31 Mart 2014 Pazartesi

Dar (a) Alan...

Daralıyor odan,
gün
be
gün.
Sustuklarımızda...


Mey



Şarkı...

ya gelsin alsın şarkıyı
ya da sustursun, diye geçirdi içinden.
şarkı alındı buna. yükselttikçe yükseltti sesi...

Mey




30 Mart 2014 Pazar

Gerçek ve Söylenilebilirlik...


Onca zamandan sonra ilk kez – ilk kez mi sahiden, bilmiyoruz – bir başka insana gerçeği ifade eden bir sözcük ya da cümle söyleyebilme arzusuyla açtı güne gözlerini.

Arzuya şaştı. Gerçeği söylemem ki – gerçek söylenebilir bir şey mi, o da başka bir soru – hiç, diye düşündü. Merhaba derim, görüşürüz veya; zaman zaman iyi günler dediğim de olur. Her şey yolunda, bir şey düşünmüyorum, bankaya uğrayacağım, süt ve yumurta bitmiş, güzel filmdi, okudum ama keyif almadım gibi cümleler de sık dökülür ağzımdan, diye düşündü. Ama gerçek? Üstelik hangi gerçek?

Tüm sabahı giderek şiddetlenen arzuyu kontrol etmeye çabalayarak geçirdi. Salt arzu olsa iyiydi; arzu gibi nereden çıktığı belli olmayan bir özlem de peyda olmuştu durup dururken. Demek ki varmış daha önceleri. Özlem için bir geçmiş gerekir çünkü. Demek ki gerçeği söyleyebildiği  - karar ver, söylenebilir mi, söylenemez mi?- bir dönem olmuş hayatın şimdi anımsayamadığı bir kısmında. Bellekten medet ummak gereksiz bir zahmet olacak; bellek efendi nazlanacak, bunu yaparken de koruyucu melek tavırlarıyla onu çileden çıkaracak, biliyor. Biliyor ama arzu ve özlem kadar ısrarcı bir başka duygunun da üzerine abanmasıyla çaresiz teslim oluyor: Merak! Ben ne zaman, kime… Dur, diyor. Dur bakalım. Duruyor.

Durunca hatırlıyor. Kötü bellek meleğindir, diye fısıldıyor hatırladıklarına. Ama ben neden ona… Bırak, diyor. Söylediysen söyledin; o da söylediklerinle yaptıklarını yaptıysa yaptı. Bırak. İstemese de bırakıyor.

Bırakınca üçü – arzu, özlem ve merak- az geri çekilir gibi oluyorlar. Belleğinden zihnine akan, dilsel bir gösterinin görüntüsü ile sarsılıyor. Hak ettin sen bunu, diyor kendine. Sesi kinli. Kin, düşmüşlüğünün sarıldığı yılan. Öte durun bakalım, diye fısıldıyor o üçüne. Arzuya, özleme ve meraka. Az öte durun. Solukları düzene giriyor. Gerçekmiş, diyor küçümseyerek. Üstelik hangi gerçek?  Zihnine dolmuş çer çöpü ait oldukları yere, belleğe geri yolluyor. Kalkıp bir çay daha dolduruyor kendine. Paketten sigara çıkarıp yakmadan az önce durup düşünüyor. Çakmağı çakıyor. Ardından ilk nefes ve son söz: Gerçek söylenilmez, hak edilir…


Mey






29 Mart 2014 Cumartesi

Adın...

Kalbi göğü bellemiş
hüzünlü kuşun süzülüşü. Senin adın...

Mey



28 Mart 2014 Cuma

Kırmızı...

Gelincik de bilir ömrün
yetmezliğini bir sevdaya, kırmızısı da.
Ondandır; olabildiğince kırmızı. Yetebildiğince.
Kırmızı...

Mey




Yalnızlık...

Dağa tırmandı, doğrulup dikildi, çevresine bakındı, bağırdı.
Aşağı yuvarlandı taşlar, taşlara çarptılar...

Yannis Ritsos





                                Andrew Weyth

Yalnızlığından...

Yarayı zaman onarır, dedi. Çek elini oradan.
Çektim çaresiz. Boş kalan elimde ıssızlaşmışlığın soğukluğı titredi ilkin. Bunu söylemek veya söylememek çare mi, bilemeden  öylece baktım yüzüne.
Şimdi ben ne yapacağım sorusu saçlarımdan dökülüp yere düşünce ikimiz de gözlerimizle takip ettik zeminde dağılıp gidişini.
Şimdi ben ne yapacağım'ı seslendirmişliğimi o konuşana dek fark etmemiştim.
Diyordu ki;
şimdi sen, nerede denk gelirsen orada, yalnızlığından öpeceksin onu.
Gülümsedim.
Şimdi yapacak bir şey vardı. Dudaklarımı yalayıp, büyük bir öpüşe hazırlandım...

Mey



                                              Steve de Viliers

27 Mart 2014 Perşembe

Şeyleşme…

Sesle birlikte açılıyor. Bir şey. Ne? Bilmiyor. Demek ki kapalıymış. Tek bildiği bu.

Orada mısın, diye soruyor ses.

Sese aldırdığı yok. Görüş alanındaki şeyler – nesne sözcüğü yok dağarcığında; aslında dağarcığı bile yok – gözlerine acı veriyor. Açıp kapatıyor acıyan yeri. Her devirde acı biraz daha azalıyor. Görmek böyle bir şey olmalı, diye düşünüyor. Baktıkça acıyı daha az hissetmek.

Ses. Yine.
Orada mısın?

Görebiliyorum, diye düşünüyor. Bir sevinç iniyor ağzına. İşitebiliyor da olduğunu sonradan akıl ediyor.
Konuşabilir misin, diye sesleniyor diğeri bu kez.

