İçinin toprağına
düşen çiğ,
şiirini döken göğ'ün sendeliğiydi.
Güleç bir kışla
soğuttun kırıklığın alazını.
Acıdı, acımadı derken
büyüdü - küçüldü;
sen oldu, senden gitti,
sende kaldı- belki birazı -
sende bitti.
Önümüz bahar. Ne göğ tükenir ne şiiri. Bildin.
Yürüdün ve durdun. Hepsi ve hiçi. Ötedenberi.
Mey
27 Aralık 2017 Çarşamba
19 Aralık 2017 Salı
Fazlalık..
Babet çorabını botun içine giymek de nereden çıktı? Trende sırtını kapı boşluğuna dayamış, elindeki kitabın açık sayfasına anlamaksızın bakmaktayken, kendine bu soruyu soruyordu. Başka sorum yok, teşekkür ederim. Okuduğunu, gerçekten okuyor olmaktan onu alıkoyan sıkıntı yüzünden ayakları botun içinde kıpır kıpırdı. Ayağındaki çorap kaymış, neredeyse topuğuna kadar sıyrılmış, ayağının altında toplanmış kısmıyla etteki kıymık misali huzursuzluk vermeye başlamıştı. Üstelik her ikisi birden. Botun içinde hareket ettirdiği ayakları sorunu çözme konusunda iç bunaltıcı bir acziyet gösteriyorlardı. Bir sayfa daha çevirdi. Cümlelerin bir kısmı göze değiyor; bilince güç bela ulaşıyor, daha büyük bir kısmı ise değdiğiyle kalıyordu. Sorunu çözmenin yolu, eğilmek, eğilip botun fermuarını açıp, ayağı dışarı çektikten sonra çorabı olması gereken hale getirmekti. Her ikisini birden. Gözünde bunu yaptığını canlandırdı: Eğilmeyi, fermuarı açmayı es geçti. Bottan çıkacak yarı çıplak – savunmasız, biçare mi yoksa ?- topuklarının görüntüsü içini acıttı. Vagonun biraz daha, çok daha dolu olması fena olmayabilirdi. Siper edilecek fazlaca bedenin varlığı gözünü karartmasını sağlayabilirdi. Oysa oturabilenler oturmuş, üç beş kişi de ayakta kalmıştı. Yalnızca eğilmesinin bile, çok fazla görünür olmasına yeteceğini biliyordu; öyle bir dinginlik hâkimdi vagona. Oturanlardan birkaç kişi uyukluyor, kimi okuyor kimi de öylece oturuyordu işte. Aklından bile geçirme, diye uyardı kendini. Dikkatini kitaba veremediğinden, kaç durak kaldığını saymaya başlamıştı artık. Trenden inerim, tenha bir köşede meseleyi çözerim. Sabahın en kalabalık saatleri, köşeyi bulsan tenhayı nereden bulacaksın? Yolunun üstündeki çamaşır – çorap mağazası aklına geldi. Açılmış mıydı? Şansım varsa, dedi.
