Daralıyor odan,
gün
be
gün.
Sustuklarımızda...
Mey
31 Mart 2014 Pazartesi
30 Mart 2014 Pazar
Gerçek ve Söylenilebilirlik...
Onca zamandan sonra ilk kez – ilk kez mi sahiden, bilmiyoruz
– bir başka insana gerçeği ifade eden bir sözcük ya da cümle söyleyebilme
arzusuyla açtı güne gözlerini.
Arzuya şaştı. Gerçeği söylemem ki – gerçek söylenebilir bir
şey mi, o da başka bir soru – hiç, diye düşündü. Merhaba derim, görüşürüz veya;
zaman zaman iyi günler dediğim de olur. Her şey yolunda, bir şey düşünmüyorum,
bankaya uğrayacağım, süt ve yumurta bitmiş, güzel filmdi, okudum ama keyif
almadım gibi cümleler de sık dökülür ağzımdan, diye düşündü. Ama gerçek?
Üstelik hangi gerçek?
Tüm sabahı giderek şiddetlenen arzuyu kontrol etmeye
çabalayarak geçirdi. Salt arzu olsa iyiydi; arzu gibi nereden çıktığı belli
olmayan bir özlem de peyda olmuştu durup dururken. Demek ki varmış daha
önceleri. Özlem için bir geçmiş gerekir çünkü. Demek ki gerçeği
söyleyebildiği - karar ver, söylenebilir
mi, söylenemez mi?- bir dönem olmuş hayatın şimdi anımsayamadığı bir kısmında. Bellekten
medet ummak gereksiz bir zahmet olacak; bellek efendi nazlanacak, bunu yaparken
de koruyucu melek tavırlarıyla onu çileden çıkaracak, biliyor. Biliyor ama arzu
ve özlem kadar ısrarcı bir başka duygunun da üzerine abanmasıyla çaresiz teslim
oluyor: Merak! Ben ne zaman, kime… Dur, diyor. Dur bakalım. Duruyor.
Durunca hatırlıyor. Kötü bellek meleğindir, diye fısıldıyor
hatırladıklarına. Ama ben neden ona… Bırak, diyor. Söylediysen söyledin; o da
söylediklerinle yaptıklarını yaptıysa yaptı. Bırak. İstemese de bırakıyor.
Bırakınca üçü – arzu, özlem ve merak- az geri çekilir gibi
oluyorlar. Belleğinden zihnine akan, dilsel bir gösterinin görüntüsü ile
sarsılıyor. Hak ettin sen bunu, diyor kendine. Sesi kinli. Kin, düşmüşlüğünün
sarıldığı yılan. Öte durun bakalım, diye fısıldıyor o üçüne. Arzuya, özleme ve
meraka. Az öte durun. Solukları düzene giriyor. Gerçekmiş, diyor küçümseyerek. Üstelik
hangi gerçek? Zihnine dolmuş çer çöpü
ait oldukları yere, belleğe geri yolluyor. Kalkıp bir çay daha dolduruyor
kendine. Paketten sigara çıkarıp yakmadan az önce durup düşünüyor. Çakmağı çakıyor.
Ardından ilk nefes ve son söz: Gerçek söylenilmez, hak edilir…
28 Mart 2014 Cuma
Kırmızı...
Gelincik de bilir ömrün
yetmezliğini bir sevdaya, kırmızısı da.
Ondandır; olabildiğince kırmızı. Yetebildiğince.
Kırmızı...
Mey
yetmezliğini bir sevdaya, kırmızısı da.
Ondandır; olabildiğince kırmızı. Yetebildiğince.
Kırmızı...
Mey
Yalnızlık...
Dağa tırmandı, doğrulup dikildi, çevresine bakındı, bağırdı.
Aşağı yuvarlandı taşlar, taşlara çarptılar...
Yannis Ritsos
Andrew Weyth
Aşağı yuvarlandı taşlar, taşlara çarptılar...
Yannis Ritsos
Andrew Weyth
Yalnızlığından...
Yarayı zaman onarır, dedi. Çek elini oradan.
Çektim çaresiz. Boş kalan elimde ıssızlaşmışlığın soğukluğı titredi ilkin. Bunu söylemek veya söylememek çare mi, bilemeden öylece baktım yüzüne.
Şimdi ben ne yapacağım sorusu saçlarımdan dökülüp yere düşünce ikimiz de gözlerimizle takip ettik zeminde dağılıp gidişini.
Şimdi ben ne yapacağım'ı seslendirmişliğimi o konuşana dek fark etmemiştim.
Diyordu ki;
şimdi sen, nerede denk gelirsen orada, yalnızlığından öpeceksin onu.
Gülümsedim.
Şimdi yapacak bir şey vardı. Dudaklarımı yalayıp, büyük bir öpüşe hazırlandım...
Mey
Steve de Viliers
Çektim çaresiz. Boş kalan elimde ıssızlaşmışlığın soğukluğı titredi ilkin. Bunu söylemek veya söylememek çare mi, bilemeden öylece baktım yüzüne.
Şimdi ben ne yapacağım sorusu saçlarımdan dökülüp yere düşünce ikimiz de gözlerimizle takip ettik zeminde dağılıp gidişini.
Şimdi ben ne yapacağım'ı seslendirmişliğimi o konuşana dek fark etmemiştim.
Diyordu ki;
şimdi sen, nerede denk gelirsen orada, yalnızlığından öpeceksin onu.
Gülümsedim.
Şimdi yapacak bir şey vardı. Dudaklarımı yalayıp, büyük bir öpüşe hazırlandım...
Mey
Steve de Viliers
27 Mart 2014 Perşembe
Şeyleşme…
Sesle birlikte açılıyor. Bir şey. Ne? Bilmiyor. Demek ki
kapalıymış. Tek bildiği bu.
Orada mısın, diye soruyor ses.
Sese aldırdığı yok. Görüş alanındaki şeyler – nesne sözcüğü
yok dağarcığında; aslında dağarcığı bile yok – gözlerine acı veriyor. Açıp
kapatıyor acıyan yeri. Her devirde acı biraz daha azalıyor. Görmek böyle bir
şey olmalı, diye düşünüyor. Baktıkça acıyı daha az hissetmek.
Ses. Yine.
Orada mısın?
Görebiliyorum, diye düşünüyor. Bir sevinç iniyor ağzına.
İşitebiliyor da olduğunu sonradan akıl ediyor.
Konuşabilir misin, diye sesleniyor diğeri bu kez.
İşitebildiğine göre, konuşabiliyor da olmalı. Ağzını açıyor.