İşitebildiğine göre, konuşabiliyor da olmalı. Ağzını açıyor. Boğuk ve ilkel bir ses dökülüyor boğasından. Acı da var. Yutkunuyor. Panik iniyor içinde bilmediği bir yere. Soluğu sıklaşıyor.

Tekrar dene, seslenişiyle sakinliyor bir parça. Etrafına bakıyor önce,  ardından dönüp kendine. Oradaki hiçbir şeye benzemediğini fark ediyor. Panik tekrar yükseliyor. Ne şurada toprağa sıkıca tutunmuş, gövdesinden gökyüzüne uzanana iriliğiyle hem korkutucu hem güzel şey kadar iri, ne az önce başının üstünden kanat çırparak geçen kadar küçük. Bedeninin iki yanında uzanan ve hareket ettirebildiği organlara bakıyor. Bunlarla, o küçük şeyin yaptığını yapabilir miyim acaba, diye düşünüyor. Yükselebilir miyim ben de göğe doğru?

Korkuyor musun, diyor ses. Korkma.

Korkmak deniyor demek ki buna, diye düşünüyor. O sıra ayak parmaklarından birinin ucundan bedenine tırmanmaya çalışan minik yaratığa takılıyor gözü. Hafif bir gıdıklanma hissediyor önce, sonra korkmayı hatırlıyor. Ayağını sallayarak kurtulmaya çalışıyor, vücuduna ait olmadığı besbelli yaratıktan. Küçük şey sarsıntıyla sersemliyor ilkin ama ilerlemeye çalışmaktan vazgeçmiyor. Küçüğün inadı tehlike hissini yatıştırıyor. Gözlerini ondan ayırmadan konuşmayı deniyor yine. Sese değil ama ayak parmağını yurt edinmişe:
Sen nesin, peki ben neyim?

Aniden bir esinti gelip yalıyor vücudunu. Titreme. Bu ne?
Üşüyor musun, seslenmesiyle anlıyor ne olduğunu. Üşüyorum.  Dişleri birbirine vurmaya başlayınca tekrar ediyor yeni bilgiyi: üşüyorum.

Yanına geliyorum,  diyor ses. Haberle birlikte anlam veremediği bir tedirginlik çöküyor üstüne. Saklanacak bir yer arayışıyla gözden geçiriyor çevresini. Hareket eden bir şeyin çıkardığı sürtünme sesi, yaprak hışırtısı ve koku. Gözlerini açtığından beri gördüğü şeylerin yabancılığından ürkmemişken şimdi göğsünde bir yer gümbürdüyor. Bu da korku olmalı, diye düşünüyor.

Sesin sahibi göründüğünde, ben gibi düşüncesiyle rahatlatmaya çalışıyor kendini. Gelen yarı sürünür halde yavaşça yaklaşıyor yanına. Sokuluyor iyice.
Korkma, diyor.
Sesi yakından biraz daha güven verici.

Sen ben misin, diye soruyor. Beriki kendine ve ona bakıyor ilkin. İlk bakıştaki büyük benzerliğin yanında kimi farklılıkları olduğunu ikisi de aynı anda fark ediyorlar.
Bilmiyorum, diyor cevaplıyor dürüstçe.

Etraflarındaki diğer varlıkların bulundukları yerle uyumlarını izlemek kendi iğretiliklerini görünür kılıyor.
Biz neyiz, sorusu kaçınılmaz.
Berikinin gözlerinde gördüğü çaresizlik, soranın sorduğuna pişman olmasına neden oluyor.
Bir şeyiz, cevabını veriyor yine de sorunun yöneldiği.
Esinti şiddetini artırınca teklifsiz sokuluyorlar birbirilerine. Bir bedenin diğerine faydası açığa çıkıyor böylece. Etraflarındaki varlıklara nereden öğrendikleri belli olmayan bir kıskançlıkla baktıklarını birbirlerinden gizlemek ister gibi başka yönlere bakıyorlar.
Bir başlangıç olabiliriz, diyor daha çok şey bilir gibi olan.
Ya da bir son, düşüncesini kendine saklıyor.
Belki de bir cezayızdır, diyor konuşma becerisi hızla yerine gelmekte olan. Belki de cezalı.
Ya da bir ihanet, diye tamamlıyor diğeri. Evrene ve birbirimize.
Gözlerim acıyor, diye haber veriyor düşünmek için yeterince sözcüğe sahip olmayan.
Yorgunsun, karşılığını veriyor beriki. Yorgunuz.

Usulca uzanıyorlar çıplak toprağın üzerine. Bedenlerini birbirlerine, ihanetlerine diyelim ya da, sarıp gözlerini yumuyorlar. Biz neyiz sorusu, uykuya giden yola izin verene dek konuşmadan öylece yatıyorlar.
Bir şeyiz, cevabının yetersizliği zihinlerinde acırken uykuya yenik düştüklerinden üstlerinden geçen kuş sürüsünün kanat çırpışındaki umudun sesini işitmiyorlar…


Mey


                                     Shoji Ueda

Öykümüz...

Varsayalım,
ben yazmadım
sen okumadın. İşte bitti. öykümüz.
yazmadım. hiç.
okumadın. hiç.
öykü. hiç.


Mey


                                       Kyle Thompson

26 Mart 2014 Çarşamba

Öykünme...

Sordu: 
Niye hep
yağmurlar,
kuşlar,
rüzgar,
ağaçlar
ve
gelincikler var hikayenin belleğinde; imlediğin kadar gerçekdışıysa aslında?
Düşündüm:
Doğaüstünün, doğal olana öykünmesi, diyecektim. Cevabı yuttum. Hiç doğal gelmediğinden...