Trenden indi. İstasyon insan kaynıyordu. Hele bir yer üstüne çıkalım, diye oyaladı huzursuzlanmışlığını. Yürüyen merdivenin kendisini gün ışığına çıkarmasını beklerken, gözlerini her sabahki manzara için hazır etti. İleride tutuklu heykel ve hemen onun ardında yakın zamanda peyda olan karakolkondu. Önce heykeli tutuklamışlar, ardından sokağın yürümeyi en sevdiği kısmını seyyar bir karakola çevirmişlerdi. Birkaç hafta sonra da konar karakollarının etrafını, içerisini gözlerden saklayacak biçimde, çelikle kapatmışlardı. Heykeli de içine aldığınızda görüntü, rahatsızlık vermesinin yanı sıra tedirgin ediciydi de. Yine de yolunu değiştirmeyi, başka bir sokağı kullanmayı aklından geçirmemişti. Sokağın sonuna dek planı için uygun bir yer yoktu. Oradan daha geniş bir caddeye çıkacak, tüm bu yürüyüş sırasında da sıyrılmış çorapların verdiği rahatsızlığı yok saymak zorunda kalacaktı. Yüzeye çıktı. Sokağı gözden geçirdi. Uygunsuzluğunu başından biliyordu ya, yine hayal kırıklığıydı hissettiği. Yürümeye başladı. Heykelin yanında geçti adımlarını ağırlaştırarak. Başın öne eğilmesin. Seyyar karakolu geçerken hızlandı, o yana bakmamaya çabaladı. Buna alışmamalısınız, buna alışmamalıyız demek istedi sokağın karşısından gelenlere. Der mi? Demez. Demedi bir şey. Caddeye çıktı. Çorap – çamaşır mağazasının açık olmadığı o mesafeden bile anlaşılıyordu. Bu da iki etti. Hayal kırıklığı. Caddenin ortasından oldukça küçük ama tenha bir sokağa dönecekti. Kestirme bir yol. Günün hiçbir saatinde kalabalık olmazdı o sokak, bu saatte kimse olmamalıydı. Belki birkaç sokak kedisi. Ne çıkar? Kedi olsun suç ortağın. Sokağa döndü. Birkaç metre arayla süzülen dev ağaçlardan birinin genişçe gövdesine yaslanmış sigara içen öğrencileri gördü. Benden suç ortağı olur mu, diye düşündüğünü ayırt edince güldü. Çocuklar fark etmesin diye gülüşünü aniden kaldırdığı elinin arkasına gizledi. Faillerin onu gördüğü yoktu neyse ki. Onları da geçti. İlerledi. Ana cadde görünür olduysa da hala birkaç adımlık yolu ve epeydir kollamakta olduğu ıssızlığı vardı şimdi. Beş metre ilerideki apartman boşluğunu gözüne kestirdi. Hızlandı. Çabucak halledilmeliydi bu mesele. Yüzünü sokağa dönüp eğildi. Botların fermuarı hızlıca açıldı. Önce sol ardında sağ ayak çıkarıldı. İyice geriye kaçmış çoraplara haksızca söylenildi. Çekilebildiği kadar çekilmiş çoraplar efendiliklerini bozmama konusunda uyarıldı. Ayaklar uzun süren bir rahatsızlıktan kurtulmanın gevşemesiyle serildiler botların içinde. Sokağı kolaçan etti. Gelen giden, duyan gören yoktu. Memnun bir gülümseyiş yüzünde, ana caddeye çıkmaya hazırlandı. Çıkışın hemen sonrasında karşıya geçmesi gerekecekti. Araçların geçişi mümkün kılacak kadar seyrelmesini bekledi. Yola attığı üçüncü, yok dördüncü adımdı çoraplardan sağda olanı, ayağından yarı yarıya çıkmış sayılabilecek kadar sıyrıldı. Soldaki beşinci adımı beklemişti. Karşıya geçti. Durdu. Ayaklarına baktı. Üç etti, dedi. Üç, çok fazlaydı. Sabaha yakışmaz bir yılgınlıkla yürüdü yine de. Ama üç, gerçekten fazlaydı.
10 Aralık 2017 Pazar
Kendimize Dair
Nahoş bir sakınımdı,
kendimizi - sözümüze mukayyet olalım - tutmak.
Bakışınız, derdi bir dilenci. O, yangın gözlü
bakışınız.
Bir bardak su vermez misiniz?
Kışkırtıcı bir duyumdu,
kendimizde - kendimiz yerin dibine batsın - sırrı
parlatmak.
Susuyorsunuz, derdi o arsız dilenci. Susuşunuz
sığ suda boğulmak.
Bir el uzatmaz mısınız?
Ve yine;
daraltılmış bir oluştu kaygımız,
kendimizin - kendimizin canı cehenneme - suflörü
hevesli belleğimizden çok çektik.
Konuşuyorsunuz, derdi haddini aşmış dilenci. Alev
sözlü ağzınız.
Gülüşünüzle soğutmaz mısınız?
Yalın olandan çekinirdik,
kendimizi - kendimizsiz kalasıya ve durmaksızın - süslerdik.
Görünmüyorsunuz, derdi bunalmışlığımızın dilencisi.