Boğuk ve ilkel bir ses dökülüyor boğasından. Acı da var. Yutkunuyor. Panik
iniyor içinde bilmediği bir yere. Soluğu sıklaşıyor.
Tekrar dene, seslenişiyle sakinliyor bir parça. Etrafına
bakıyor önce, ardından dönüp kendine.
Oradaki hiçbir şeye benzemediğini fark ediyor. Panik tekrar yükseliyor. Ne
şurada toprağa sıkıca tutunmuş, gövdesinden gökyüzüne uzanana iriliğiyle hem
korkutucu hem güzel şey kadar iri, ne az önce başının üstünden kanat çırparak
geçen kadar küçük. Bedeninin iki yanında uzanan ve hareket ettirebildiği
organlara bakıyor. Bunlarla, o küçük şeyin yaptığını yapabilir miyim acaba,
diye düşünüyor. Yükselebilir miyim ben de göğe doğru?
Korkuyor musun, diyor ses. Korkma.
Korkmak deniyor demek ki buna, diye düşünüyor. O sıra ayak
parmaklarından birinin ucundan bedenine tırmanmaya çalışan minik yaratığa
takılıyor gözü. Hafif bir gıdıklanma hissediyor önce, sonra korkmayı
hatırlıyor. Ayağını sallayarak kurtulmaya çalışıyor, vücuduna ait olmadığı
besbelli yaratıktan. Küçük şey sarsıntıyla sersemliyor ilkin ama ilerlemeye
çalışmaktan vazgeçmiyor. Küçüğün inadı tehlike hissini yatıştırıyor. Gözlerini ondan
ayırmadan konuşmayı deniyor yine. Sese değil ama ayak parmağını yurt edinmişe:
Sen nesin, peki ben neyim?
Aniden bir esinti gelip yalıyor vücudunu. Titreme. Bu ne?
Üşüyor musun, seslenmesiyle anlıyor ne olduğunu. Üşüyorum. Dişleri birbirine vurmaya başlayınca tekrar
ediyor yeni bilgiyi: üşüyorum.
Yanına geliyorum,
diyor ses. Haberle birlikte anlam veremediği bir tedirginlik çöküyor
üstüne. Saklanacak bir yer arayışıyla gözden geçiriyor çevresini. Hareket eden
bir şeyin çıkardığı sürtünme sesi, yaprak hışırtısı ve koku. Gözlerini açtığından
beri gördüğü şeylerin yabancılığından ürkmemişken şimdi göğsünde bir yer
gümbürdüyor. Bu da korku olmalı, diye düşünüyor.
Sesin sahibi göründüğünde, ben gibi düşüncesiyle
rahatlatmaya çalışıyor kendini. Gelen yarı sürünür halde yavaşça yaklaşıyor
yanına. Sokuluyor iyice.
Korkma, diyor.
Sesi yakından biraz daha güven verici.
Sen ben misin, diye soruyor. Beriki kendine ve ona bakıyor
ilkin. İlk bakıştaki büyük benzerliğin yanında kimi farklılıkları olduğunu
ikisi de aynı anda fark ediyorlar.
Bilmiyorum, diyor cevaplıyor dürüstçe.
Etraflarındaki diğer varlıkların bulundukları yerle
uyumlarını izlemek kendi iğretiliklerini görünür kılıyor.
Biz neyiz, sorusu kaçınılmaz.
Berikinin gözlerinde gördüğü çaresizlik, soranın sorduğuna pişman
olmasına neden oluyor.
Bir şeyiz, cevabını veriyor yine de sorunun yöneldiği.
Esinti şiddetini artırınca teklifsiz sokuluyorlar
birbirilerine. Bir bedenin diğerine faydası açığa çıkıyor böylece. Etraflarındaki
varlıklara nereden öğrendikleri belli olmayan bir kıskançlıkla baktıklarını
birbirlerinden gizlemek ister gibi başka yönlere bakıyorlar.
Bir başlangıç olabiliriz, diyor daha çok şey bilir gibi
olan.
Ya da bir son, düşüncesini kendine saklıyor.
Belki de bir cezayızdır, diyor konuşma becerisi hızla yerine
gelmekte olan. Belki de cezalı.
Ya da bir ihanet, diye tamamlıyor diğeri. Evrene ve
birbirimize.
Gözlerim acıyor, diye haber veriyor düşünmek için yeterince
sözcüğe sahip olmayan.
Yorgunsun, karşılığını veriyor beriki. Yorgunuz.
Usulca uzanıyorlar çıplak toprağın üzerine. Bedenlerini birbirlerine,
ihanetlerine diyelim ya da, sarıp gözlerini yumuyorlar. Biz neyiz sorusu,
uykuya giden yola izin verene dek konuşmadan öylece yatıyorlar.
Bir şeyiz, cevabının yetersizliği zihinlerinde acırken
uykuya yenik düştüklerinden üstlerinden geçen kuş sürüsünün kanat çırpışındaki
umudun sesini işitmiyorlar…
Mey
Shoji Ueda
Öykümüz...
Varsayalım,
ben yazmadım
sen okumadın. İşte bitti. öykümüz.
yazmadım. hiç.
okumadın. hiç.
öykü. hiç.
Mey
Kyle Thompson
ben yazmadım
sen okumadın. İşte bitti. öykümüz.
yazmadım. hiç.
okumadın. hiç.
öykü. hiç.
Mey
Kyle Thompson
26 Mart 2014 Çarşamba
Öykünme...
Sordu:
Niye hep
yağmurlar,
kuşlar,
rüzgar,
ağaçlar
ve
gelincikler var hikayenin belleğinde; imlediğin kadar gerçekdışıysa aslında?
Düşündüm:
Doğaüstünün, doğal olana öykünmesi, diyecektim. Cevabı yuttum. Hiç doğal gelmediğinden...
Mey
Anthony Gormley
Niye hep
yağmurlar,
kuşlar,
rüzgar,
ağaçlar
ve
gelincikler var hikayenin belleğinde; imlediğin kadar gerçekdışıysa aslında?
Düşündüm:
Doğaüstünün, doğal olana öykünmesi, diyecektim. Cevabı yuttum. Hiç doğal gelmediğinden...
Mey
Anthony Gormley
Oluş ve Kavrayış…
Kadın başını ağacın gövdesine dayamış oturuyordu. Duyusala sırt
çevirmiş zihninde dönenen bir soruyu kapalı gözlerinin ardına saklamıştı:
Olduğundan emin olabilsem.
Adamın başı ise, hızla ilerleyen bir trenin pencere camına
yaslanmıştı o sıra. Olmadığını bilebilsem, diye mırıldanıyordu zihninde bir
ses. Gözleri açık değildi.