Mey




                                             Anthony Gormley

Oluş ve Kavrayış…

Kadın başını ağacın gövdesine dayamış oturuyordu. Duyusala sırt çevirmiş zihninde dönenen bir soruyu kapalı gözlerinin ardına saklamıştı: Olduğundan emin olabilsem.
Adamın başı ise, hızla ilerleyen bir trenin pencere camına yaslanmıştı o sıra. Olmadığını bilebilsem, diye mırıldanıyordu zihninde bir ses. Gözleri açık değildi.
Tren ağacın yanından geçip gittiğinde, ikisi de gözlerini açmış değildi. Tren uzaklaştı, rüzgarı ağacın yapraklarında titredi; oluş - bir açıdan olmayış - kendini bir başka oluş’a devretti…


Mey


                                   Lucian Olteanu

Edebiyat ve Devrim...

Yaşayan bir edebiyat saatini düne ya da bu güne göre değil, yarına göre ayarlar. O, seren direğine çıkmış bir gemici gibidir: direğin tepesinden batan gemileri, buzdağlarını ve yaklaşan fırtınaları görürü; güvertedekiler ise bunlardan habersizdir.

Fırtınalı havada gözcüye gerek vardır. Ve şu anda hava fırtınalı; dört bir yandan imdat çağrıları geliyor. Daha dün, bir yazar güvertede sakin sakin dolaşıp manzara resimleri çekebiliyordu; ama dünya kırk beş derece yan yatmışken, yeşil dalgalar bizi yutmaya hazırlanır, geminin gövdesi de çatırdarken kim ister manzara resimlerine bakmayı! Bu gün bizler ancak ölümle? Eğer yeniden baştan başlayabilseydik nasıl, neyle yaşardık? Ve ne için? Bu gün edebiyatta bize gereken, seren direğinin tepesinden, uçaklardan görünen dev felsefi ufuklardır; bize gereken en nihai, en korkunç ve en korkusuz ‘neden’ler ve ‘sonra ne olacak’lardır.

Gerçekten canlı olan, hiçbir şey karşısında duraksamaz ve ‘çocukça’ sorulara hiçbir şeye aldırmadan cevap arar. Cevaplar yanlış olsun, felsefe hatalı olsun, ne çıkar – hatalar, doğrulardan daha değerlidir; doğru makineye aittir, hata canlıdır; doğru güvence verir, hata ise rahatsız eder. Ve eğer cevaplarımız ulaşılması imkânsız şeylerse daha da iyi! Cevabı belli sorularla uğraşmak, beyinleri inek işkembesi gibi kurulmuşa benzeyen insanlara özgüdür-  ve biliriz ki işkembe ancak geviş getirmeye yarar.

Eğer doğada sabit şeyler, sabit gerçekler olsaydı, tüm bunlar yanlış olurdu. Ama şükür ki gerçekler hatalıdır. Diyalektik sürecin özü tam da budur. Bu günün doğruları yarının yanlışlarıdır; en son sayı yoktur.

Devrim her yerde, her şeydedir. Sınırsızdır. En son devrim, en son sayı yoktur.


Yevgeni Zamyatin

Edebiyat, Devrim, Entropi ve Başka Meseleler adlı makaleden..




25 Mart 2014 Salı

Ruh ve Çığlık...

Sessizlik, ruhun çığlık atmasıdır, dedim.
Soruyu bırakmaktır, dedin sen de. Bi'de cevabı.
Çığlık her şeyi işitilmez kıldı o anda.
ruhun
ruhumdan
ayrılsın diye, diyen hangimizdik, anımsamıyorum...

Mey



                                        Gregory Colbert

24 Mart 2014 Pazartesi

Öykümüz...


Kirlenmek kaçınılmazdı bize. Öykümüz, salt o;
söz'den membranın içinde pür-i pak kaldı...

Mey




Bulunmuş Mektuplar / Sıkıca..

Bir çanta dolusu mektubun çıkagelmesi mucizeviydi. Elimi sokup birkaç tanesini çıkarınca gördüm hiç açılmamış olduklarını. Farklı isim ve adreslere gönderilmiş veya gönderilmemiş – hala emin değilim hangisi olduğundan –  onlarca mektup. Elime gelen ilk zarfı, hakkım olmadığını bilerek, açtığımda düzgün bir el yazısıyla özenle yazılmış birkaç satırın çantanın sahibini arama fikrini hiçlediğini itiraf ederim. Çantayı kaptığım gibi eve koştum. Kim vazgeçebilirdi ki o kime ve kimin tarafından yazıldığı belirsiz birkaç cümlenin verdiği büyülü hazzı…


 " Merhaba yine,*

Onayını bekleyemedim. Bu seni kızdırıyor mu?

Üşümem geçti. Bunu Tolstoy’a ve Anna Karenina’ya borçluyuz. Günlerimin ve gecelerimin büyük bir bölümünü işgal eden bu harika ikili bana üşüdüğümü unutturdular.

Tolstoy bende açıklayamadığım iki farklı duygunun oluşmasına neden oluyormuş meğerse. Bunu yeni yeni anlıyorum; ondaki sanatçıyı severken, vaizden ise inanılmaz ölçüde sıkılıyorum. Ama sonra fark ediyorum ki, Tolstoy bir bütün. Sanatçı Tolstoy ile vaiz Tolstoy’u birbirinden ayırmak neredeyse olanaksız. Olduğu gibi kabul etmekten başka çare yok, vazgeçemiyorsan eğer.

Bir öykü duydum: Yaşlılığında, kasvetli birg ün, roman yazmaktan vazgeçişinden yıllar sonra, eline rastgele bir kitap almış, ortasından okumaya başlamış, çok hoşlanmış romandan. Sonra adına bakayım demiş ve görmüş ki; Anna Karenina, yazan ise Lev Nikolayaviç Tolstoy. Gülümsetti beni bu hikaye. Biz de zaman zaman kimi hikayelerin, tarafımızdan yazıldığını unutuveriyor, arkamızı dönüveriyoruz sanki. Gerçi ben artık sırtımı dönmek yerine alay ediyorum hikayelerimle; ama alay duygu yüküne zarar vermez, tam tersine dokunaklılığını artırır, diyor Flaubert. Kesinlikle haklı.

