gelmeyene hoşça kal denmez, diye başladım söze. Benedictus atıldı:
Gelmeyişine denir!
Gözlerimi ellerime kilitledim, onun bakışları bendeydi. İçimde büyüyen öfkenin sesinin işitilebilir olduğunun farkındaydım. Ağzımı açsam, bir gelmeyişi sevmeyi öğrenmenin zorluğundan çok hayata eklediği beklenmedik o güzellikten dem vuracaktım. O gelmeyişi sevmeyi, anlamasını bekleyecektim. O ise anlamayacak, deliliğimle uzlaşmama kızacaktı. Anlamayışı umudun üstünü örtüp görünmez kılacaktı. Susmaya dayanabilirdim. Dayandım. Başımı kaldırdım, endişeli gözlerine baktım. Güldüm.
Çay mı içsek, diye sordum..
Zamanıdır, derken rahatlamış gibiydi.
Öyle, dedim. Tam zamanı...
Mey
Neyin zamanı Benedictus'cum, diye sordum. Zihninde belli bir sıra izleyen düşüncenin ortasından konuya girip, anlamamı beklemesine alışkınlığımdan sakindim.
Hoşça kal demenin, dedi. Üstüme alınacak bir şey görmediğimden heyecansız, kim bilir neye hoşça kal, diyecek diye düşündüm.
De o zaman Benedictus'cum, dedim. Denecek bir hoşça kal varsa uzatmanın alemi yok.
Güldü. Gülüşünü beğenmeyip işkillendim.
Ben değil, dedi usulca. Bakışları kimden söz ettiğini söylüyordu zaten. Ve neye veda etmem gerektiğini.
Anlamamış gibi bakabilirdim yüzüne - aklıma gelmedi değil -, itiraz edebilirdim - istiyordum da itirazı - susabilirdim ya da.
Gelmedi ki, dedim düşündüklerimi yapmayıp. Gelmeyene veda edilir mi?
Gelmeyene deme sen de, dedi gülerek. Gülüşü vuracağı darbenin ağırlığını azaltmaya yönelmişti. İçimdeki burulma benden önce anlamıştı imayı. Zaman kazanmaya çalıştım.
Gelmeyene hoşça kal denmez, diye başladım söze. Benedictus atıldı:
Gelmeyişine denir!
Gözlerimi ellerime kilitledim, onun bakışları bendeydi. İçimde büyüyen öfkenin sesinin işitilebilir olduğunun farkındaydım. Ağzımı açsam, bir gelmeyişi sevmeyi öğrenmenin zorluğundan çok hayata eklediği beklenmedik o güzellikten dem vuracaktım. O gelmeyişi sevmeyi, anlamasını bekleyecektim. O ise anlamayacak, deliliğimle uzlaşmama kızacaktı. Anlamayışı umudun üstünü örtüp görünmez kılacaktı. Susmaya dayanabilirdim. Dayandım. Başımı kaldırdım, endişeli gözlerine baktım. Güldüm.
Çay mı içsek, diye sordum..
Zamanıdır, derken rahatlamış gibiydi.
Öyle, dedim. Tam zamanı...
Mey
Öykümüz...
Bir hayali yıllarca evirip çevirdi kalemin ucunda,
bir solukta yazıldı derken. Okundu mu, hiç bilmedi. Bilmeyi dert etmedi.
Kendinden memnun bir gölgeye dönüştü:
Gölge, senin peşinde ben'den,
gölge, benim peşimde sen'den...
Mey
Ale Bergamini
bir solukta yazıldı derken. Okundu mu, hiç bilmedi. Bilmeyi dert etmedi.
Kendinden memnun bir gölgeye dönüştü:
Gölge, senin peşinde ben'den,
gölge, benim peşimde sen'den...
Mey
Ale Bergamini
24 Şubat 2014 Pazartesi
Cennetten İnen Melek...
Artık bir şey
gerçek olmalı. Tek başıma kaldığım çok oldu, ama hiç yalnız yaşamadım.
Birisiyle birlikte olduğumda, sevindiğim olurdu, ama hep rastlantıymış gibi
gelirdi her şey. Şu insanlar anne- babamdı, ama onların yerinde başkaları da
olabilirdi. Niye şu kahverengi gözlü çocuk kardeşimdi de, karşı durakta duran
yeşil gözlüsü değildi? Taksi şoförünün kızı arkadaşımdı, ama kollarımı bir atın
boynuna da dolayabilirdim. Bir adamla birlikteydim, aşıktım, ve onu orada
bırakıp, rastladığımız bir yabancıyla birlikte de gidebilirdim. Bana ister bak,
ister bakma. Bana ister elini ver, ister verme. Hayır, verme elini bana, bana
bakma.
Sanıyorum bugün yeni ay var, gece
olabildiğince dingin, kan akmayacak şehrin hiçbir yerinde. Hiç kimseyle oyun
oynamadım, ama gene, hiç, gözlerimi açıp, şimdi bu gerçek olacak, artık gerçek
oldu, diye düşündüğüm de olmadı.
Böylece yıllar gelip geçti. Bir ben miydim
bu denli gerçek dışı olan?
Zaman da bu denli gerçek dışı mı?
Hiç yalnız olmadım, ne tek başımayken ne de
birisiyle birlikteyken. Oysa isterdim hep bir kez yalnız olmayı. Yalnız olmak
işte, demektir ki: artık tamamlandım.
Bugün artık bunu söyleyebilirim, çünkü bugün
artık yalnızım.
Artık rastlantı sona ermeli. Kararın yeni
ayı. Bilmiyorum, belirlenmişlik diye bir şey var mı, ama karar diye bir şey
var. Ver kararını. Biziz şimdi zaman.
Bütün şehir değil, bütün dünya paylaşıyor
şimdi kararımız.
Biz ikimiz şimdi iki kişi olmanın
ötesindeyiz.
Bir şey beden buluyor bizimle.
Halkın meydanında duruyoruz, bütün meydan
insanlarla dolu, hepsi de bizimle aynı şeyi istiyor.
Hepsinin adına biz belirliyoruz oyunu.