Yüzünüzü göğsüme gömmez misiniz?
Ve bi'de;
marazlı arzunun gölgesiydik. Kendimize - beter olsun kendimiz - birkaç beden büyük
varlığımızı sürükledik.
Islaksınız, derdi fütursuz dilenci. Aynı ırmaklara bu kaçıncı girmekliğiniz?
Artık gider misiniz?
Mey
kendimizi - sözümüze mukayyet olalım - tutmak.
Bakışınız, derdi bir dilenci. O, yangın gözlü
bakışınız.
Bir bardak su vermez misiniz?
Kışkırtıcı bir duyumdu,
kendimizde - kendimiz yerin dibine batsın - sırrı
parlatmak.
Susuyorsunuz, derdi o arsız dilenci. Susuşunuz
sığ suda boğulmak.
Bir el uzatmaz mısınız?
Ve yine;
daraltılmış bir oluştu kaygımız,
kendimizin - kendimizin canı cehenneme - suflörü
hevesli belleğimizden çok çektik.
Konuşuyorsunuz, derdi haddini aşmış dilenci. Alev
sözlü ağzınız.
Gülüşünüzle soğutmaz mısınız?
Yalın olandan çekinirdik,
kendimizi - kendimizsiz kalasıya ve durmaksızın - süslerdik.
Görünmüyorsunuz, derdi bunalmışlığımızın dilencisi.
Yüzünüzü göğsüme gömmez misiniz?
Ve bi'de;
marazlı arzunun gölgesiydik. Kendimize - beter olsun kendimiz - birkaç beden büyük
varlığımızı sürükledik.
Islaksınız, derdi fütursuz dilenci. Aynı ırmaklara bu kaçıncı girmekliğiniz?
Artık gider misiniz?
Mey
3 Aralık 2017 Pazar
Şarkının Geçişi
Yüzündeki ifadeyi görünce sustum.
Sustum, sordum, güldüm sonra: Ne var?
Güldü o da. Söylemeyecek gibiydi.
Israra hazırlandığımı görünce, tamam der gibi baktı. Nefeslendi.
Biz de, dedi nice sonra. Hüzünlüyüm demezler.
Ne derler, diye atılıverdi sabırsızlığım. Utanmış gibiydi bakışı. Başını çevirdi.
Bizde, dedi sonunda. Bizde, başımdan bir şarkı geçti derler.
O birasına yumuldu, ben eski bir şarkıyı kovaladım. Hüzün bildiğini okudu.
Mey
Sustum, sordum, güldüm sonra: Ne var?
Güldü o da. Söylemeyecek gibiydi.
Israra hazırlandığımı görünce, tamam der gibi baktı. Nefeslendi.
Biz de, dedi nice sonra. Hüzünlüyüm demezler.
Ne derler, diye atılıverdi sabırsızlığım. Utanmış gibiydi bakışı. Başını çevirdi.
Bizde, dedi sonunda. Bizde, başımdan bir şarkı geçti derler.
O birasına yumuldu, ben eski bir şarkıyı kovaladım. Hüzün bildiğini okudu.
Mey
23 Kasım 2017 Perşembe
Güzde Yüzün
Ahı alınmış
bir mevsimin uğultusu: Kızıl ve düşkün
yerin yüzünde.
Biraz yaprak, çokça rüzgar.
Döneniyor, deviniyor;
vurulup vuruyor.
Biraz ses, çokça keder.
İzliyorsun - sus -,
dinliyorsun - pus - Görüyorsun: hırçın bir tutku.
Ahı içinde kalmış bir yürüyüşü çiziyor, biliyorsun. Senin yüzüne.
Mey
bir mevsimin uğultusu: Kızıl ve düşkün
yerin yüzünde.
Biraz yaprak, çokça rüzgar.
Döneniyor, deviniyor;
vurulup vuruyor.
Biraz ses, çokça keder.
İzliyorsun - sus -,
dinliyorsun - pus - Görüyorsun: hırçın bir tutku.
Ahı içinde kalmış bir yürüyüşü çiziyor, biliyorsun. Senin yüzüne.