Pozzo’nun inadına sahip olduğuma artık neredeyse eminim. Anna Karenina’yı okurken ve tolstoy’la kavgamı sürdürürken görmelisin beni. Küfür, kavga gırla. En çok Vronski ile kavgalıyım. Bu ortalama zekada, küt adamın Anna’yı kesinlikle hak etmediğini düşünürken bir yandan da bunları okurken iyice delirdiğime kanaat getireceğini düşünüp zevkleniyorum.

Dil  insanın derisidir, demişler ya; işte o dil, zamanla rengini alır yapıştığı bedenin. Ne renksen, dilin de o renk. Düşünüyorum da bir zaman nasıl da rengârenktik. Şimdi o renkler, uzak bir anı gibi kokuyor sadece. Koku da şiddetini yitiriyor giderek. Siyah ve beyaz’a sahip kalabilirsek, eh bu da bir şeydir, deyip tevekkülün rahatlatıcılığına sığınabiliriz. O Japon ninnisindeki gibi.


                                       “ böyledir yaşam
                                         Düşersin yedi kez
                                         Kalkarsız sekiz kez”

Neyse, her neyse.

Aklıma gelmişken Anna Karenina’nın kocasına da Karenina diye seslenmenin çok abes bir şey olduğunu öğrendim. Çünkü Rusçada sonu sessiz harfle biten bir soyadı(hal takısı alamayacak bazı adlar dışında) eğer bir kadını gösteriyorsa sonuna “ a” alırmış. Erkekler söz konusu  olduğunda bu uygulama abesle iştigal yani. Ona karenin, demeliyiz unutma, bay karenin.

Tolstoy’la ilgili bir keşfim daha var sana söylemeden edemeyeceğim. Onun, yaşamı çok hoşa gidecek bir biçimde, tastamam, biz insanoğullarının zaman duygusuna denk düşecek biçimde canlandırmanın bir yolunu bulduğunu ve bunu yapabilen başka bir yazar tanımadığımı. Saati benim saatimle aynı giden bildiğim tek yazar. Senin bildiğin biri var mı?

Aslında Levin’den de söz etmek istiyordum ama seni bunaltmaktan, boğmaktan korkarım.

Boğulduğunu söylediğin geceden bu yana, neredeyse vicdan azabı denilebilecek bir duyguyla boğuşurken, gözlerimin önünde canlanan; gecenin bir vakti birasını kafaya dikip, bilgisayarının karşısında oturmuş bir adam oluyor. Daralıyor olduğun fikri bana Bodur minareden öte’yi  düşündürüyor; hemen hepsi, kesin sınırlarla kuşatılmış dar dünyaların, bu dünyalar içinde daralan insanların hikayelerinin anlatıldığı o şaheseri işte. Bir başka dünyanın hayalinin asılı kaldığı yaşamdan çok uzakta, daraldıkça daralmak. Bu fikirle ben de aynı daralmayı hissediyorum neredeyse.

Onayını bekleyemedim. Buna kızıyor musun?

Kızma.

“ Seni hiç tutmamış olduğum için, sıkı sıkı tutuyorum seni” sadece…"


Mektubu zarfına usulca yerleştirip, Vronski’ye sövüyorum nedenini bilmeden…


Mey

* mektubu oluşturan metin sivil sözlük girdilerinden kolajlanmıştır…



                                                Man Ray


23 Mart 2014 Pazar

Adın...

Erken bahardan
başı dönmüş kuşların; bi'de,
kırmızısını nereye gizleyeceğini bilmeyen gelinciklerin düeti. Senin adın...

Mey


                                              İrfan Kuzu

Lekesiz Algı Üstüne...

Dün ay yükselirken, güneş doğurmak istermiş gibi geldi bana: öylesine geniş ve gebe dururdu ufukta...

Ama gebeliği yalancı bir gebelikti; ben aydaki erkeğe inanırım da, aydaki kadına inanmam...

Doğrusu, onda pek erkeklikte yoktur ya, bu utangaç gece cümbüşünde... Evet, damlar üzerinde tedirgin bir vicdanla gezinir o...

Şehvet düşkünüdür, kıskançtır aydaki o kesiş; yeryüzüne şehvet duyar o, ve sevenlerin bütün sevinçlerine...

Hayır, sevmem damlarda sürten bu kediyi!... Tiksinirim yarı kapalı pencerelere sokulan her  şeyden!...

Yıldız halılar üzere yürür o, sessiz ve sofu: -ama ben usul basan, mahmuz şakırdatmayan insan ayaklarını sevmem...

Her dürüst adım ses verir; oysa kedi toprak üzerinde uğrun uğrun gider... Bak, kedi gibi geliyor ay, dürüstlükten uzak...

Şu benzetmeceyi sunarım size, ey duygulu, iki yüzlü kişiler, ey "duru algılayanlar"!... Ben size şehvet düşkünleri derim!...

Yeryüzünü ve yersel olanı sizde seversiniz: iyi anladım sizi!... -ama sevginizde utanç var, tedirgin bir vicdan var, -ay gibisiniz!...

Yeryüzünü hor görmeye kandırılmış ruhunuz; ama bağırsaklarınız kandırılmamış: bunlar en güçlü yerleriniz sizin!...

Ve ruhunuz, bağırsaklarınızın buyruğuna girmekten utanç duyuyor şimdi; utancını gizlemek için de, sinsi ve yalancı yollara sapıyor...

"bence en ulu şey" -der yalancı ruhunuz kendi kendine..._"hayata istek duymadan bakmaktır, köpek gibi, dilini sarkıtarak bakmak değil..."

Bakmakla mutlu olmak : ölü bir istemle, bencilliğin pençesinden ve açgözlülüğünden uzak, _tepeden tırnağa soğuk ve külrengi, ama esrimiş ay gözleriyle bakmak!...