Ben hazırım.
sıra sende.
Oyun artık senin elinde.
Şimdi, ya da hiç.
Beni istiyorsun. Beni isteyeceksin. Bizim
ikimizin, erkek ile kadının öyküsünden daha ulu bir öykü yok. Bu, bir dev
öyküsü olacak, görülmemiş, aktarılmış bir öykü, yeni bir atalar öyküsü. Bak
gözlerim. Zorluğun tasarımı var içlerinde, meydandaki herkesin geleceğinin
tasarımı.
Geçen gece, düşümde, tanımadığım birisini
gördüm, erkeğimi. Bir tek onunla yalnız olabilirdim, ona açık olabilirdim ,tamamiyle
açık, tam da onun için, onu tam olarak tamamiyle içime alabilir, onu
çevreleyebilirdim kutlu birlikteliğin labirentiyle.
Biliyorum, o
sensin.
o, sensin.
İlişki, iki kişinin, birbirlerine bunu
söyleyebilmeleridir.
İnsan olmak, işte yaşayan, tek,belirli bir
insan,yani, kişi olmaktır: kişi olmak da, bir başka kişi ile ilişki kurmakla
başlar.
İnsan olmak, ilişki kurmaktır – bu da – kişi olmaktır.
“olmak” ve “kurmak”
İnsan olmak, yaşamak ve öğrenmek, tanımak ve
ölmek: “olan”ın daha olmayan ,sonra olan
ve,olduktan sonra,artık olmayan olması…
İnsan olmaya temel
anlamını veren var olma koşuludur, kişi
ilişkisi – iki insanın,o iki insan – o kişiler – olarak ikisinin de
katıldığı,ama ikisinden de bağımsız,ayrı,yeni bir varlık kurmaları..Bilinçle,
adım adı , öğrenerek.Kendilerini de içine alan, ama bambaşka, yeni bir var oluş
biçimi oluşturmaları…Oluşturdukları sürece öğrenmeleri. Kendileri olarak
ötekine giderek, birlikte, bir üçüncüyü kurmaları, oluşturmaları: bir ölümlü
çocuk değildir yaratılan, ölümsüz bir ortak tasarımdır.
Ölümsüzlüğünü terk
ederek ölümlü insan varlığını seçen Melek Daniel, ölümsüzlüğü – gene –
yeniden bulur: Yarattığımız tasarım ölümde de eşlik edecek bana. Onun içinde
yaşamış olacağım.
Hiçbir meleğin
bilmediği bir şeyi biliyorum artık.
Peter Handke
Çev:Oruç Aruoba
Film : Berlin
Üzerinde Gökyüzü
Yönetmen : Wim
Wenders
23 Şubat 2014 Pazar
Yılgın Çıkışması…
Bıkmışlığın soğuk sularında dindirmeye çalıştığımız sızımız;
faydasız söz’den umar beklemeyen bakışımız;
olmazlığı anlamış bilgeliğin ağırbaşlı kıldığı saçlarımız
var. Rüzgâr da güneş de kendilerine dair olabilirliğin vaadiyle mut veremez - artık- , içimizin toza ve dumana kesmiş
kaosuna saplanmış kalplerimize, diye anlatmak istedim. Bunu çok istedim. Beni durduran neydi, hiç bilmiyorum…
Mey
Kederin Neliğine Dair…
Sordu: Nedir keder?
Düşündüm. Nasıl anlatılabilir, nasıl anlatacağım?
Hüzün, üzüntü, gam, tasa, dert, diyeceğim ama bir sözcüğü
eşanlamlısıyla tanımlamanın saçma olduğunu biliyorum. Kısır döngüden kurtulmak
adına, kendisinden ölünülebilir bir şey, deyip o vahadan hızla uzaklaştım…
Mey
22 Şubat 2014 Cumartesi
Aşk Anlatır...
Çünkü, dedi. Çünkü'süz kalkmaktan korkuyordum.
Reddedilecek yanı yoktu söylediğinin, başımızı sallayıp dinledik...
Mey
Reddedilecek yanı yoktu söylediğinin, başımızı sallayıp dinledik...
Mey
Beyin Fırtınası...
Kediler sessiz, Martlar bile eskidi
Birisi gönyelerimin köşelerini yemiş
oysa ben gönyelerimin uçlarında ağlayabilirdim
Şimdi saçlarımı kesersem
rüzgara ne verebilirim
Ne olur en son ellerim ölsün
Birbirine dokunamayan ağaçlar
beklerler rüzgarı
Balık olmamalı en iyisi
ne gölde ne denizde
Van Gogh kestiyse kulağını
onu bir kez olsun görmek içindir.
.......
Dilek Değerli
Dilek Değerli
20 Şubat 2014 Perşembe
Sahte Bahar…
Önüme bırakılan çaya şeker atmaya davrandığımı fark edince
şaşkınlıkla baktı.
Sormasına meydan bırakmadan açıkladım:
Kahvaltının ilk çayını şekerli içiyorum, dedim. Geceden
kalan sigara pası için.
Anlamış gibi başını salladı. Şubat ortasında, kentin alışkın
olmadığı güneşli ve ılık sabahtı. Yaprağını kışa hiç vermemiş bir ağacın
altında, tahta bir masada kahvaltı ediyorduk. Kendini göstermeyen kuşların
cıvıltısı sessizliğimizi önemsiz kılıyordu.
Erken bahar, tespitiyle başımı tabağımdan kaldırdım.
Hayır, dedim. Sahte bahar!
Kötümsersin, dedi gülerek.
Gerçekçiyim, dedim karşılık olarak. Ama gülmedim.
İnsana inen bahar sahte olabilir, dedi bilmişce. Doğaya inen
değil.
Ağzımdaki peyniri güçlükle çiğneyip, yutkundum. İmasını görmezlikten
gelmeyeceğimi bildiğinden hazır bekliyordu.
Yaptığını beğendin mi Benedictus’cum, diye sordum. Kaşlar soruyla
havalandı.
Senin yüzünden, dedim. Tüm gün , bütün çaylarımı şekerli
içeceğim.