Tren ağacın yanından geçip gittiğinde, ikisi de gözlerini
açmış değildi. Tren uzaklaştı, rüzgarı ağacın yapraklarında titredi; oluş - bir açıdan olmayış - kendini bir başka oluş’a devretti…
Mey
Lucian Olteanu
Edebiyat ve Devrim...
Yaşayan bir edebiyat saatini düne ya da bu güne göre değil,
yarına göre ayarlar. O, seren direğine çıkmış bir gemici gibidir: direğin
tepesinden batan gemileri, buzdağlarını ve yaklaşan fırtınaları görürü;
güvertedekiler ise bunlardan habersizdir.
Fırtınalı havada gözcüye gerek vardır. Ve şu anda hava fırtınalı;
dört bir yandan imdat çağrıları geliyor. Daha dün, bir yazar güvertede sakin
sakin dolaşıp manzara resimleri çekebiliyordu; ama dünya kırk beş derece yan
yatmışken, yeşil dalgalar bizi yutmaya hazırlanır, geminin gövdesi de
çatırdarken kim ister manzara resimlerine bakmayı! Bu gün bizler ancak ölümle?
Eğer yeniden baştan başlayabilseydik nasıl, neyle yaşardık? Ve ne için? Bu gün
edebiyatta bize gereken, seren direğinin tepesinden, uçaklardan görünen dev
felsefi ufuklardır; bize gereken en nihai, en korkunç ve en korkusuz ‘neden’ler
ve ‘sonra ne olacak’lardır.
Gerçekten canlı olan, hiçbir şey karşısında duraksamaz ve
‘çocukça’ sorulara hiçbir şeye aldırmadan cevap arar. Cevaplar yanlış olsun,
felsefe hatalı olsun, ne çıkar – hatalar, doğrulardan daha değerlidir; doğru
makineye aittir, hata canlıdır; doğru güvence verir, hata ise rahatsız eder. Ve
eğer cevaplarımız ulaşılması imkânsız şeylerse daha da iyi! Cevabı belli
sorularla uğraşmak, beyinleri inek işkembesi gibi kurulmuşa benzeyen insanlara
özgüdür- ve biliriz ki işkembe ancak
geviş getirmeye yarar.
Eğer doğada sabit şeyler, sabit gerçekler olsaydı, tüm
bunlar yanlış olurdu. Ama şükür ki gerçekler hatalıdır. Diyalektik sürecin özü
tam da budur. Bu günün doğruları yarının yanlışlarıdır; en son sayı yoktur.
Devrim her yerde, her şeydedir. Sınırsızdır. En son
devrim, en son sayı yoktur.
Yevgeni Zamyatin
Edebiyat, Devrim, Entropi ve Başka Meseleler adlı
makaleden..
25 Mart 2014 Salı
Ruh ve Çığlık...
Sessizlik, ruhun çığlık atmasıdır, dedim.
Soruyu bırakmaktır, dedin sen de. Bi'de cevabı.
Çığlık her şeyi işitilmez kıldı o anda.
ruhun
ruhumdan
ayrılsın diye, diyen hangimizdik, anımsamıyorum...
Mey
Gregory Colbert
Soruyu bırakmaktır, dedin sen de. Bi'de cevabı.
Çığlık her şeyi işitilmez kıldı o anda.
ruhun
ruhumdan
ayrılsın diye, diyen hangimizdik, anımsamıyorum...
Mey
Gregory Colbert
24 Mart 2014 Pazartesi
Bulunmuş Mektuplar / Sıkıca..
Bir çanta dolusu mektubun çıkagelmesi mucizeviydi. Elimi
sokup birkaç tanesini çıkarınca gördüm hiç açılmamış olduklarını. Farklı isim
ve adreslere gönderilmiş veya gönderilmemiş – hala emin değilim hangisi
olduğundan – onlarca mektup. Elime gelen
ilk zarfı, hakkım olmadığını bilerek, açtığımda düzgün bir el yazısıyla özenle
yazılmış birkaç satırın çantanın sahibini arama fikrini hiçlediğini itiraf
ederim. Çantayı kaptığım gibi eve koştum. Kim vazgeçebilirdi ki o kime ve kimin
tarafından yazıldığı belirsiz birkaç cümlenin verdiği büyülü hazzı…
" Merhaba yine,*
Onayını bekleyemedim. Bu seni kızdırıyor mu?
Üşümem geçti. Bunu Tolstoy’a ve Anna Karenina’ya borçluyuz.
Günlerimin ve gecelerimin büyük bir bölümünü işgal eden bu harika ikili bana
üşüdüğümü unutturdular.
Tolstoy bende açıklayamadığım iki farklı duygunun oluşmasına
neden oluyormuş meğerse. Bunu yeni yeni anlıyorum; ondaki sanatçıyı severken,
vaizden ise inanılmaz ölçüde sıkılıyorum. Ama sonra fark ediyorum ki, Tolstoy
bir bütün. Sanatçı Tolstoy ile vaiz Tolstoy’u birbirinden ayırmak neredeyse
olanaksız. Olduğu gibi kabul etmekten başka çare yok, vazgeçemiyorsan eğer.
Bir öykü duydum: Yaşlılığında, kasvetli birg ün, roman
yazmaktan vazgeçişinden yıllar sonra, eline rastgele bir kitap almış,
ortasından okumaya başlamış, çok hoşlanmış romandan. Sonra adına bakayım demiş
ve görmüş ki; Anna Karenina, yazan ise Lev Nikolayaviç Tolstoy. Gülümsetti beni
bu hikaye. Biz de zaman zaman kimi hikayelerin, tarafımızdan yazıldığını
unutuveriyor, arkamızı dönüveriyoruz sanki. Gerçi ben artık sırtımı dönmek
yerine alay ediyorum hikayelerimle; ama alay duygu yüküne zarar vermez, tam
tersine dokunaklılığını artırır, diyor Flaubert. Kesinlikle haklı.
Pozzo’nun inadına sahip olduğuma artık neredeyse eminim.
Anna Karenina’yı okurken ve tolstoy’la kavgamı sürdürürken görmelisin beni.
Küfür, kavga gırla. En çok Vronski ile kavgalıyım. Bu ortalama zekada, küt
adamın Anna’yı kesinlikle hak etmediğini düşünürken bir yandan da bunları
okurken iyice delirdiğime kanaat getireceğini düşünüp zevkleniyorum.