Bence en sevimli şey "_baştan çıkmış olan böyle baştan çıkarır kendini..." yeryüzünü ayın sevmesi gibi sevmektir... Yeryüzünün güzelliğine ancak gözlerle dokunmaktır...

"ve bence şudur bütün nesnelerin lekesiz algılanması: nesnelerden bir şey istememek, onların önüne bin gözlü bir ayna gibi uzanabilmek..."

Ey duygulu, iki yüzlü kişiler, ey şehvet düşkünleri!... Sizin isteğinizde suçsuzluk eksik: bu yüzden kara çalarsınız her isteğe!...

Gerçek, siz, yaratanlar, doğurganlar ve oluştan sevinç duyanlar gibi sevmezsiniz yeryüzünü!...

Suçsuzluk nerededir?... Doğurma isteminin olduğu yerde... Ve bence en duru istem, kendinden öte yaratmak isteyende bulunur...

Güzellik nerededir?... Bütün istemimle, istemem gereken yerde: görüntü, salt görüntü olarak kalmasın diye sevmek ve yok olmak istediğim yerde...

Sevmek ve yok olmak : bunlar ta baştan beri uyarlar birbirine... Sevme istemi : bu ölmeyi de istemektir... Böyle derim size ödlekler!...

Oysa sizin o iğdiş göz süzmeniz, "dalınç" adını almak istiyor şimdi!... Ödlek gözlerin kendisine dokunmasına ses çıkarmayan şeye de "güzel" denecek!... Ah, soylu adları kirletenler sizi!...

İşte üstünüzdeki ilenç, ey temiz kişiler, ey arı duru algılayanlar: hiç bir zaman doğuramayacaksınız, ufukta geniş ve gebe dursanız da!...

Gerçek, ağzınızı soylu sözlerle doldurursunuz: yani yüreğinizin taştığına mı inanalım, yalancılar?...

Ama benim sözlerim küçük, hor görülesi, çarpık sözlerdir: yemek masanızdan düşenleri seve seve toplarım ben...

Ama ben onlarla daha gerçeği söyleyebilirim iki yüzlülere!... Evet, kılçıklarım, kabuklarım ve dikenli yapraklarım, - gıdıklayacak burunlarını iki yüzlülerin!...

Sizin ve sofranızın çevresinde hep kötü bir hava vardır: şehvetli düşünceleriniz, yalanlarınızla sırlarınız bu havanın içindedir çünkü!...

Kendinize inanmaya kalkışın yalnız, _kendinize, bir de bağırsaklarınıza!... Kendine inanmayan hep yalan söyler...

Siz bir tanrının maskesini takmışsınız, ey "arı duru kişiler" : bir tanrı maskesinin altına çöreklenmiş iğrenç yılanınız...

Gerçek, siz aldatırsınız, ey "dalgın kişiler"!... Bir zamanlar zerdüşt bile sizin tanrısal derilerinize aldanmış, onların içini dolduran yılan kangallarını sezememişti...

Bir zamanlar, oyunlarınızda bir tanrı gönlünü oynar gördüğümü sanırdım, ey duru algılayanlar!... Sizin sanatlarınızdan üstün sanat yok sanırdım...

Yılan pisliğini ve kötü kokuyu, uzaklık gizlerdi benden: ortalıkta bir kertenkele kurnazlığı şehvetli ayın sevişmesi!...

Ama ben size yaklaştım: derken geldi gündüz bana...-şimdi de size geliyor, sona erdi ayın sevişmesi!...

Bakın işte!... Tutulmuş ve solgun duruyor orda, -tan kızıllığının önünde!...

O geliyor çünkü o, parıl parıl yanan, - onun yeryüzüne sevgisi geliyor!... Suçsuzluktur, yaratıcı özlemdir her güneşi sevgi!...

Bakın işte, nasıl sabırsız geliyor denizin üzerinden!... Sevgisinin susuzluğunu ve sıcak soluğunu duymuyor musunuz?...

Denizi emmek istiyor o, denizin derinliklerini kendi yüksekliğine çekmek istiyor: denizin arzusu binlerce göğüsle kabarıyor işte...

Güneşin susuzluğuyla öpülmek, emilmek istiyor; hava olmak istiyor, yükseklik ve ışık yolu ve ışığın kendisi olmak istiyor!...

Gerçek, güneş gibi ben de severim hayatı ve bütün derin denizleri...

Algı da şudur bence: derin olan her şey ağacaktır, _benim yüksekliğime!...



Nietzsche





Bakmaya neden...

Bakmayı bırak artık,  dedi.
Yazmayı bırak artık,  diye okudum dediğini.
Cevap kaçınılmazdı: Yapamam.
Soru da cevap gibiydi: Neden?
Çünkü,  dedim.  Eğer,  ben bakmayı bırakırsam, o kör olur.
Sustu. Sustum.
Cevabı; eğer,  ben yazmayı bırakırsam,  diye okuduğundan da söylenecek başka söz olmadığından da emindim. Güneş mevsimden beklenmeyecek ölçüde yakıcıydı. Birer bira daha söyledik...

Mey




22 Mart 2014 Cumartesi

Keşkeler Listesi...

Kendimizi saklayıp,
gölgelerimizi serbest kılmışlığın güvenliğinde tükenir sandık.
O ' şey '. Bir şey, yalnızca bir şey oldu. Tükenen...

Mey




                                 Emilio M. Blanco

21 Mart 2014 Cuma

Biz'e ve Şiir'e Dair...

çabalamadık. hiç.
yine de
öğrendik,
söz'ü öpmeyi...

Mey



                                            Ken Carson

20 Mart 2014 Perşembe

Bir Zamanlar Auxonne'da...