Güldü buna. İçten olmayan bir özür döküldü ağzından: Af
edersin.
Ağzımdaki pas tadı kendini iyiden iyiye duyururken,
affetmem, dedim. Affetmezdim…
Mey
19 Şubat 2014 Çarşamba
Bulunmuş Mektuplar / Güzeran...
Bir çanta dolusu mektubun çıkagelmesi mucizeviydi. Elimi
sokup birkaç tanesini çıkarınca gördüm hiç açılmamış olduklarını. Farklı isim
ve adreslere gönderilmiş veya gönderilmemiş – hala emin değilim hangisi
olduğundan – onlarca mektup. Elime gelen
ilk zarfı, hakkım olmadığını bilerek, açtığımda düzgün bir el yazısıyla özenle
yazılmış birkaç satırın çantanın sahibini arama fikrini hiçlediğini itiraf
ederim. Çantayı kaptığım gibi eve koştum. Kim vazgeçebilirdi ki o kime ve kimin
tarafından yazıldığı belirsiz birkaç cümlenin verdiği büyülü hazzı…
Merhaba Canım,
Zamanın etkisine,
unutturma işlevine güvendiğimi düşündüm epeyce ve posbıyık’ın haklı olduğunu:
Unutmaya ihtiyacımız var.
Onun sağaltıcı
etkisine sen de inanıyor musun? İnanmalısın belki. İşin tuhafı her şey öyle
hızlı ki; unutmaya zaman kalmıyor. Bir bakıyorsun belleğin biraz daha
yoksullaşmış. İşte ben de böyle hızlı bir hafta geçirdim. Yorgun muyum, yoksa
biraz daha yoksun ve yoksul mu?
Bu haftanın ikimizi
ilgilendiren yanı kırmızı bir çantanın peşinde oluşum. Aklımdan hiç çıkmadı o
küçük; Tolstoy’un “ oyuncak gibi” diye tanımladığı, kırmızı çanta ilk kitabın
28. bölümünde ilk kez gördüğümüz; sonra roman boyu trajediyle birlikte büyüyen,
en nihayetinde Anna kendini trenin altına atmadan az önce kolundan çıkarmak
için çabaladığı, Anna’nın ölümünü kısa bir an için geciktiren o çantayı diyorum
işte.
Küçük
Kırmızı
Trajedinin rengi
kırmızı diye belki.
Kırmızı bir çanta
edinmeliyim acilen, diye düşündüm. Ama sanırım buna asla cesaretim olmayacak.
Sonbahar erkenci bu
yıl. Ve henüz gerçekten soğuk bile yokken, bu hafta hiç üşümediğim kadar
üşüdüm. Bir robot sakinliğinde yapılması elzem işleri yaparken ve çok üşürken,
içten içe o küçük kırmızı çantanın hayalini kurup yoruldum.
Sen de yoruluyor
musun? Her sabah yeni bir güne daha uyanmanın, günün hızıyla kendini
anımsayamamanın yorgunluğunu sen de yaşıyor musun? Gün, dediğin şey sahtelikten
ibaret. İnsanı en fazla da bu acıtıyor. Ve neredeyse kaçacak hiç yer yok.
Seni, beni, bizi hiç
düşünmüyorum şimdilerde. Neredeyse hiç. Kimi zaman asıl ihanetin bu olabileceği
fikrine kapılsam da bunun da bir önemi olmadığının farkındayım artık.
Hafta sonu bahçeye
kedi otu ekmeyi planlıyorum. Tanıdığım tüm kediler için. Küçük bir köşeye.
Tohum ararken aklıma geliverdi. Kocasının, sahte olduğunu bilmediği, ruhi
krizlere karşı Emma’ya kedi otu verdiği. Zavallı Charles bovary. Kedi otu
ekmek, kedilerin onları yiyerek kafayı buluşlarını izlemek de bir imge.
Etrafımda sarhoş kediler olursa, onlara bakarak keyiflenebileceğim umuduna
sarılmış bir imge.
Sarhoş kedileri
seviyorum. Sarmanlar hariç.
Her gece okurken ve
caz’la kendimi büyülerken bu çocuksu imgeye sarılışımın tuhaflığını görmezden
gelerek zevkleniyorum.
Tek bir eğretileme
aşkı doğurur, diyor Kundera, bu eğretileme şiirsel belleğimizde yer eder.
Haklı. Şimdi biliyorum ki, cılız bir eğretilemenin suçu tüm olanlar. Bilmek
“olmuş” u değiştirebilme yetisinden yoksun ne yazık ki. Bu yüzdendir ki;
“ benim tüm
caymalarım yanımda
Vazgeçemiyorum onlardan ! “
Şimdi tek bir sözcük
anlatabilir bizi: peri petie. Lanet olsun ki öyle. Sadece o kaldı: peri petie.
Fenicka olmayı
kabullenmeliydim belki. Ama “ insan her yaptığında haklı olduğu için, ikinci
bir vatanı vardır” diyor ya Turgut Uyar, umarım haklıdır.
Boş laflar bunlar canım.
Geçmiş tabl – ı tehiden ibaret.
Elmaya dışarıdan
bakabilen bir elma kurduyum artık ben. Küçük, minicik, önemsiz ama bilen!
Trajik delilleri
çürümüş birinin elinde kalan tek delil kendisidir, diyor ya o büyük adamlardan
biri. Artık zamanıdır, o tek delile, her ne kadar çelimsiz de olsa, sarılmanın.
Sen güzeran
Ben güzeran.
İşte tam da bu
yüzden: ne kadar azap eylediysek affola...
Mektubu zarfına yerleştirip, yanımda gezdirdiğim caymalarımı düşündüm. Gün boyu...
Mey
Beth Moon
Spinoza...