Mey
10 Kasım 2017 Cuma
Günde ve Gecede
Gece uzuyor. Ve rüzgar, inildeyen bir köpek.
korkmuyorum.
Ağırlaşan göz kapaklarıma yaslanıp,
köpeğin açılmış ağzına bakıyorum.
Ne ışık
ne karanlık. Belki dipsiz bir hikaye.
Sen, ilerleyen güne sarılacaksın, hikaye başını alıp kendi bildiği yöne giderken.
Oysa elini uzatsan okşarsın köpeğin başını. Kızıl bir yaprak düşer yere,
eğilip alamazsın.
Gece sürünüyor. Ve rüzgar, oynaşmaya meyilli bir enik şimdi.
Korkma.
Sen hikayelerimi sev,
ben seni uyuyayım.
Mey
korkmuyorum.
Ağırlaşan göz kapaklarıma yaslanıp,
köpeğin açılmış ağzına bakıyorum.
Ne ışık
ne karanlık. Belki dipsiz bir hikaye.
Sen, ilerleyen güne sarılacaksın, hikaye başını alıp kendi bildiği yöne giderken.
Oysa elini uzatsan okşarsın köpeğin başını. Kızıl bir yaprak düşer yere,
eğilip alamazsın.
Gece sürünüyor. Ve rüzgar, oynaşmaya meyilli bir enik şimdi.
Korkma.
Sen hikayelerimi sev,
ben seni uyuyayım.
Mey
7 Kasım 2017 Salı
DUYUSAL ESARET ÖYKÜLERİ
Yüksek
sesle susuşun dedirttikleri…
I
neyin var, diye sordu yakındaki.
naçar bakışlı duraksadı önce. ve
sonra dedi ki ;
gözlerimi onun söz’lerinden
ayıramıyorum.
II
yüzündeki
çizgilere utangaç bir tebessümle eşlik eden bakışın,
eşsiz bir yorgunluğun resmi gibi. zihnime mıhlanan. git!
III
zihninin orta yerinde, mani olunamaz serpilişiyle büyüyene
bakakalmışlığının,
yaşayan bir şeye şaşırmalarının bitmeyecek gibi
görünmesinin ruhuna saldığı: korkmuş mut. az daha sus !
IV
gözünü dikip bakmak o'na. bakışlarını başka varlıkların üzerinde
dolandırıp dururken. gözünü dikip o'na bakmak. içinden, sadece içinden bakmak.
dipsiz.
Son.
sesi, dili, söz'ü
yok gibiydi. göz'ü diyorum, zihnimdeki o deli göz'ü.
kendini yummadan az önce, " ne kadar azap
eylediysek affola!" dememiş olsaydı.
yok gibiydi...
MEY
1 Kasım 2017 Çarşamba
Rüzgar / haiku
Kimseye gönül indirmeyecek
rüzgarlar esiyor. Başımda, başıma. Kimseye yar olmayacak o rüzgar.
Yaprağa ne de buluta. Esiyor. Bir tek başıma. Başımda.
Mey
rüzgarlar esiyor. Başımda, başıma. Kimseye yar olmayacak o rüzgar.
Yaprağa ne de buluta. Esiyor. Bir tek başıma. Başımda.
Mey
30 Ekim 2017 Pazartesi
KAÇAK
Geceyi cılız sokak lamasının aydınlattığı ıssız sokaktan tok
ayak sesleri geliyordu. Bitkin bir beden yorgun adımlar atıyor, elindeki
çantayı sıkıca tutuyordu. Her an yere düşecek gibiydi. Tok sesler yavaşladı ve
deniz mavisi gözler gözlerimde gezindi. İki saniyelik gezintinin ardından
kavisli kaşlarını çattı etrafa bakındı. Çantasını diğer eline aldı. Terlemiş
olan elini kadife ceketine sildi, durduğu apartman kapısının önünde bir süre
oyalandı. Ceketinin cebinden şangırtıyla anahtarını çıkarttı. Boş sokakta
yankılandı kilit sesi tıpkı bir çığlık gibi! Yorgun maviler son kez sokağı
taradı. Son gücüyle içeri girdi. Evine girmişti artık güvendeydi! En azından
öyle hissediyordu. Elindeki içi para dolu deri çantayı dolabına yerleştirdi.
