Ne diyorsun hiçbir şey anlamıyorum, diye itiraz etti
sonunda. Yaklaşık yirmi dakikadır soluksuz anlatıyordum.
Dışarıda yağmur yağıyor Benedictus’cum, dedim.
Evet biliyorum, dedi sabırsızca. Yağmurun anlaşılmaz cümlelerinle
ne ilgisi var?
Gözümü, ince ince dökülürken doğaya saldığı kokuyla kendi hikâyesini
anlatmakta olana yağmura diktim. Benedictus’un anlamamasının hayal kırıklığı
yaratacağını düşünmüştüm. Oysa beklenmedik bir kabullenme gelip yerleşmişti
üzerime. Konuştuğum dili anlamayan, akıllı insanlara şaşırmamayı öğrendiğimden
bu yana, onlarla o dille konuşmamanın da bir tercih olabileceğini öğrenimime
eklemiştim. Yağmur yoksa tabii.
Aynı dili konuşuyoruz, diye cevapladım hala sorusunun karşılığını
bekleyen Benedictus’u.
Alayla gülümsedi. Hiç sanmıyorum, dedi. Anlattığın hiçbir
şeyi anlamadım.
Alaysız gülümsedim. Senle değil Benedictus’cum, dedim. Sen değilsin dilim dili
olan.
Bakışlarını, dakikalardır az önce söylediklerime benzer
şeyler söylemekte olan yağmura çevirdi.
Yağmur’la mı aynı konuştuğunuz dil, diye sordu.
Başımı salladım.
Bana değil de, ona mı anlatıyordum yani, diye uzattı
sorusunu.
Yüzümde ciddi bir ifade, başımı evet manasında hareket
ettirdim. Sorular sürecekti.
Ne diliymiş bu, sorusu geldi peşinden. Sır’dan Benedictus’a
söz edip etmemeyi bir an için düşündüm. Yağmurun sakinlemesini işaret kabul
etmem değildi kararımı belirleyen.
Yağmur ve ben, dedim.
Merakla bakıyordu yüzüme.
Biz, dedim. Rüyaların dilini konuşuyoruz.
Merakın yerini alaya bırakacağından emin gibiydim. Ama
Benedictus'un yüzünde düşünceli bir ifade vardı.
O dili, dedi. Hiç öğrenemedim.
Gülümsedim.
Biliyorum, dedim. Akıllı adamlara göre değil.
Bakıştık. Bir şey kopacak gibiydi. Kavga ya da kahkaha. Bu sırada
gök büyük bir gürültüyle patladı. Ben anladım, Benedictus hafifçe ürperdi...
Mey