Dil insanın
derisidir, demişler ya; işte o dil, zamanla rengini alır yapıştığı bedenin. Ne
renksen, dilin de o renk. Düşünüyorum da bir zaman nasıl da rengârenktik. Şimdi
o renkler, uzak bir anı gibi kokuyor sadece. Koku da şiddetini yitiriyor
giderek. Siyah ve beyaz’a sahip kalabilirsek, eh bu da bir şeydir, deyip
tevekkülün rahatlatıcılığına sığınabiliriz. O Japon ninnisindeki gibi.
“
böyledir yaşam
Düşersin yedi kez
Kalkarsız sekiz kez”
Neyse, her neyse.
Aklıma gelmişken Anna Karenina’nın kocasına da Karenina diye
seslenmenin çok abes bir şey olduğunu öğrendim. Çünkü Rusçada sonu sessiz
harfle biten bir soyadı(hal takısı alamayacak bazı adlar dışında) eğer bir
kadını gösteriyorsa sonuna “ a” alırmış. Erkekler söz konusu olduğunda bu uygulama abesle iştigal yani.
Ona karenin, demeliyiz unutma, bay karenin.
Tolstoy’la ilgili bir keşfim daha var sana söylemeden
edemeyeceğim. Onun, yaşamı çok hoşa gidecek bir biçimde, tastamam, biz
insanoğullarının zaman duygusuna denk düşecek biçimde canlandırmanın bir yolunu
bulduğunu ve bunu yapabilen başka bir yazar tanımadığımı. Saati benim saatimle
aynı giden bildiğim tek yazar. Senin bildiğin biri var mı?
Aslında Levin’den de söz etmek istiyordum ama seni
bunaltmaktan, boğmaktan korkarım.
Boğulduğunu söylediğin geceden bu yana, neredeyse vicdan
azabı denilebilecek bir duyguyla boğuşurken, gözlerimin önünde canlanan;
gecenin bir vakti birasını kafaya dikip, bilgisayarının karşısında oturmuş bir
adam oluyor. Daralıyor olduğun fikri bana Bodur minareden öte’yi düşündürüyor; hemen hepsi, kesin sınırlarla
kuşatılmış dar dünyaların, bu dünyalar içinde daralan insanların hikayelerinin
anlatıldığı o şaheseri işte. Bir başka dünyanın hayalinin asılı kaldığı
yaşamdan çok uzakta, daraldıkça daralmak. Bu fikirle ben de aynı daralmayı
hissediyorum neredeyse.
Onayını bekleyemedim. Buna kızıyor musun?
Kızma.
“ Seni hiç tutmamış olduğum için, sıkı sıkı tutuyorum seni”
sadece…"
Mektubu zarfına usulca yerleştirip, Vronski’ye sövüyorum
nedenini bilmeden…
Mey
* mektubu oluşturan metin sivil sözlük girdilerinden
kolajlanmıştır…
Man Ray
23 Mart 2014 Pazar
Lekesiz Algı Üstüne...
Dün ay yükselirken, güneş doğurmak istermiş gibi geldi bana:
öylesine geniş ve gebe dururdu ufukta...
Ama gebeliği yalancı bir gebelikti; ben aydaki erkeğe
inanırım da, aydaki kadına inanmam...
Doğrusu, onda pek erkeklikte yoktur ya, bu utangaç gece
cümbüşünde... Evet, damlar üzerinde tedirgin bir vicdanla gezinir o...
Şehvet düşkünüdür, kıskançtır aydaki o kesiş; yeryüzüne
şehvet duyar o, ve sevenlerin bütün sevinçlerine...
Hayır, sevmem damlarda sürten bu kediyi!... Tiksinirim yarı
kapalı pencerelere sokulan her şeyden!...
Yıldız halılar üzere yürür o, sessiz ve sofu: -ama ben usul
basan, mahmuz şakırdatmayan insan ayaklarını sevmem...
Her dürüst adım ses verir; oysa kedi toprak üzerinde uğrun
uğrun gider... Bak, kedi gibi geliyor ay, dürüstlükten uzak...
Şu benzetmeceyi sunarım size, ey duygulu, iki yüzlü kişiler,
ey "duru algılayanlar"!... Ben size şehvet düşkünleri derim!...
Yeryüzünü ve yersel olanı sizde seversiniz: iyi anladım sizi!...
-ama sevginizde utanç var, tedirgin bir vicdan var, -ay gibisiniz!...
Yeryüzünü hor görmeye kandırılmış ruhunuz; ama
bağırsaklarınız kandırılmamış: bunlar en güçlü yerleriniz sizin!...
Ve ruhunuz, bağırsaklarınızın buyruğuna girmekten utanç
duyuyor şimdi; utancını gizlemek için de, sinsi ve yalancı yollara sapıyor...
"bence en ulu şey" -der yalancı ruhunuz kendi
kendine..._"hayata istek duymadan bakmaktır, köpek gibi, dilini sarkıtarak
bakmak değil..."
Bakmakla mutlu olmak : ölü bir istemle, bencilliğin
pençesinden ve açgözlülüğünden uzak, _tepeden tırnağa soğuk ve külrengi, ama
esrimiş ay gözleriyle bakmak!...
Bence en sevimli şey "_baştan çıkmış olan böyle baştan
çıkarır kendini..." yeryüzünü ayın sevmesi gibi sevmektir... Yeryüzünün
güzelliğine ancak gözlerle dokunmaktır...
"ve bence şudur bütün nesnelerin lekesiz algılanması:
nesnelerden bir şey istememek, onların önüne bin gözlü bir ayna gibi
uzanabilmek..."
Ey duygulu, iki yüzlü kişiler, ey şehvet düşkünleri!...
Sizin isteğinizde suçsuzluk eksik: bu yüzden kara çalarsınız her isteğe!...
Gerçek, siz, yaratanlar, doğurganlar ve oluştan sevinç
duyanlar gibi sevmezsiniz yeryüzünü!...
Suçsuzluk nerededir?... Doğurma isteminin olduğu yerde... Ve
bence en duru istem, kendinden öte yaratmak isteyende bulunur...
Güzellik nerededir?... Bütün istemimle, istemem gereken
yerde: görüntü, salt görüntü olarak kalmasın diye sevmek ve yok olmak istediğim
yerde...
Sevmek ve yok olmak : bunlar ta baştan beri uyarlar
birbirine... Sevme istemi : bu ölmeyi de istemektir... Böyle derim size
ödlekler!...
Oysa sizin o iğdiş göz süzmeniz, "dalınç" adını
almak istiyor şimdi!... Ödlek gözlerin kendisine dokunmasına ses çıkarmayan şeye
de "güzel" denecek!... Ah, soylu adları kirletenler sizi!...