Biraz rahatlamaya ihtiyacı vardı. Salonunda duran eski şaraplardan birini
özenle kadehe doldurdu. Sıcak bir duş aldı. Haklıydı yorgun adam güvendeydi.
Şimdilik… soğuk yatağına girdi. Bugün çaldığı paraları düşündü, ardından komedinde
duran bitmeyi bekleyen kitabına baktı. Elini uzattı kitabını açtı. Eskimiş
sayfaların kokusu ona huzur veriyordu. Yazıların arasına kapandı maviler her
şeyden habersiz… kapı sesine uyandı. Tedirgindi. Kimse onun kapısını çalmazdı
ki! Ayağa fırladı. Kapısındaki küçük delikten bakmaya çalıştı. Kimse yoktu.
Kapının açılma sesi, yerdeki zarfa uzandı. Kapısını kapattı iki kere kilitledi.
Kapkaranlık odada pencereye ilerledi ucundan açtığı perdeden sızan güneş
gözlerini kamaştırdı. Dar sokağı bir ipucu bulmak ister gibi taradı fakat her
şey aynı görünüyordu. Yeni yeni alıştırdığı gözlerini karanlık odaya çevirdi.
Perdeyi çekti kahverengi koltuğa gömüldü zarfı açtı. Dolma kalemle yazılmış
saman kağıdını zarfın içinden çıkartı. Elleri titriyordu. El yazısıyla yazılmış
kâğıdı okudukça tedirginliği artıyordu. Kâğıdı titreyen elleriyle zarfın içine
geri koydu paraları sakladığı dolaba ilerledi ayakları atamıyordu. İşte
korktuğu şey başına gelmişti. Paraları koyduğu çantayı aldı kadife ceketini
geçiriverdi üstüne. Anahtarını alarak evden çıktı botlarının çıkardığı sert ses
apartmanın duvarları arasında ilmek dokuyordu adeta. Asansörün geldiğini
bildiren ses ardından gürültüyle açılan kapılar… zemin kata bastı ve cebindeki
özensizce katlanmış peçeteyle alnındaki boncuk boncuk olan ter damlalarını
sildi. Nasıl bir işin içindeydi böyle! Asansörün kapısı açıldığında önce etrafa
bakındı yavaşça dışarı çıktı. Dünkü yorgun ve umursamaz adam şimdi fazla
tedirgindi. Sokağın başına geldiğinde bir taksi durdurdu şehrin dışındaki
uçuruma sürmesini rica etti şoförden. Elindeki çantayı yine sıkı sıkı
tutuyordu. Cebindeki son parayı taksiciye verdi. Uçuruma yaklaştı aşağıdaki
deniz çok güzel görünüyordu. Dalgalar kayalara çıktığında çıkan ses tek kelime
ile harikaydı. Para dolu çantayı açtı kayalıklara doğru çevirdi çantayı.
Paralar rüzgârın etkisiyle dans ederek uçurumdan aşağı süzülüyordu. Bu para onların olmamalıydı. Biraz orada
oturdu. Kayalıklardan gelen sesle huzur buldu. Peşini bırakmayacaklardı. Ama o
çözüm yolunu çoktan bulmuştu. Rahat bir uyku çekecekti bedeni toprağın altında
rahat edecekti. O buna inanıyordu. Sonunda her şeyden kurtulacak sessizliğe
kavuşacaktı. Tedirgin olmayacaktı. Son bir kez mırıldandı;
“Affet beni kızım, affet!”
kayalıklarla birleşen ölü bir beden yeni bir günün olmayacağını
simgeliyordu. Her şey bitmişti artık huzurluydu. O artık rahattı.
Ada Melekoğlu
23 Ekim 2017 Pazartesi
Yerleşik
" ne söyler ne gizler yalnızca işaret eder. "*
Susmuyor
söylemeyen bir şey.
Yanında yörende sanıyorsun. Hangi tarafa dönsen
şaşkın bakışın ve yokluk.