Ne olağanüstü ki ben, tam şu anda,
Sıradan ve alçakgönüllü şahsiyet
Benedictus, kovulmuş ( o Benedictus
Nasıl da mucize içeriyor), günlük işim,
Camı perdahlayarak lens yapmak,
Tanrı’dan bir parça taşıyorum ve, son zerreme kadar
Sonsuz’da onun özelliklerini temsil ediyor
Sonsuzu, tarzallığımın temelleri,
Hem uzam hem düşünce; bunun içinde ben
Hem bedensel olarak hem de ruh gözüyle tadıyorum
( beden ve düşünce ruhumda bir ve aynı)
O’nun mutlak niyetinden bir parça
Çünkü düzen, sistem ve yasa içimizdeki Tanrı’dır
Bu alçak ülkeleri denize doğru seyretmek
Ve Tanrı’yı, sınırsız olanı nefeslerinde hissetmek.
Ah, her insan ve her hayvan
( burada
Descartes kör ve acımasızdı
Aptal vahşilerin ruhun solgunluğunun ötesine
yerleştirmekte!) kendi türünde,
Tarladaki her bitki, denizin kımıldanan kumundaki
Her bir en küçük kum tanesi bile, Tanrı her neyse
Ona görünüm kazandırıyor.
Çünkü olguda ve düşüncede
O her bir insan, her bir hayvan, tarladaki her bir bitki,
Ve denizin kımıldanan kumundaki her bir kum tanesi –
Görülmemiş deniz, ki mırıldanışı, tanrı’nın sesi gibi
Yüreğin içinde uzaklardaki havayla birlikte,
Pencereme geliyor ve ben çalışır ve O’nun sonsuzluğunu
Düşünürken uzak ama burada
Hem düşünce hem de varoluş olarak.
Reginald C. Robbins
Türkçesi : Reyda Ergün
Keşkeler Listesi...
Kendimi mümkün kılamadığım dolaylarında gezdirdiğim
gölge'mdi söz. Gölge sevilir mi? Bunca?
İncindi ve incitti işte.
Mey
gölge'mdi söz. Gölge sevilir mi? Bunca?
İncindi ve incitti işte.
Mey
18 Şubat 2014 Salı
Yeni Bir Hayatın Acı Alayı...
Kendi içimize mıhlanmış olduğumuzdan, doğuştan gelen
ümitsizliğimizin çizdiği yoldan ayrılma melekemiz yoktur... Hayat bizim
ortamımız değil diye, kendimizi hayattan muaf mı tutturalım?... Var olmama
belgesi veren kimse yoktur...soluk almada sebat etmek, havanın dudaklarımızı
yaktığını hissetmek, temenni etmediğimiz bir gerçekliğin bağrında pişmanlıkları
biriktirmek ve mahvımıza sebep olan derte bir açıklama bulmaktan vazgeçmek
zorundayızdır... Zamanın her anı üzerimize bir hançer gibi atıldığı, arzuların ayarttığı
tenimiz taşlaşmayı reddettiği vakit, bahtımıza eklenecek tek bir anla bile
nasıl yüz yüze gelebiliriz?... Hangi hünerlerin yardımıyla başka bir hayatın,
yeni bir hayatın peşinden gidebilecek yanılsama kuvvetini bulabiliriz?...
Şu ki, geçmiş yıkımlarına bir göz atan bütün insanlar
"gelmekte olan bütün yıkımlardan kaçınabilmek için" kökten yeni bir
şeye başlayabilme gücünde olduklarını hayal ederler... Kendi kendilerine
görkemli bir vaatte bulunur ve kaderin onları batırdığı o vasat uçurumdan
çıkartacak bir mucize beklerler... Ama hiçbir şey olmaz... Herkes aynı olmaya
devam eder; sadece hepsine damgasını vurmuş olan o düşkünlük temayülünün
sivrilmesiyle değişirler... Etrafımızda yoğunluğu azalmış ilham ve çoşkulardan
başka birşey görmeyiz: her insan her şeyi vaat eder; ama her insan kıvılcımın
dayanıksızlığını ve hayattaki deha noksanlığını öğrenmek için yaşar... Bir
varoluşun aslına uygunluk derecesi kendi yıkımından ibarettir... Oluşumuzun
çiçeklenmesi : muzaffer görünümlü olup, başarısızlığa götüren yol...
Yeteneklerimizin serpilmesi : kangrenimizin kamuflajı... Güneşin altında
leşlerle dolu bir bahar hüküm sürmektedir; bizzat güzellik, tomurcuklarının
içinde şişinen ölüm den başka bir şey değildir...
Kökeninde aldatıcı ve yıkıma mahkum olmayan hiçbir yeni
hayat görmedim şimdiye kadar... Her insan zamanın içinde ilerleyip, bunaltılı
bir geviş getirmeyle kendini tecrit ettiğini, yenilenme niyetine de ümitlerinin
beklenmedik yüz buruşturmasıyla karşılaşıp kendi içine düştüğünü gördüm...
E. M. Cioran
17 Şubat 2014 Pazartesi
“ Ve Sancı Geç Saatlerde…”*
Pes edip, başını okuduğundan kaldırdı. Faydasız okumalardan
biri daha. Dakikalardır zihnindeki hayali silgiyle cümledeki fazlalığı silmeye
çalışmaktan başka bir şey yapmamıştı gözleri bilincine ulaşmayan sözcüklerin
üzerinde dolaşıp dururken. Israr etme, diyordu bir yandan kendine. Silemezsin yazılmışı
ve geri alamazsın söylenmişi. Ama işte o silgi…
Bir umarsız silgiye dönüşmüştü zihni. Yazıklanan bir tebessüm de gözlere doluşacak
ve akmaması için mücadele edilecek sıvının yerini tutabilirdi. Buna ikna etmeye
çalıştı kendini. Diğerinin karşıtı onlarca duyuş ve düşünüşün aynı anda
gerçekleşen hücumuyla serseme döndüğünü kimden saklasın? Kendinden sakla, diyor
içinden bir ses. Saklayacak kuytu mu kaldı, diye çıkışıyor sese. Hani ya, çevrene ördüğün o sağlam duvar? Saatten
hep, diyor istediği gibi bir özür bulup çıkaramayınca. Geç saatlerde geçirimli
olacağı tutuyor besbelli.