İşte üstünüzdeki ilenç, ey temiz kişiler, ey arı duru algılayanlar:
hiç bir zaman doğuramayacaksınız, ufukta geniş ve gebe dursanız da!...
Gerçek, ağzınızı soylu sözlerle doldurursunuz: yani
yüreğinizin taştığına mı inanalım, yalancılar?...
Ama benim sözlerim küçük, hor görülesi, çarpık sözlerdir:
yemek masanızdan düşenleri seve seve toplarım ben...
Ama ben onlarla daha gerçeği söyleyebilirim iki
yüzlülere!... Evet, kılçıklarım, kabuklarım ve dikenli yapraklarım, -
gıdıklayacak burunlarını iki yüzlülerin!...
Sizin ve sofranızın çevresinde hep kötü bir hava vardır:
şehvetli düşünceleriniz, yalanlarınızla sırlarınız bu havanın içindedir
çünkü!...
Kendinize inanmaya kalkışın yalnız, _kendinize, bir de bağırsaklarınıza!...
Kendine inanmayan hep yalan söyler...
Siz bir tanrının maskesini takmışsınız, ey "arı duru
kişiler" : bir tanrı maskesinin altına çöreklenmiş iğrenç yılanınız...
Gerçek, siz aldatırsınız, ey "dalgın kişiler"!...
Bir zamanlar zerdüşt bile sizin tanrısal derilerinize aldanmış, onların içini
dolduran yılan kangallarını sezememişti...
Bir zamanlar, oyunlarınızda bir tanrı gönlünü oynar
gördüğümü sanırdım, ey duru algılayanlar!... Sizin sanatlarınızdan üstün sanat
yok sanırdım...
Yılan pisliğini ve kötü kokuyu, uzaklık gizlerdi benden:
ortalıkta bir kertenkele kurnazlığı şehvetli ayın sevişmesi!...
Ama ben size yaklaştım: derken geldi gündüz bana...-şimdi de
size geliyor, sona erdi ayın sevişmesi!...
Bakın işte!... Tutulmuş ve solgun duruyor orda, -tan
kızıllığının önünde!...
O geliyor çünkü o, parıl parıl yanan, - onun yeryüzüne
sevgisi geliyor!... Suçsuzluktur, yaratıcı özlemdir her güneşi sevgi!...
Bakın işte, nasıl sabırsız geliyor denizin üzerinden!...
Sevgisinin susuzluğunu ve sıcak soluğunu duymuyor musunuz?...
Denizi emmek istiyor o, denizin derinliklerini kendi
yüksekliğine çekmek istiyor: denizin arzusu binlerce göğüsle kabarıyor işte...
Güneşin susuzluğuyla öpülmek, emilmek istiyor; hava olmak
istiyor, yükseklik ve ışık yolu ve ışığın kendisi olmak istiyor!...
Gerçek, güneş gibi ben de severim hayatı ve bütün derin
denizleri...
Algı da şudur bence: derin olan her şey ağacaktır, _benim
yüksekliğime!...
Bakmaya neden...
Bakmayı bırak artık, dedi.
Yazmayı bırak artık, diye okudum dediğini.
Cevap kaçınılmazdı: Yapamam.
Soru da cevap gibiydi: Neden?
Çünkü, dedim. Eğer, ben bakmayı bırakırsam, o kör olur.
Sustu. Sustum.
Cevabı; eğer, ben yazmayı bırakırsam, diye okuduğundan da söylenecek başka söz olmadığından da emindim. Güneş mevsimden beklenmeyecek ölçüde yakıcıydı. Birer bira daha söyledik...
Mey
Yazmayı bırak artık, diye okudum dediğini.
Cevap kaçınılmazdı: Yapamam.
Soru da cevap gibiydi: Neden?
Çünkü, dedim. Eğer, ben bakmayı bırakırsam, o kör olur.
Sustu. Sustum.
Cevabı; eğer, ben yazmayı bırakırsam, diye okuduğundan da söylenecek başka söz olmadığından da emindim. Güneş mevsimden beklenmeyecek ölçüde yakıcıydı. Birer bira daha söyledik...
Mey
22 Mart 2014 Cumartesi
Keşkeler Listesi...
Kendimizi saklayıp,
gölgelerimizi serbest kılmışlığın güvenliğinde tükenir sandık.
O ' şey '. Bir şey, yalnızca bir şey oldu. Tükenen...
Mey
Emilio M. Blanco
gölgelerimizi serbest kılmışlığın güvenliğinde tükenir sandık.
O ' şey '. Bir şey, yalnızca bir şey oldu. Tükenen...
Mey
Emilio M. Blanco
21 Mart 2014 Cuma
20 Mart 2014 Perşembe
Bir Zamanlar Auxonne'da...
Auxonne postanesi küçüktür ve posta memuresi mavi gözlüdür.
İki kere gitmiştim o küçük postaneye.
İlk gidişim sana bir paket göndermek içindi; posta memuresi paketi tartarken senin paketi ellerini düşledim.
" Dört kilo üç yüz gram."
Elle sarılmış bir pakette ağırlığı olmayan bir mesaj vardır: Gönderenin sarıp düğümlediği ipi paketi alan açar.
Postanede, Auxonne'de bağladığım düğümü çözen parmaklarını gördüm zihnimin derinliklerinde.
On gün sonra kasabaya indiğimde, sana bir mektup yollamak üzere tekrar girdim postaneye. Sana paket gönderdiğim günü anımsadım ve bir şeyi kaybetmişim duygusuna kapıldım. Kaybettiğim neydi peki? Paket sağ salim yerine ulaşmıştı. Pancar köklerinden çorba da yapmıştın. Portakal çiçeklerinden damıtılma suyla dolu şişeyi yerine, dolapta giysilerin üstüne yerleştirmiştin. Kaybolan tek şey paket kağıdının o kısa ömrüydü.
Ölülere yakılan ağıtlar ölmekle kaybettikleri umutlaradır aslında. Eli - paketli -adam artık bir ölüymüşçesine bir şeyler umma şansını yitirmişti. Ve yerini eli - mektuplu - adama bırakmıştı...
John Berger / Ve Yüzlerimiz, Kalbim, Fotoğraflar Kadar Kısa Ömürlü'den
Luciano Tarasco
İki kere gitmiştim o küçük postaneye.
İlk gidişim sana bir paket göndermek içindi; posta memuresi paketi tartarken senin paketi ellerini düşledim.
" Dört kilo üç yüz gram."
Elle sarılmış bir pakette ağırlığı olmayan bir mesaj vardır: Gönderenin sarıp düğümlediği ipi paketi alan açar.
Postanede, Auxonne'de bağladığım düğümü çözen parmaklarını gördüm zihnimin derinliklerinde.