Kulak kesiliyor; dinliyor, arıyorsun, soruyorsun: Nerede?
Bekleyiş,
unutuş,
gelip giden anımsayış.
Alçalan
ve sonra yükselen, ardından yiten. Sar başa. Dön bitişe.
görülmeyecek, anlıyorsun.
İşitilmeyecek, onu da biliyorsun.
Ama söylemiyor, susmayan o şey.,
Sende.
İçinde.
Dibinde.
Mey
* Herakleitos
Biçimsiz
Tüm hikâye, hikâyeyi yanlış anlamasıydı. Yanlış okumaktan mustarip olduğunu söyleyip geçebilirdik ve bu minnacık hikâye yer kaplamazlığı, zihni yormazlığıyla kullanışlı bile olabilirdi o zaman. Okur, okuduğu ile anladığı arasındaki büyük uyuşmazlığı kabullenmeye yanaşmayınca asıl hikâye ile okurun kalbine çöreklenmiş olanının savaşı kaçınılmaz hale gelerek hikâyeyi cürümünden çok yakana dönüştürdü.
Hikâyeden kurtulmak istedi ilkin. Anladığı ve sevdiği hali yeterdi ona. Diğerini yok sayabileceğini, onu hiç okumamış gibi yapabileceğine inandırdı kendini. Ancak hikâye zihninde gizli bir köşeye yerleşmiş olmakla kalmayıp, olmadık anlarda çılgına dönmüş bir alarm gibi çınlayarak kendini dayatıyordu okuruna. Bazen, kış rüzgârının sertliğine rağmen, sararmış yaprakların ağaçlara inatla tutunmuş olduklarını gördüğünde başlıyordu o çılgın alarm. Yaprakların doğaya direncinde, kopup gitmeleri gerekiyordu aslında, zihninde çatışmakta olan hikâyelerden daha inatçı olanına benzer bir şey görüyor olmalıydı. Kimi zaman yağmurdu hikâyeyi çileden çıkararak, gizlendiği yerden verebileceği tüm tedirginliği vermesine neden olan. Yağmurlu günlerde başınızı pencere camına yaslar ve suyun size söylediklerini dinlerdiniz, okurun da yaptığı buydu. Suyun söyledikleri hep hikâyeye dair oluyordu son zamanlarda. Doğanın hikâye yanlısı bu tavrına içerliyor, o delirmiş alarmı nasıl susturabileceğini bilmiyor yine de hikâyeyi okumuş olmaktan pişmanlık duymuyordu. Şarkılar taraflılıklarını en başından ilan etmişlerdi, ancak kulak tıkanabilirlikleri ile kontrol altında tutulabiliyorlardı. Şiir deseniz, gözü kara müttefikiydi zihnine çöreklenmişin. Ne durmayı ne susmayı becerebiliyordu; şiir aksini iddia ediyor olmasına karşın. Şiirlerden, şarkılardan kaçabilir doğayı görmezden gelebilirdi. Zihnindekini ne yapacağına ise karar veremiyordu.
Okuduğu en iyi hikâye değildi; eksikliydi ve anlatım bozukluğundan mustaripti. Biçimsizliğini görmezden gelen büyüklenmesi ise çileden çıkarıcıydı. Okuduğu en güzel hikâyeydi diğer yandan, soluğunu kesiyor, büyülüyor, dile istemsiz takılan bir ezgi gibi dilinin ucunda tatlı tatlı sızlıyordu. Zihninde çatışmakta olanlardan hangisi ilki, hangisi diğeri karıştırmaya başlıyordu. Yukarı çıkan ile aşağı inen yol, bir ve aynıdır’ı kabullenmekten başka çıkar bulamıyordu.
Hikâye(lere)ye yeni bir isim verdi: Biçimsiz.