Aklı fazlalığa kayıyor yeniden. Orada olmaması gereken iki
harf deşiyor içinde bir yeri. Bedenin devasa bir silgiye dönüşse, seni sen dışı
bir şeye dönüştüren maraz olmaz sileceğin. Yalnızca iki harf. Ömrü toz duman eden
bir dil sürçmesini görünür kılan bir vücuda gelişten başka ne olabilir,
besbelli bir el sürçmesi sonucu orada öylece duran iki harflik fazlalık? Beklenmedik
bir sancı olabilir, diye yanıtlıyor sorusunu. Çatılmış kaşları hayali silginin
nafile mücadelesine yöneliyor. Vakit, diyor. Çok geç. Ama sancı? Geçer!
Geçer mi geçmez mi? Geçer mi geçmez mi? Geçer mi geçmez mi? Geçer
mi? Geçmez mi?
Dile gelmesi beklenen sancının suskunluğuna dayanamayan - gerçek bile değil oysa – silgi koyuyor noktayı: Geçer! Siler de geçer.
Haydi en başa dönelim o vakit, hazır bunca geçken saat,
diyor işittiğine inanma meyli. Sancı dursun şurada, mut’tan başlayalım:
Tamam, ben…
Ama, sen…
Saate bakıyor. Çok geç…
Mey
* İsmet Özel
* İsmet Özel
Ayşe Mıhçı
Öykümüz...
Gülüşü yüzünde soldurulmuş çocukların
diyarında, ellerimiz ceplerimizde yürüyoruz. Sağ cebimizde utancımız, solda okumayı hak etmediğimiz o öykü. Öykümüz.
Yanaklarımızdaki kırmızılık kadar kalıcı öykünün yurtsuzluğu. Biliyoruz. Biliyor ve hiç üzülmüyoruz...
Mey
diyarında, ellerimiz ceplerimizde yürüyoruz. Sağ cebimizde utancımız, solda okumayı hak etmediğimiz o öykü. Öykümüz.
Yanaklarımızdaki kırmızılık kadar kalıcı öykünün yurtsuzluğu. Biliyoruz. Biliyor ve hiç üzülmüyoruz...
Mey
16 Şubat 2014 Pazar
Melek Susması…
Susmak için yapılmadık. Söylemek için de.
Görmek için göz, işitmek için ses ihtiyacı duymadık.
Yalnız kalmadık, biz de olmadık.
Kurumadık, ıslak da değildik.
Atan, kendini duyuran bir şey vardı şuramızda; bir kalbimiz
olmadı.
Sevmeyi bilmezdik, sevmemeyi de.
Hoşça kal, demedik hiç gerçekte. Merhaba’yı bilmezdik.
Az vardık.
Çok yoktuk. Ama suçluyduk hepten.
Bilsek de demedik kimseye, oluş’un hiç’ten ibaretiliğini…
Mey
Carla Mascaro
Çıplak...
Burada, odanın çıplaklığında
tozlu kitapların arasında,
ve yaşlıların portrelerinin,
evet ile hayır'ı arasında bütün bu gölgelerin,
devinimsiz bir ışık sütunu
burada, o gece
çırılçıplak soyunduğun bu yerde...
Yannis Ritsos
tozlu kitapların arasında,
ve yaşlıların portrelerinin,
evet ile hayır'ı arasında bütün bu gölgelerin,
devinimsiz bir ışık sütunu
burada, o gece
çırılçıplak soyunduğun bu yerde...
Yannis Ritsos
Donuk Gün...
Akışını yitirmiş ırmak,
solgun günün göğüne dikmiş gözünü.
Uzak ihtimal şimdi,
rüzgar da bir parça gün ışığı da. Biliyor bunu. Akmıyor...
Mey
Asuman Ercan
solgun günün göğüne dikmiş gözünü.
Uzak ihtimal şimdi,
rüzgar da bir parça gün ışığı da. Biliyor bunu. Akmıyor...
Mey
Asuman Ercan
15 Şubat 2014 Cumartesi
Öykümüz...
İç içe geçmişliğiyle
başka öykülerde,
anlatılmazlığıyla bizde.
Var gibi okuyoruz yazılmışları,
yok gibi yazıyoruz hiç okunmayacakları.
Öykümüzü...
Mey
S. N.
başka öykülerde,
anlatılmazlığıyla bizde.
Var gibi okuyoruz yazılmışları,
yok gibi yazıyoruz hiç okunmayacakları.
Öykümüzü...
Mey
S. N.
14 Şubat 2014 Cuma
Aşk, Haz ve Biraz da Epiküros…
Ne çeviriyorsun sen yine, dediğini duyunca şaşkınlıkla
başımı kaldırdım. Anlamamış bakışlarımı yüzüne dikip, kaşlarımı havalandırdım. Baktığının
ötesini görmeye alışmış gözlerini yüzüme kuşkuyla dikmişti.
Neredeyse iki saat oldu, ağzından tek söz çıkmadı, diye
haber verdi. Hayra alamet değil bu sessizlik, diyecekti. Yormadım.
Ne çevireceğim Benedictus’cum, dedim. Elimdeki kitabı havaya
kaldırıp gösterdim. Çevirsem çevirsem sayfa çeviririm, dedim. Okuyorum.
İnanmazlıkla gülümsedi. Ne okuyorsun, diye sorması
beklendikti.
Kitabın kapağını, görebilsin diye, yüzüne doğru yaklaştırdım. Yüzündeki buruşma
tahmin edilebilirdi. Ağzını açmasına fırsat vermeden atıldım.
Karışma benim Epiküros’uma, dedim. Aralarındaki çekişmede, açıkça değilse de,
gönlünün Stoacılardan yana olduğunu bildiğimden, gelebilecek her türlü eleştiri
hamlesini ketleyebileceğim düşüncesindeydim.
Böyle dönüp dönüp okunacak bir şey yok onda, bildirisinin
saldırganca olduğu açıktı. Didişecek havada değildim. Susup bunu anlamasını
umabilir ya da ona anlatabilirdim. O güne değin hiç dillendirmediğimi, bir
çırpıda söyleyebilirdim. Kararsızlığımı fark etmişti, dayanamayacağım
bilgisiyle sakince arkasına yaslanıp, bakışlarını üzerime dikti.