On gün sonra kasabaya indiğimde, sana bir mektup yollamak üzere tekrar girdim postaneye. Sana paket gönderdiğim günü anımsadım ve bir şeyi kaybetmişim duygusuna kapıldım. Kaybettiğim neydi peki? Paket sağ salim yerine ulaşmıştı. Pancar köklerinden çorba da yapmıştın. Portakal çiçeklerinden damıtılma suyla dolu şişeyi yerine, dolapta giysilerin üstüne yerleştirmiştin. Kaybolan tek şey paket kağıdının o kısa ömrüydü.
Ölülere yakılan ağıtlar ölmekle kaybettikleri umutlaradır aslında. Eli - paketli -adam artık bir ölüymüşçesine bir şeyler umma şansını yitirmişti. Ve yerini eli - mektuplu - adama bırakmıştı...
John Berger / Ve Yüzlerimiz, Kalbim, Fotoğraflar Kadar Kısa Ömürlü'den
Luciano Tarasco
Yapmadığın Şeyler...
sen,
sen'den
veya
senin, diyebilmek düzlüktü dil evreninde.
dolayında gezinmenin estetiğine düşkünlüğündendir ki,
düz, dümdüz olamadın. aşk'ın dil'i yokuş sever, diyecektin soran olsa. olmadı...
Mey
sen'den
veya
senin, diyebilmek düzlüktü dil evreninde.
dolayında gezinmenin estetiğine düşkünlüğündendir ki,
düz, dümdüz olamadın. aşk'ın dil'i yokuş sever, diyecektin soran olsa. olmadı...
Mey
19 Mart 2014 Çarşamba
Şarkıya Dair Bilinmezler…
Duyuyor. Bunda sorun yok. İşittiğini, şarkının zihninin
gerisinde ince ince aktığı biliniyor.
Ama bilinmiyor diğer yandan:
Şarkıyı seviyor mu, kızıyor mu varlığına; kulak mı tıkıyor,
seviniyor olabilir mi mesela işitebildiğine,
Olmaz olsun mu, diyor yoksa en çaresiz anlarda; onun,
şarkını yani kalbinde tınlamasına sırt mı çeviriyor yoksa o tınlama olmasa kalbinin
eksik kalacağını düşündüğü oluyor mu acaba? Unutmak istediği oluyor mu şarkıyı imkânsızın
sesini taşıdığı için iç evine yoksa varoluşuna yapışmış o şarkının oluşuna şükretmek
mi tek yapabildiği?
Duyuyor. Bunda sorun yok.
Duymuyorsa da sorun yok, diyor şarkı. Şarkı onundur. İster dinler ister düşler…
Mey
Rudolf Bonvie
Öykümüz...
yol şaşkını
bir uğurböceğinin,
insafına kalmış birkaç cümleden ibaretti öykümüz.
ne böcek döndü ne sahibine ulaştı söz.
işte ben uyanığım bu saatlerde;
en azından biri gelmeli için. yol gözlüyorum. ya söz ya o kırmızı böcek...
Mey
bir uğurböceğinin,
insafına kalmış birkaç cümleden ibaretti öykümüz.
ne böcek döndü ne sahibine ulaştı söz.
işte ben uyanığım bu saatlerde;
en azından biri gelmeli için. yol gözlüyorum. ya söz ya o kırmızı böcek...
Mey
18 Mart 2014 Salı
Tebessüme Gerekçe...
Karıncayı bile incitemez, dediler senden yana.
Yalancı çıkmasınlar diye,
gülümsüyorum vara yoğa...
Mey
Ayşe Mıhçı
Yalancı çıkmasınlar diye,
gülümsüyorum vara yoğa...
Mey
Ayşe Mıhçı
17 Mart 2014 Pazartesi
Aşkın Otizmi...
İnatçı bir sessizlikte arar umudunu, dedi.
Sessizlik kadar kara. O kadar yoğun, diye düşündüm ben de o sıra. Demedim aklımdan geçeni. Dese miydim, diye düşünmedim de.
Dili yok kara'yı alıp koynuma yoluma gittim. Ya da yittim. Yolunda...
Mey
Sessizlik kadar kara. O kadar yoğun, diye düşündüm ben de o sıra. Demedim aklımdan geçeni. Dese miydim, diye düşünmedim de.
Dili yok kara'yı alıp koynuma yoluma gittim. Ya da yittim. Yolunda...
Mey
A Bao A Qu...
Zamanın ta başından beri, zafer kulesi'nin merdiveninde
insan ruhunun en ince tonlarına duyarlı bir yaratık yaşardı ve a bao a qu
adıyla tanınırdı. Genellikle merdivenin ilk basamağında hareketsiz yatar, ta ki
biri yaklaşıp içindeki o gizli yaşam uyanana ve yaratığın derinliklerindeki iç
ışık parlayana kadar. o dakka, bedeni ve neredeyse yarı şeffaf derisi
kıpırdanmaya başlar. Ama biri gelir de, bu döne döne yükselen merdiveni
tırmanmaya koyulursa, işte o zaman, a bao a qu kendine gelir ve ziyaretçinin hemen
ardına geçip, kıvrılan basamakların nesillerce hacının adımlarıyla iyiden iyiye
yıpranmış olan dış tarafını tutardı. Her basamakta yaratığın rengi daha bir
koyulaşır, biçimi mükemmele yaklaşır ve saçtığı mavimsi ışık gittikçe
parlaklaşır. Ama yaratık gerçek biçimine ancak en üst basamakta kavuşur, o
zaman tırmanan kişi nirvana'ya ermiş demektir ve hareketleri kesinlikle gölge
yaratmaz. Aksi takdirde, a bao a qu kulenin tepesine varmadan bocalar, felç
olmuştur sanki, bedeni eksik, maviliği gitgide daha soluk ve ışığı titrektir.
Yaratık bütün olamadığı zaman acı çeker ve zar zor işitilen, ipek hışırtısına
benzer bir sesle inler. Ömrü kısadır, gezgin kuleden iner nmez a bao a qu
tekerlenip merdivenin dibine kadaryuvarlanır ve orada, bitkin, neredeyse biçimsiz
halde, sonraki ziyaretçiyi bekler. Söylenenlere bakılırsa, ancak merdivenin
ortasına vardığında yaratığın dokunaçları görünmeye başlar. Ayrıca yaratığın
bütün bedeniyle görülebildiği ve dokunulduğunda, derisinin şeftali kabuğu hissi
uyandırdığı söylenir.
A bao a qu yüzyıllardır terasa yalnızca bir kez ulaşmıştır.