Auxonne postanesi küçüktür ve posta memuresi mavi gözlüdür.
İki kere gitmiştim o küçük postaneye.
İlk gidişim sana bir paket göndermek içindi; posta memuresi paketi tartarken senin paketi ellerini düşledim.
" Dört kilo üç yüz gram."
Elle sarılmış bir pakette ağırlığı olmayan bir mesaj vardır: Gönderenin sarıp düğümlediği ipi paketi alan açar.
Postanede, Auxonne'de bağladığım düğümü çözen parmaklarını gördüm zihnimin derinliklerinde.
On gün sonra kasabaya indiğimde, sana bir mektup yollamak üzere tekrar girdim postaneye. Sana paket gönderdiğim günü anımsadım ve bir şeyi kaybetmişim duygusuna kapıldım. Kaybettiğim neydi peki? Paket sağ salim yerine ulaşmıştı. Pancar köklerinden çorba da yapmıştın. Portakal çiçeklerinden damıtılma suyla dolu şişeyi yerine, dolapta giysilerin üstüne yerleştirmiştin. Kaybolan tek şey paket kağıdının o kısa ömrüydü.
Ölülere yakılan ağıtlar ölmekle kaybettikleri umutlaradır aslında. Eli - paketli -adam artık bir ölüymüşçesine bir şeyler umma şansını yitirmişti. Ve yerini eli - mektuplu - adama bırakmıştı...

John Berger / Ve Yüzlerimiz, Kalbim, Fotoğraflar Kadar Kısa Ömürlü'den



                                Luciano Tarasco

Yapmadığın Şeyler...

sen,
sen'den
veya
senin, diyebilmek düzlüktü dil evreninde.
dolayında gezinmenin estetiğine düşkünlüğündendir ki,
düz, dümdüz olamadın. aşk'ın dil'i yokuş sever, diyecektin soran olsa. olmadı...

Mey




19 Mart 2014 Çarşamba

Şarkıya Dair Bilinmezler…

Duyuyor. Bunda sorun yok. İşittiğini, şarkının zihninin gerisinde ince ince aktığı biliniyor.
Ama bilinmiyor diğer yandan:
Şarkıyı seviyor mu, kızıyor mu varlığına; kulak mı tıkıyor, seviniyor olabilir mi mesela işitebildiğine,
Olmaz olsun mu, diyor yoksa en çaresiz anlarda; onun, şarkını yani kalbinde tınlamasına sırt mı çeviriyor yoksa o tınlama olmasa kalbinin eksik kalacağını düşündüğü oluyor mu acaba? Unutmak istediği oluyor mu şarkıyı imkânsızın sesini taşıdığı için iç evine yoksa varoluşuna yapışmış o şarkının oluşuna şükretmek mi tek yapabildiği?
Duyuyor. Bunda sorun yok.
Duymuyorsa da sorun yok, diyor şarkı. Şarkı onundur. İster dinler ister düşler…


Mey


                                              Rudolf Bonvie

Öykümüz...

yol şaşkını
bir uğurböceğinin,
insafına kalmış birkaç cümleden ibaretti öykümüz. 
ne böcek döndü ne sahibine ulaştı söz.
işte ben uyanığım bu saatlerde;
en azından biri gelmeli için. yol gözlüyorum.  ya söz ya o kırmızı böcek...

Mey




18 Mart 2014 Salı

Tebessüme Gerekçe...

Karıncayı bile incitemez, dediler senden yana.
Yalancı çıkmasınlar diye,
gülümsüyorum vara yoğa...

Mey




                                        Ayşe Mıhçı

17 Mart 2014 Pazartesi

Aşkın Otizmi...

İnatçı bir sessizlikte arar umudunu, dedi.
Sessizlik kadar kara. O kadar yoğun, diye düşündüm ben de o sıra. Demedim aklımdan geçeni. Dese miydim, diye düşünmedim de.
Dili yok kara'yı alıp koynuma yoluma gittim. Ya da yittim. Yolunda...

Mey




A Bao A Qu...

Zamanın ta başından beri, zafer kulesi'nin merdiveninde insan ruhunun en ince tonlarına duyarlı bir yaratık yaşardı ve a bao a qu adıyla tanınırdı. Genellikle merdivenin ilk basamağında hareketsiz yatar, ta ki biri yaklaşıp içindeki o gizli yaşam uyanana ve yaratığın derinliklerindeki iç ışık parlayana kadar. o dakka, bedeni ve neredeyse yarı şeffaf derisi kıpırdanmaya başlar. Ama biri gelir de, bu döne döne yükselen merdiveni tırmanmaya koyulursa, işte o zaman, a bao a qu kendine gelir ve ziyaretçinin hemen ardına geçip, kıvrılan basamakların nesillerce hacının adımlarıyla iyiden iyiye yıpranmış olan dış tarafını tutardı. Her basamakta yaratığın rengi daha bir koyulaşır, biçimi mükemmele yaklaşır ve saçtığı mavimsi ışık gittikçe parlaklaşır. Ama yaratık gerçek biçimine ancak en üst basamakta kavuşur, o zaman tırmanan kişi nirvana'ya ermiş demektir ve hareketleri kesinlikle gölge yaratmaz. Aksi takdirde, a bao a qu kulenin tepesine varmadan bocalar, felç olmuştur sanki, bedeni eksik, maviliği gitgide daha soluk ve ışığı titrektir. Yaratık bütün olamadığı zaman acı çeker ve zar zor işitilen, ipek hışırtısına benzer bir sesle inler. Ömrü kısadır, gezgin kuleden iner nmez a bao a qu tekerlenip merdivenin dibine kadaryuvarlanır ve orada, bitkin, neredeyse biçimsiz halde, sonraki ziyaretçiyi bekler. Söylenenlere bakılırsa, ancak merdivenin ortasına vardığında yaratığın dokunaçları görünmeye başlar. Ayrıca yaratığın bütün bedeniyle görülebildiği ve dokunulduğunda, derisinin şeftali kabuğu hissi uyandırdığı söylenir.