İkircikli bir dişleme ağzımda, düşündüm. Bunu ona
anlatamazsın, diye uyardım kendimi. Anlamaz. Anlamadığı gibi, insani varlığın
anlamadığı şeylere gösterdiği tepkiyi gösterir. Filozof filan ama yine de
insan. Ağzını açma!
Sabrı yetmemiş olacak ki, nasılsa döküleceksin der gibi
bakıp; dinliyorum, dedi.
Saçma bir şey Benedictus’cum, diye uyardım.
Saçma da dünyaya dâhil, diye atıldı. Merak ona böyle şeyler
söyletiyordu bazen.
Nazlanmanın faydası yoktu. Anlatma fikri zihnimde belirmişti
bir kez. Kitabı kapatıp dizlerimin üzerine yerleştirdim, soluklandım.
Epeyce eskiden, diye başladım söze. Uykularımın arasında “
Epiküros” diye seslendiğim biri vardı
hayatımda. Bedenimi, ruhumu ve zihnimi acıdan uzak kılan biri. Ne vakit onu
özlesem işte böyle, diyerek elimdeki kitabı gösterdim.
Şaşkınlıkla açılan ağzı bir süre öyle kaldı. İşaret parmağımı
ağzıma götürüp sus işareti yaptım. Yüz ifadesi bir duygu durumundan diğerine
hızla geçtiğini gösteriyordu. Hayret, inanmazlık, kızgınlık, ne diyeceğini
bilememe. Bir şey demesine fırsat vermeden atıldım.
Merak etme Benedictus’cum, dedim. Kimseye senin adını
seslenip sarılmadım uyku arasında bu güne dek.
Çok rahatladım, diye yapıştırdı cevabı. Gülmemek için kendini tutar gibiydi. Kızardın mı sen yoksa,
diye sordu yumuşak bir sesle.
Elimdeki kitabı açıp yüzüme doğru kaldırırken, ne münasebet,
dedim…
Mey
Michal Zahornacky
13 Şubat 2014 Perşembe
Yapmadığın Şeyler...
Öyküyü içine alıp
biz'i dışarıda bıraktın.
Olmazdı ki.
Öykü içinde biz'cileyin yanıyor.
Olmadı bak...
Mey
A. Tarkovsky
biz'i dışarıda bıraktın.
Olmazdı ki.
Öykü içinde biz'cileyin yanıyor.
Olmadı bak...
Mey
A. Tarkovsky
Uzak Bir Ülkedir Gülmek...
Mahmut Derviş'e
Yağmurlar da diner, ölür gibi sonunda
Gecede bir yıldızdır hüzün yanar da söner
Acıya süreğen yurt olamaz insan
Bulut olup dağılır içimizdeki keder
Bir zamanlar ben de mutluluk harmanında
Dolanmıştım, sanki bıçkın bir döven
Topraktan ağan o hoyrat türkü
Ardımdan yankıyan bir ağıt oldu birden
Az çok ben de bilirdim sevda denen bilimi
Genişlerdi damarlarım bir ırmak yatağınca
Yolum düştendi; uzun; sevinç, yol arkadaşım
İşlikten işliğe koşan karınca
Sormayın artık, yanıtı yok nasılsa
Olmuş mudur bir kez kaygısızca güldüğün
Filistin'im, yurdum, canım sevgilim, benden uzakta
Gülmek uzak bir ülkedir artık benim'çün
Yağmurlar da diner ölür gibi sonunda
Tükenir gece, yıldızlar söner, güneşi çağırır hüzün.
Adnan Satıcı…
12 Şubat 2014 Çarşamba
“ Sabah Ayartması… ”*
Sabah iniyor, dedi bir ses. Uyan. Kimin sesi? Yatakta bir kıpırtı. Kedi mi?
Değil tabii. Gece kalmak istemiş, iç sesinin hayır çığlıklarına karşın,
isteklinin gözlerindeki bir şey sessiz kalmasını sağlamıştı. Konuğu, suskuyu onay kabul etmeye meyilliyle
ikiletmemiş ve yerleşmişti uzandığı yere. Derhal uyumuştu. Uykuya dalışındaki
hıza hayret ettiğini anımsıyor, bir de salondaki kanepeye mi geçsem acaba,
fikrinin zihninde dolanıp durduğunu. Geçmemişti. Ama uyumamıştı da uzunca bir
süre. Uykuya ortak bir başka insanın varlığı istenir değildi ona göre. Uyku
yalnız eylenebilir bir şeydi ve bilinç senden çekilirken, yanında birinin olup
olmamasının anlaşılır bir değeri yoktu. Gözlerini açmadan uykuyu beklediği
saatler boyunca tek düşünebildiği, bu olana bir daha izin vermemesi
gerektiğiydi. Sevmekten vazgeçildiği gibi sevişmekten de vazgeçilmeliydi belki.
Bunu aklında tut, dedi uyku kendini dayatıp farkındalık yerini hafif uykuya
bırakırken.
Kimse dünyayı iyi bir yerine getirmek için yeterince
üzülemiyor çünkü biraz sonra yine karnı acıkıyor, diyen düşünürün rüyasına
girmesi tesadüf olamazdı. Yine acıkacaksın, demişti alayla. Uyanmasını isteyen
ses susmak bilmezken, gözleri sımsıkı kapalı rüyaya gülmek mümkün olmadı. Uyuyormuş
gibi yapmayı sürdürecekti, birlikte yapılacak bir kahvaltıyı göze almayacaktı. Kıpırdamadı.
Yanındaki kalktı. Banyoya geçtiğini işitti onun. Bunu fırsat bilip gözlerini
açtı. Odanın dağınıklığını, başka birine ait kokuyu, bir yabancının hoş
görülmeyen varlığının havaya yaydığı zerrecikleri aynı anda duyumsadı. Ve banyodaki çıkmadan aceleyle rüyasına
güldü. Tekrar gözlerini yumup, sokak kapısının kapanma sesini işitmeyi bekledi.