J. L. Borges / Düşsel Varlıklar Kitabı
Arno Rafael Minkkinen
15 Mart 2014 Cumartesi
İyi Tanrı...
neye inandığımı bilmek ister misiniz? ben, herkes için ve
bütün günler için geçerli olan, tek tek her günün yaşanabildiği bir düzene
inanıyorum. içinde bütün duyguların ve düşüncelerin yer bulabildiği bir büyük
geleneğe ve onun gücüne inanıyorum; bu geleneğin düşmanlarının ölümüne
inanıyorum. ben, aşkın dünyanın karanlık yarısında bulunduğuna, her suçtan, her
kafirlikten daha yıkıcı olduğuna inanıyorum. ben, aşkın ortaya çıktığı her
yerde, tıpkı yaradılış’ın ilk günündeki gibi bir kargaşanın doğduğuna inanıyorum.
aşkın masum olduğuna ve yıkıma sürüklediğine inanıyorum; aşk, yoluna ancak
suçla birlikte ve insanı sonunda dünyanın bütün yargıçlarının önüne
sürükleyerek devam edebilir. ben, aşıkların adil bir sonuç olarak havaya
uçtuklarına ve hep uçmuş olduklarına inanıyorum. belki de orada burçlara
yerleştirilmişlerdir. siz söylemediniz mi, erkek kadını gömmedi diye? siz
söylemediniz mi?
İngeborg Bachmann / Manhattan’ın İyi Tanrısı’ndan..
Biliyorsun...
Biliyorsun ben, uç…
Biliyorsun sen, muş’tun.
Biliyorsun sen, düş…
Biliyorsun ben, tüm.
Biliyorsun sen, git….
Biliyorsun ben, tin’de…
Biliyorsun sen, yok….
Biliyorsun ben, um…
Biliyorsun sen, iç’tin
Biliyorsun ben,
iç’imde…
Biliyorsun sen, ben….
Biliyorsun ben, sen…
Mey
Daehyun Kim
13 Mart 2014 Perşembe
Hikayenin Bozulması...
Hikayelerin bozulduğu topraklarda, hikaye olmanın anlamı yok, dedim.
Uzunca baktın. yok evet, dedin.
Susalım mı, diye sordum. Düşündün.
Yok'luğun hikayesi olalım, dedin. Düşündüm.
Güzel oluruz belki, dedim.
Bozulmaya inat, diye tamamladın. Gülüşümüz hiç bunca içten olmamıştı...
Mey
Andre Kertesz
Uzunca baktın. yok evet, dedin.
Susalım mı, diye sordum. Düşündün.
Yok'luğun hikayesi olalım, dedin. Düşündüm.
Güzel oluruz belki, dedim.
Bozulmaya inat, diye tamamladın. Gülüşümüz hiç bunca içten olmamıştı...
Mey
Andre Kertesz
12 Mart 2014 Çarşamba
Çocuk'tan Kuş...
Çocuktan kuş olur mu bilmeyenlere inat;
rengi gece saçları, hınzır karga oldu çocuğun.
Güvercin gülüşü kanat açtığında inanmadı aklı selimler. Aldırmadı çocuk. Zeytin gözlerinde kırlangıç sakladığını kimseye dememişti. Kaşlarından havalanan martıya takılmıştı sizin gözünüz.
Çocuktan kuş olur mu'lara gülüp geçti çocuk. Bedeninden havalanan onlarca kuşun kanat çırpışının müziğini katık etti yolculuğuna. Çocuktan kuş olur elbet'i bilenlerin göz bebeklerinde küçük bir kanat izi bıraktı, uzaklaşmadan hemen önce. Biraz yitti, biraz kaldı göğünüzde...
Mey
rengi gece saçları, hınzır karga oldu çocuğun.
Güvercin gülüşü kanat açtığında inanmadı aklı selimler. Aldırmadı çocuk. Zeytin gözlerinde kırlangıç sakladığını kimseye dememişti. Kaşlarından havalanan martıya takılmıştı sizin gözünüz.
Çocuktan kuş olur mu'lara gülüp geçti çocuk. Bedeninden havalanan onlarca kuşun kanat çırpışının müziğini katık etti yolculuğuna. Çocuktan kuş olur elbet'i bilenlerin göz bebeklerinde küçük bir kanat izi bıraktı, uzaklaşmadan hemen önce. Biraz yitti, biraz kaldı göğünüzde...
Mey
10 Mart 2014 Pazartesi
Arsız Temellendirmesi...
Kavisin eğriliği, onun doğruluğudur, diyen İbn Arabi var bir
yanımda.
Yeter yetmesine ya, sağlam olsun diye; Bay Muannit Sahteği’nin, doğru günahlardır
yaşamaya değen'ine yaslıyorum sırtımın diğer yanını
da.
Güvenlik şımartıyor iyiden iyiye. Tam da bu yüzden, yanlış
bütünde doğru yaşanmaz diyene dil çıkarıp kaçıyorum…
Öykümüz...
Abece'nin eksik bıraktığını
rüzgar düşlüyor, yağmur kuruyor. Bu okunaksız el yazısı kimin, işte o bilinmiyor. Henüz...
Mey
Paulo Medeiros
rüzgar düşlüyor, yağmur kuruyor. Bu okunaksız el yazısı kimin, işte o bilinmiyor. Henüz...
Mey
Paulo Medeiros
9 Mart 2014 Pazar
Rüyaların Dili...
Ne diyorsun hiçbir şey anlamıyorum, diye itiraz etti
sonunda. Yaklaşık yirmi dakikadır soluksuz anlatıyordum.
Dışarıda yağmur yağıyor Benedictus’cum, dedim.
Evet biliyorum, dedi sabırsızca. Yağmurun anlaşılmaz cümlelerinle
ne ilgisi var?
Gözümü, ince ince dökülürken doğaya saldığı kokuyla kendi hikâyesini
anlatmakta olana yağmura diktim. Benedictus’un anlamamasının hayal kırıklığı
yaratacağını düşünmüştüm. Oysa beklenmedik bir kabullenme gelip yerleşmişti
üzerime. Konuştuğum dili anlamayan, akıllı insanlara şaşırmamayı öğrendiğimden
bu yana, onlarla o dille konuşmamanın da bir tercih olabileceğini öğrenimime
eklemiştim. Yağmur yoksa tabii.
Aynı dili konuşuyoruz, diye cevapladım hala sorusunun karşılığını
bekleyen Benedictus’u.
Alayla gülümsedi. Hiç sanmıyorum, dedi. Anlattığın hiçbir
şeyi anlamadım.
Alaysız gülümsedim. Senle değil Benedictus’cum, dedim. Sen değilsin dilim dili
olan.