A bao a qu yüzyıllardır terasa yalnızca bir kez ulaşmıştır.

J. L. Borges / Düşsel Varlıklar Kitabı


                                        Arno Rafael Minkkinen

Adın...

Düşlemeye
düşkün
olduğum
düş...


Mey


                                        Alfred Stieglitz



15 Mart 2014 Cumartesi

İyi Tanrı...

neye inandığımı bilmek ister misiniz? ben, herkes için ve bütün günler için geçerli olan, tek tek her günün yaşanabildiği bir düzene inanıyorum. içinde bütün duyguların ve düşüncelerin yer bulabildiği bir büyük geleneğe ve onun gücüne inanıyorum; bu geleneğin düşmanlarının ölümüne inanıyorum. ben, aşkın dünyanın karanlık yarısında bulunduğuna, her suçtan, her kafirlikten daha yıkıcı olduğuna inanıyorum. ben, aşkın ortaya çıktığı her yerde, tıpkı yaradılış’ın ilk günündeki gibi bir kargaşanın doğduğuna inanıyorum. aşkın masum olduğuna ve yıkıma sürüklediğine inanıyorum; aşk, yoluna ancak suçla birlikte ve insanı sonunda dünyanın bütün yargıçlarının önüne sürükleyerek devam edebilir. ben, aşıkların adil bir sonuç olarak havaya uçtuklarına ve hep uçmuş olduklarına inanıyorum. belki de orada burçlara yerleştirilmişlerdir. siz söylemediniz mi, erkek kadını gömmedi diye? siz söylemediniz mi?



İngeborg Bachmann / Manhattan’ın İyi Tanrısı’ndan..





Biliyorsun...

Biliyorsun ben,   uç…
Biliyorsun sen,       muş’tun.
Biliyorsun sen,    düş…
Biliyorsun ben,          tüm.
Biliyorsun sen,     git….
Biliyorsun ben,           tin’de…
Biliyorsun sen,     yok….
Biliyorsun ben,             um…
Biliyorsun sen,      iç’tin
Biliyorsun ben,            iç’imde…
Biliyorsun sen,       ben….
Biliyorsun ben,             sen…



Mey




                                            Daehyun Kim


14 Mart 2014 Cuma

Soğuma...

Bir alaz yaladı zamanı
buza kesti
yüreğimiz...

Mey




13 Mart 2014 Perşembe

Hikayenin Bozulması...

Hikayelerin bozulduğu topraklarda, hikaye olmanın anlamı yok, dedim.
Uzunca baktın. yok evet, dedin.
Susalım mı, diye sordum. Düşündün.
Yok'luğun hikayesi olalım, dedin. Düşündüm.
Güzel oluruz belki, dedim.
Bozulmaya inat, diye tamamladın. Gülüşümüz hiç bunca içten olmamıştı...

Mey



                                                Andre Kertesz

12 Mart 2014 Çarşamba

Çocuk'tan Kuş...

Çocuktan kuş olur mu bilmeyenlere inat;
rengi gece saçları, hınzır karga oldu çocuğun.
Güvercin gülüşü kanat açtığında inanmadı aklı selimler. Aldırmadı çocuk. Zeytin gözlerinde kırlangıç sakladığını kimseye dememişti.  Kaşlarından havalanan martıya takılmıştı sizin gözünüz. 
Çocuktan kuş olur mu'lara gülüp geçti çocuk. Bedeninden havalanan onlarca kuşun kanat çırpışının müziğini katık etti yolculuğuna. Çocuktan kuş olur elbet'i bilenlerin göz bebeklerinde küçük bir kanat izi bıraktı, uzaklaşmadan hemen önce. Biraz yitti, biraz kaldı göğünüzde...

Mey




11 Mart 2014 Salı

10 Mart 2014 Pazartesi

Arsız Temellendirmesi...

Kavisin eğriliği, onun doğruluğudur, diyen İbn Arabi var bir yanımda.
Yeter yetmesine ya, sağlam olsun diye; Bay Muannit Sahteği’nin,  doğru günahlardır yaşamaya değen'ine yaslıyorum sırtımın diğer yanını da.
Güvenlik şımartıyor iyiden iyiye. Tam da bu yüzden, yanlış bütünde doğru yaşanmaz diyene dil çıkarıp kaçıyorum…


Mey







Öykümüz...

Abece'nin eksik bıraktığını
rüzgar düşlüyor, yağmur kuruyor. Bu okunaksız el yazısı kimin, işte o bilinmiyor. Henüz...

Mey



                                       Paulo Medeiros

9 Mart 2014 Pazar

Rüyaların Dili...

Ne diyorsun hiçbir şey anlamıyorum, diye itiraz etti sonunda. Yaklaşık yirmi dakikadır soluksuz anlatıyordum.
Dışarıda yağmur yağıyor Benedictus’cum, dedim.
Evet biliyorum, dedi sabırsızca. Yağmurun anlaşılmaz cümlelerinle ne ilgisi var?
Gözümü, ince ince dökülürken doğaya saldığı kokuyla kendi hikâyesini anlatmakta olana yağmura diktim. Benedictus’un anlamamasının hayal kırıklığı yaratacağını düşünmüştüm. Oysa beklenmedik bir kabullenme gelip yerleşmişti üzerime. Konuştuğum dili anlamayan, akıllı insanlara şaşırmamayı öğrendiğimden bu yana, onlarla o dille konuşmamanın da bir tercih olabileceğini öğrenimime eklemiştim. Yağmur yoksa tabii.
Aynı dili konuşuyoruz, diye cevapladım hala sorusunun karşılığını bekleyen Benedictus’u.
Alayla gülümsedi. Hiç sanmıyorum, dedi. Anlattığın hiçbir şeyi anlamadım.
Alaysız gülümsedim. Senle değil  Benedictus’cum, dedim. Sen değilsin dilim dili olan.
Bakışlarını, dakikalardır az önce söylediklerime benzer şeyler söylemekte olan yağmura çevirdi.
Yağmur’la mı aynı konuştuğunuz dil, diye sordu.
Başımı salladım.
Bana değil de, ona mı anlatıyordum yani, diye uzattı sorusunu.
Yüzümde ciddi bir ifade, başımı evet manasında hareket ettirdim. Sorular sürecekti.
Ne diliymiş bu, sorusu geldi peşinden. Sır’dan Benedictus’a söz edip etmemeyi bir an için düşündüm. Yağmurun sakinlemesini işaret kabul etmem değildi kararımı belirleyen.
Yağmur ve ben, dedim.
Merakla bakıyordu yüzüme.
Biz, dedim. Rüyaların dilini konuşuyoruz.
Merakın yerini alaya bırakacağından emin gibiydim. Ama Benedictus'un yüzünde düşünceli bir ifade vardı.
O dili, dedi. Hiç öğrenemedim.
Gülümsedim.
Biliyorum, dedim. Akıllı adamlara göre değil.
Bakıştık. Bir şey kopacak gibiydi. Kavga ya da kahkaha. Bu sırada gök büyük bir gürültüyle patladı. Ben anladım, Benedictus hafifçe ürperdi...