Duyduğu mutfaktan gelen sesler olunca şaşkınlıkla doğruldu yatakta. Kahvaltı hazırlığına
girişmiş olmalıydı. Açılıp kapanan buzdolabı, mutfak dolaplarının sesi,
yetmezmiş gibi radyo ve müzik. Yatağa gömülüp yorganı kafasına çekti. Şimdi ne
olacak, ne yapmalı sorularını duymazdan gelerek bekledi. Beklemediği ise yeni
demlenmiş çayın yoldan çıkarıcı kokusuydu. Bir çaya tav mı olacaksın, sorusuyla
uyardı kendini. Aklını başına al. Bu sırada mutfaktaki radyoda çalan şarkıya
yüksek sesle eşlik etmeye başlayınca aynı anda gelen gülme ve ağlama isteğini
ne yapacağını bilemedi. Öfkelenecek gibi olduysa da, mutfaktan yatak odasına
yönelmiş ayak sesleri onu durdurdu. Gözlerini yumdu, soluğunu yavaşlattı,
tetikte bekledi.
Çay demlendi, kahvaltı da hazır, dedi gelen. Haydi, uyan
artık. Daha da ileri gidebilir, içine gömüldüğü yorganı üzerinden çekip
alabilir korkusuyla kıpırdamadan yattı. Haydi, ama dedi tepesinde dikilen. Geçilen
sınırları düşünüp iç çekti, yorganı ve
gözlerini açtı. Karşısındakinin gülümseyişini ve sabah neşesini gördü. Midesindeki
kasılmaya aldırmamaya çalışarak baktı uzunca bu yüze.” Sabah ki aklını çeler bir kuzgunun / Götürür
ıssız bir sorumluluğa…” dizelerinin zihnine doluşuna daha çok şaşırdı. Bu sırada,
günaydın diye şakıdı beriki. Ağzının içinde bir günaydın geveleyip yataktan
kalktı. Banyoya yönelip, sabahları kahvaltı yapmam ben, dedi. Karşısındakinin itiraz
edecekmiş gibi açılan ağzını görünce aceleyle ekledi. Ama çay içerim.
Soğuk suyu yüzüne çarparken, bunun bir anlamı yok, dedi
kendine. Soğuk suyun canlandırıcı etkisiyle neşelenir gibi oldu. Tekrar etti. Bunun
bir anlamı yok. Yoktu gerçekten de. Keşke olsaydı, arzusunun da bir anlamı
olmadığı gibi yoktu...
Mey
* İsmet Özel
Anthony Gormley
11 Şubat 2014 Salı
Keşkeler Listesi...
Söz ve sözsüzlük
aynı kuytu olmasaydı aslında. Ne ben söyleyemediklerime gizlenebilirdim o vakit,
ne sen söyleyebildiklerine.
Giz'in elinde kocamanlaşmazdı belki ' biz ' fikri. Bunca...
Mey
aynı kuytu olmasaydı aslında. Ne ben söyleyemediklerime gizlenebilirdim o vakit,
ne sen söyleyebildiklerine.
Giz'in elinde kocamanlaşmazdı belki ' biz ' fikri. Bunca...
Mey
Sanatın Dili...
Chinolope, Havana'da gazete satar, ayakkabı boyardı. yoksulluktan kurtulmak için New York'a gitti.
Orada biri ona eski bir fotoğraf makinesi verdi. Chinolope eline hiç fotoğraf makinesi almamıştı, ama herkes ona bunun çok kolay olduğunu söylüyordu:
" Şuradan bakar, buraya basarsın, hepsi bu."
O da kendini sokaklara vurdu. Dolaşmaya başlayalı çok olmamıştı ki silah sesleri duydu. Bir berber dükkanına girdi, makinesini doğrulttu ve şuradan bakıp buraya bastı.
Berber dükkanında gangster Albert Anastasia'yı tıraş olduğu sırada vurmuşlardı: Chinolope'nin meslek yaşamının ilk ürünü de bu oldu.
Ona bir servet ödediler. Fotoğrafçılık açısından tam bir zaferdi bu: Chinolope ölümün resmini çekmeyi başarmıştı, ölüm oracıktaydı: ne ölen adamda ne de katilde; ölüm, olaya bakan berberin yüzündeydi.
Eduardo Galeano
Kucaklaşmanın Kitabı...
Orada biri ona eski bir fotoğraf makinesi verdi. Chinolope eline hiç fotoğraf makinesi almamıştı, ama herkes ona bunun çok kolay olduğunu söylüyordu:
" Şuradan bakar, buraya basarsın, hepsi bu."
O da kendini sokaklara vurdu. Dolaşmaya başlayalı çok olmamıştı ki silah sesleri duydu. Bir berber dükkanına girdi, makinesini doğrulttu ve şuradan bakıp buraya bastı.
Berber dükkanında gangster Albert Anastasia'yı tıraş olduğu sırada vurmuşlardı: Chinolope'nin meslek yaşamının ilk ürünü de bu oldu.
Ona bir servet ödediler. Fotoğrafçılık açısından tam bir zaferdi bu: Chinolope ölümün resmini çekmeyi başarmıştı, ölüm oracıktaydı: ne ölen adamda ne de katilde; ölüm, olaya bakan berberin yüzündeydi.
Eduardo Galeano
Kucaklaşmanın Kitabı...
Kırgın Rastlaşması...
İlkin elini uzattı. Boş baktım, eli havada kaldı.
Aldırmadı.
Kırgınlığından tanıdım seni, dedi.
Şaşaladım. Öyle ki nasıl, sorusu aklımdan dilime inmedi. Gözlerim
uzanmış eline dikili öylece durdum.
Bakışlarımı yüzüne çevirsem, ben de onu tanıyacaktım.
Çevirmedim.
Neden, diye sordu
Kırgının ilk kişi kırmaktır, dedim. En iyi tanıdığını.
Anladı.
Havadaki eli yanına düştü. Tek söz etmeden uzaklaştı.
Ardından bakmadım. Hiç...
Mey
Aldırmadı.
Kırgınlığından tanıdım seni, dedi.