İki biçimsizle birlikte sürdürdüğü hayata alışamayacağını düşünmüştü. Yanılmış. Yine. Kendini rutine dönüştüren çatışmanın arasında yaşamayı öğrendi. Ağaçlara, pencere camına vuran suya, inatlarına vurulduğu sararmış yapraklara döndü yüzünü yeniden; şiir ve şarkıya boyun eğmeye ahdetti. Biçimsizi neredeyse sevdi:
O eli bir yerde kolu başla bir yerde; bir ucu gökte diğer ucu belirsizlikte duygu gelip yüreğime oturduğundan bu yana, başkalarının “ düzgün”, “ doğru” ya da “ iyi” sıfatlarını kullanarak işaret ettikleri hiçbir varlığa tahammülüm kalmadı. Biçimsiz olana özel bir düşkünlüğüm yoktu, yoktu ama şekli şemaili olmayan gelip yerleşti içime, neden atmalı sorusunun cevabını bulamayınca kabullenişi çare gördüm, diye anlattı soranlara.
Hikâyeden kurtulmak istedi ilkin. Anladığı ve sevdiği hali yeterdi ona. Diğerini yok sayabileceğini, onu hiç okumamış gibi yapabileceğine inandırdı kendini. Ancak hikâye zihninde gizli bir köşeye yerleşmiş olmakla kalmayıp, olmadık anlarda çılgına dönmüş bir alarm gibi çınlayarak kendini dayatıyordu okuruna. Bazen, kış rüzgârının sertliğine rağmen, sararmış yaprakların ağaçlara inatla tutunmuş olduklarını gördüğünde başlıyordu o çılgın alarm. Yaprakların doğaya direncinde, kopup gitmeleri gerekiyordu aslında, zihninde çatışmakta olan hikâyelerden daha inatçı olanına benzer bir şey görüyor olmalıydı. Kimi zaman yağmurdu hikâyeyi çileden çıkararak, gizlendiği yerden verebileceği tüm tedirginliği vermesine neden olan. Yağmurlu günlerde başınızı pencere camına yaslar ve suyun size söylediklerini dinlerdiniz, okurun da yaptığı buydu. Suyun söyledikleri hep hikâyeye dair oluyordu son zamanlarda. Doğanın hikâye yanlısı bu tavrına içerliyor, o delirmiş alarmı nasıl susturabileceğini bilmiyor yine de hikâyeyi okumuş olmaktan pişmanlık duymuyordu. Şarkılar taraflılıklarını en başından ilan etmişlerdi, ancak kulak tıkanabilirlikleri ile kontrol altında tutulabiliyorlardı. Şiir deseniz, gözü kara müttefikiydi zihnine çöreklenmişin. Ne durmayı ne susmayı becerebiliyordu; şiir aksini iddia ediyor olmasına karşın. Şiirlerden, şarkılardan kaçabilir doğayı görmezden gelebilirdi. Zihnindekini ne yapacağına ise karar veremiyordu.
Okuduğu en iyi hikâye değildi; eksikliydi ve anlatım bozukluğundan mustaripti. Biçimsizliğini görmezden gelen büyüklenmesi ise çileden çıkarıcıydı. Okuduğu en güzel hikâyeydi diğer yandan, soluğunu kesiyor, büyülüyor, dile istemsiz takılan bir ezgi gibi dilinin ucunda tatlı tatlı sızlıyordu. Zihninde çatışmakta olanlardan hangisi ilki, hangisi diğeri karıştırmaya başlıyordu. Yukarı çıkan ile aşağı inen yol, bir ve aynıdır’ı kabullenmekten başka çıkar bulamıyordu.
Hikâye(lere)ye yeni bir isim verdi: Biçimsiz.
İki biçimsizle birlikte sürdürdüğü hayata alışamayacağını düşünmüştü. Yanılmış. Yine. Kendini rutine dönüştüren çatışmanın arasında yaşamayı öğrendi. Ağaçlara, pencere camına vuran suya, inatlarına vurulduğu sararmış yapraklara döndü yüzünü yeniden; şiir ve şarkıya boyun eğmeye ahdetti. Biçimsizi neredeyse sevdi:
O eli bir yerde kolu başla bir yerde; bir ucu gökte diğer ucu belirsizlikte duygu gelip yüreğime oturduğundan bu yana, başkalarının “ düzgün”, “ doğru” ya da “ iyi” sıfatlarını kullanarak işaret ettikleri hiçbir varlığa tahammülüm kalmadı. Biçimsiz olana özel bir düşkünlüğüm yoktu, yoktu ama şekli şemaili olmayan gelip yerleşti içime, neden atmalı sorusunun cevabını bulamayınca kabullenişi çare gördüm, diye anlattı soranlara.