Bakışlarını, dakikalardır az önce söylediklerime benzer
şeyler söylemekte olan yağmura çevirdi.
Yağmur’la mı aynı konuştuğunuz dil, diye sordu.
Başımı salladım.
Bana değil de, ona mı anlatıyordum yani, diye uzattı
sorusunu.
Yüzümde ciddi bir ifade, başımı evet manasında hareket
ettirdim. Sorular sürecekti.
Ne diliymiş bu, sorusu geldi peşinden. Sır’dan Benedictus’a
söz edip etmemeyi bir an için düşündüm. Yağmurun sakinlemesini işaret kabul
etmem değildi kararımı belirleyen.
Yağmur ve ben, dedim.
Merakla bakıyordu yüzüme.
Biz, dedim. Rüyaların dilini konuşuyoruz.
Merakın yerini alaya bırakacağından emin gibiydim. Ama
Benedictus'un yüzünde düşünceli bir ifade vardı.
O dili, dedi. Hiç öğrenemedim.
Gülümsedim.
Biliyorum, dedim. Akıllı adamlara göre değil.
Bakıştık. Bir şey kopacak gibiydi. Kavga ya da kahkaha. Bu sırada
gök büyük bir gürültüyle patladı. Ben anladım, Benedictus hafifçe ürperdi...
Mey
8 Mart 2014 Cumartesi
Yalınlığın Anlamı...
Basit şeylerin arkasına gizleniyorum, beni bulasınız diye;
beni bulmazsanız, nesneleri bulacaksınız,
dokunacaksınız elimin dokunduğu yere,
birleşecek ellerimi ve evin diz çökmüş sessizliğini -
her zaman diz çökmüştür sessizlik.
Bir yola çıkıştır her sözcük
bir buluşma için - sık sık vazgeçilen -
ve bir sözcük gerçektir ancak, bu buluşmada direttiği zaman...
Yannis Ritsos
Asuman Ercan
beni bulmazsanız, nesneleri bulacaksınız,
dokunacaksınız elimin dokunduğu yere,
birleşecek ellerimi ve evin diz çökmüş sessizliğini -
her zaman diz çökmüştür sessizlik.
Bir yola çıkıştır her sözcük
bir buluşma için - sık sık vazgeçilen -
ve bir sözcük gerçektir ancak, bu buluşmada direttiği zaman...
Yannis Ritsos
Asuman Ercan
7 Mart 2014 Cuma
Mütevazı Öneri...
Uzağın hoyratlığını sıkı besle, dedim.
Neden, sorusuna fırsat bırakmadan ekledim: çünkü kalbin gülümsüyor.
Hala...
Mey
Klara Rajnai
Neden, sorusuna fırsat bırakmadan ekledim: çünkü kalbin gülümsüyor.
Hala...
Mey
Klara Rajnai
Uyan...
İçimize içinden bakıyor,
bir çocuğun kara gözleri.
Kırılıyor orta yerinden hiç korkmayan yerlerimiz.
Uyan, diye fısıldıyor binlerce dil. Uyan. İşitiyor sesi. Kirpikleri
kıpırdıyor.
Beş dakika daha anne, demek istiyor. Beş dakika daha. Sesi çıkmıyor.
Hayat beklemez çocuk, diye sesleniyor tedirgin yürekler. Uyan.
İçimize içinden bakıyor,
çocuğun kapkara gözleri.
Beş dakika daha, diyor. Sonra söz. İnanıyoruz…
Mey
5 Mart 2014 Çarşamba
Üçgen Yanılgısı…
Hesap tutmuyor, dedi.
Tutmaz, dedim. Boşuna uğraşıyorsun.
Tutmalı, dedi. İnatçıydı.
Oluru yok, dedim. Bilmediğini biliyordum.
Neden, diye sordu sonunda.
Kendisini değil de, onu sevişini affetmedi, dedim.
Ama, diye atıldı şaşkınlıkla. İzin vermedim:
Ama, dedim. Tam tersi olduğunu hiç bilmedi.
Durdu, düşündü.
Ondan tutmuyor, dedi.
Tutmaz, dedim.
Yazık, dedi.
Öyle, dedim.
Kalemi elinden bıraktı. Ne yapması gerektiğini bilmez gibi
bakıyordu. Nicedir avucumda gizlediğim silgiyi uzattım. Görmez gibi baktı ilkin
silgiye, sonra uzanıp aldı. Yüzündeki yazıklanmayı görmemek için sırtımı
döndüm. Silmeye kıyabildi mi, hiç bilmiyorum…
Mey
Masalın Boyutlanması...
Bir başka masalda, dedi. yalnız biz değil, zaman da boyutlanacak.
Peki ya masal, diye sordum.
Sormamam gerektiğini ise, gözlerine bakınca anladım...
Mey
Dimitra Dafi
Peki ya masal, diye sordum.
Sormamam gerektiğini ise, gözlerine bakınca anladım...
Mey
Dimitra Dafi
4 Mart 2014 Salı
3 Mart 2014 Pazartesi
Rimas...
Kalabalığın içinde görürüm onu arada bir
yanımdan geçer,
gülümser de geçerken, düşünürüm: - Nasıl?
gülebiliyor ki? derim.
Arkasından benim de dudağım kıvrılıverir,
gülümserim
acıyla alay eder gibi,
düşünürüm o zaman: - Ya o da, derim, ya o da,
benim gibi gülüyorsa?...
Gustavo Adolfo Becquer
Türkçesi: Bilge Karasu
Fernando Ramos
yanımdan geçer,
gülümser de geçerken, düşünürüm: - Nasıl?
gülebiliyor ki? derim.
Arkasından benim de dudağım kıvrılıverir,
gülümserim
acıyla alay eder gibi,
düşünürüm o zaman: - Ya o da, derim, ya o da,
benim gibi gülüyorsa?...
Gustavo Adolfo Becquer
Türkçesi: Bilge Karasu
Fernando Ramos
2 Mart 2014 Pazar
Öykümüz...
Eklediğimiz her bir sözcükle, otanacak yara sanısının körleştirdiği dil,
yürek suyunun yüzünde yeni bir yara açıyordu. Yine de bizimdi. Öykümüzdü...
Mey
yürek suyunun yüzünde yeni bir yara açıyordu. Yine de bizimdi. Öykümüzdü...
Mey
1 Mart 2014 Cumartesi
Sabitlenme...
Salt anlamın değil,
imgenin de
dondurulmasıydı. Gitmeyişin,
gidişin,
kalışın. Ben de.
Benden…
Mey
Alfonso Lentini
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)