Mey





8 Mart 2014 Cumartesi

Yalınlığın Anlamı...

Basit şeylerin arkasına gizleniyorum, beni bulasınız diye;
beni bulmazsanız, nesneleri bulacaksınız,
dokunacaksınız elimin dokunduğu yere,
birleşecek ellerimi ve evin diz çökmüş sessizliğini - 
her zaman diz çökmüştür sessizlik.

Bir yola çıkıştır her sözcük
bir buluşma için - sık sık vazgeçilen -
ve bir sözcük gerçektir ancak, bu buluşmada direttiği zaman...

Yannis Ritsos




                                      Asuman Ercan

Gerekçe...

Söylenmemiş tek söz kalmasın giderken diye;
gitmedi...


Mey


                                  Shoji Ueda

7 Mart 2014 Cuma

Mütevazı Öneri...

Uzağın hoyratlığını sıkı besle, dedim.
Neden, sorusuna fırsat bırakmadan ekledim: çünkü kalbin gülümsüyor.
Hala...


Mey


                                      Klara Rajnai

Uyan...

İçimize içinden bakıyor,
bir çocuğun kara gözleri.
Kırılıyor orta yerinden hiç korkmayan yerlerimiz.
Uyan, diye fısıldıyor binlerce dil. Uyan. İşitiyor sesi. Kirpikleri kıpırdıyor.
Beş dakika daha anne, demek istiyor. Beş dakika daha. Sesi çıkmıyor.
Hayat beklemez çocuk, diye sesleniyor tedirgin yürekler. Uyan.
İçimize içinden bakıyor,
çocuğun kapkara gözleri.
Beş dakika daha, diyor. Sonra söz. İnanıyoruz…


Mey



6 Mart 2014 Perşembe

Adın...

Ellerine inmiş senin adın.
Biraz coşkulu, çokca yağmurlu ve tümden el. Senin.  Adın. ..

Mey


5 Mart 2014 Çarşamba

Üçgen Yanılgısı…

Hesap tutmuyor, dedi.
Tutmaz, dedim. Boşuna uğraşıyorsun.
Tutmalı, dedi. İnatçıydı.
Oluru yok, dedim. Bilmediğini biliyordum.
Neden, diye sordu sonunda.
Kendisini değil de, onu sevişini affetmedi, dedim.
Ama, diye atıldı şaşkınlıkla. İzin vermedim:
Ama, dedim. Tam tersi olduğunu hiç bilmedi.
Durdu, düşündü.
Ondan tutmuyor, dedi.
Tutmaz, dedim.
Yazık, dedi.
Öyle, dedim.
Kalemi elinden bıraktı. Ne yapması gerektiğini bilmez gibi bakıyordu. Nicedir avucumda gizlediğim silgiyi uzattım. Görmez gibi baktı ilkin silgiye, sonra uzanıp aldı. Yüzündeki yazıklanmayı görmemek için sırtımı döndüm. Silmeye kıyabildi mi, hiç bilmiyorum…


Mey




Masalın Boyutlanması...

Bir başka masalda, dedi. yalnız biz değil, zaman da boyutlanacak.
Peki ya masal, diye sordum.
Sormamam gerektiğini ise, gözlerine bakınca anladım...

Mey



                                      Dimitra Dafi

4 Mart 2014 Salı

Öykümüz...

Yanlış söz'le yazılmış doğru'yduk.
Biz tersi sandık...

Mey


                                               Klaus Rinke

3 Mart 2014 Pazartesi

Adın...


Zikretsem,
bir kez ses versem, incineceksin diye sustuğum. Senin adın...

Mey


                                    Figen Cem

Rimas...

Kalabalığın içinde görürüm onu arada bir
     yanımdan geçer,
gülümser de geçerken, düşünürüm: - Nasıl?
     gülebiliyor ki? derim.
Arkasından benim de dudağım kıvrılıverir,
     gülümserim
     acıyla alay eder gibi,
düşünürüm o zaman: - Ya o da, derim, ya o da,
benim gibi gülüyorsa?...

Gustavo Adolfo Becquer
Türkçesi: Bilge Karasu



                                Fernando Ramos

2 Mart 2014 Pazar

Öykümüz...

Eklediğimiz her bir sözcükle, otanacak yara sanısının körleştirdiği dil, 
yürek suyunun yüzünde yeni bir yara açıyordu. Yine de bizimdi. Öykümüzdü...

Mey


1 Mart 2014 Cumartesi

Sabitlenme...

Salt anlamın değil,
imgenin de 
dondurulmasıydı. Gitmeyişin,
                           gidişin,
                           kalışın. Ben de. Benden…



Mey


                                     Alfonso Lentini