Şaşaladım. Öyle ki nasıl, sorusu aklımdan dilime inmedi. Gözlerim
uzanmış eline dikili öylece durdum.
Bakışlarımı yüzüne çevirsem, ben de onu tanıyacaktım.
Çevirmedim.
Neden, diye sordu
Kırgının ilk kişi kırmaktır, dedim. En iyi tanıdığını.
Anladı.
Havadaki eli yanına düştü. Tek söz etmeden uzaklaştı.
Ardından bakmadım. Hiç...
Mey
9 Şubat 2014 Pazar
Ağız Mandalının Konuşmaları...
Benim evde acayip bir ağız mandalı var. Saint-roch’un
çanları susar susmaz, ağız mandalım ayakları üstüne dikiliyor ve benim şahsıma
gündelik konuşmasına başlıyor. Sorgun koltuğuma gömülmüş biçimde, ilgisiz
görünmeye çalışıyorum yıllardır, çünkü bu yaratığın sohbetinde bana hitap
edebilecek herhangi bir şey olmaması gerekir, ama bugüne dek ağız mandalım her
zaman benden daha kurnaz olmuştur.
İşte böyle, konuşmasına başladığı andan başlayarak,
özellikle yansımalı ama çözümlenmesi kolay bir biçimde anlatacaklarını
anlatıyor, ben de kulağı kirişte olan bir kimse gibi dinlemek zorunda kalıyorum
onu, bunu yaparken de en ufak ikilem sergilemeden kendisini onayladığımı ve
hoşnut olduğumu gösteriyorum.
Her şey bundan ibaret olsaydı, aşağı yukarı yirmi dakika
sonra, saint-simon’un anılarına yeniden gömülebilirdim, ama ağız mandalım
hiçbir şeyden tatmin olmuyor. Konuşması bitmeye yüz tuttuğunda, bana konuşmasını
birkaç cümlede özetlememi buyuruyor. Akşamın en çekilmez ânı bu, çünkü sıklıkla
onun düşüncelerinin izlediği yolu yitiriyorum. Tek bir örnek vermek gerekirse,
o akşamki konuşması a sesi üstüne kurulmuşsa, ki bundan sonsuz perde
değişimleri, armonik farklar ve e’ye ya da o’ya geçişler çıkarabiliyor (aae,
aea, aoa, aoo, aeoa, aeeoo gibi seslerin tüm dizisini ekleyelim bunlara),
konuşmanın maddesinin iki hali arasına mantık köprüsünü kurmakta elimden bir
şey gelmemesi yeterli oluyor her şeyi berbat etmek için. Ağız mandalım kudurdu
mu sınır tanımaz, ve ne yazık ki bunun sonuçlarını birçok kez tekrar tekrar
yaşadım. Öncelikle şu kül tablası sorunu var. Eğer az önce sözünü ettiğim
nedenlerden ötürü kızmışsa (üstelik sayısız kızgınlık türü var), ağız mandalımdan
bana saat dokuz buçuk sigaramı içebilmem için kül tablasını getirmesini rica
etmem boşuna oluyor.
O durumda ani bir tepki veriyor, kâh kâğıtlarla dolu çöp
kutusuna kendini bırakıyor, kâh oyun masasının altına girip, ağzı ayaklarının
arasında, belli belirsiz bir sfenks edasıyla bana odaklanıyor. Bana gelince,
konuşmayı özetlemekteki başarısızlığım beni neredeyse her zaman öyle bir duruma
sürüklüyor ki, bu konuda en azından şunu söyleyebilirim, ödüm uç bir psikolojik
karmaşıklığın burgacına atılıyor. Böylesi bir durum yalnızca zamanın, iğrenç
saat kurma sapının, sihirli aynalar gibi çoğaltacağı yüksek tansiyonlara yol
açar.
Sonunda da, bu sözcük burada birazcık yersiz kaçacak ama
neredeyse doğal biçimde, birbirimizin yüzüne en özümsenmiş hakaretleri
yağdırırken buluyoruz kendimizi, bunların üstüne, tutumunun ev ekonomisinde
ciddi sorunlar yaratmasını umursamayan ağız mandalım, alev alev yanan
gözlerindense daha çok öfkeyle burnundan fışkıran yaşları silmek için patiska
mendilimi elimden kapıveriyor. O anlarda, ağız mandalıma nereye kadar
dokunabileceğimi tartıyorum kafamda, çünkü bu yaratık, kül tablası darbesi
düzeyini de, mendil darbesininkini de aşmaktan hiç çekinmiyor, kaldı ki benim
kendimi zorlayarak hareketsiz kalmam karşısında, bana karşı en azından daha az
kırıcı davranışlar sergilemesi onun için o kadar da zor olmasa gerek.
Bu gibi durumlarda insan bir ağız mandalının ruhunun, onun
küçük parmağından öteye gitmediğini anlıyor ister istemez, biraz merhamet ve
unutuş katılıyor sonra işin içine, bunun tek nedeni sessizliğe ve düşüncelere
dalmaya izin veren şeylerden alınan zevk. Çünkü o dakikadan sonra, evde
sessizlik olacaktır; özet yapılmış olsun olmasın, konuşma kapanmıştır, kül
tablası getirilmiş ya da getirilmesi reddedilmiş, mendil elden gitmiş ya da
gitmemiştir. Birbirimize odaklanarak bakmak kalır bize, herkes kendi yerinde,
bırakırız kapansın üstümüze gecenin koca kubbesi. Sabah saat yedi çeyrekte
kahvaltımız getirilir. Vaktimiz bol nasıl olsa.
Julio Cortazar
İsabel Munoz
8 Şubat 2014 Cumartesi
İm ve Düş...
İm ve düş vardı ilkin. Bellemiştin: " imin gücü düşün gücüdür."
İm eksikli, düş ürkekti.
Güç, şahane bir susuş'ta buldu yerini. İm, ürktü. Düş eksildi...
Mey
İm eksikli, düş ürkekti.
Güç, şahane bir susuş'ta buldu yerini. İm, ürktü. Düş eksildi...
Mey
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)