14 Ekim 2017 Cumartesi
İki Başına
Gölün kıyısındaki – öyle kıyıda ki neredeyse gölün içinde
gibi- küçük tahta masada karşılıklı, karşılıklı değil aslında, sandalyelerini
göle çevirmişler; her biri gölü kendi karşısına almış, oturuyorlar. Yüreği
Dağlanmış ile Zihni Bulanmış.
Oturmuş göle bakıyorlar. Su kıpırtısız gibi uzaktan; daha
yakından bakıldığında küçük çırpınışlarını içine yöneltip oynaşıp durduğu fark
ediliyor. Baktıkları bu mu? Suyun iç
oyunlarını seyre mi dalmışlar bilinmez ama birbirleriyle ilgilenmedikleri
açıkça görülebiliyor. Masada üç yudum alındıktan sonra unutulup soğumaya
bırakılmış iki çay bardağı duruyor ve kül tablası izmaritle dolmuş.
Buruşturulmuş sigara paketi kül tablasını ıskaladığından, masanın çirkinliğine
dağınıklık ekleme işlevini yüklenmiş. Hava yağacak gibi, kara bulutların
gölgesi göle düşmüş. Zihni Bulanmış sandalyesinde öne doğru eğilip,
dirseklerini bacaklarına yaslayıp iki eliyle yüzünü avuçlamış. Gölü izlemeye dalmış olduğu düşünülebilirse
de, gözleri açık değil aslında. Sudan karaya vuran esintinin zihnindeki sisi
dağıtabileceği umuduyla yarı uyur yarı bekler gibi. Zihninin karışmaya meyli yeni değil,
yatkınlığı oldum olasıydı ama bunca bulanmışlığı ilk. Şaşkınlığı düşüncelerinin
med-cezirli saldırısının şiddetine daha çok.
Zihnindeki savaştan yorgun, kendini buraya atıvermiş; avuçladığı
yanaklarından yayılan ateşi görmezden gelebileceği bir dinginlik bululabilme
umudu sürmekte. Ağzını bıçak açmayan Yüreği Dağlanmış’ın sessizliğini bir
armağan olarak minnetle kabulleniyor. Gözlerini açıp, başını belli belirsiz
ondan yana çeviriyor. Yüreği Dağlanmış, kendisinin aksine sandalyesine
yaslanmış, ifadesiz gibi görünen yüzündeki dinginliğin sahteliğini gizleyemeyen
gözlerini gölün diğer kıyısına dikmiş. Zihninden yola çıkıp dudaklarının ucunda
güçlükle durdurabildiği kahkaha her şeyi daha berbat bir hale getirirdi. Bir
gülüşü susturmanın kötülük olduğunu biliyor ama kimileyin susturmamak daha
büyük kötülük olurdu, diye ikna ediyor kendini. Biz ikimiz. Zihni Bulanmış ile
Yüreği Dağlanmış. İki başına. Bu üç yarım cümleyi peş peşe geçiriyor zihninden.
Yarımmış gibi görünen üç cümle. Biz ikimiz. Zihni Bulanmış ile Yüreği
Dağlanmış. İki başına. Bulanık zihni düşüyor aklına yine. Az önceki kahkaha
pusuda beklemekte biliyor. Kahkahayı
durmak için gözlerini kapatmaktan başka çare bulamıyor.
Yüreği Dağlanmış, yanındakinin verdiği mücadeleden habersiz,
göle bakmayı sürdürüyor. Tüm duyuları kalbine inmiş acıya odaklanmış, başka bir
şeyin ayırımına varacak durumda değil. Susuzluk hissi yeniden gelip oturuyor o
sırada ağzına. Diliyle ıslatıyor onu son günlerde sıkça yaptığı gibi. Acısının
inanılmaz bir susuzluk hissi verdiğini yanındakine söyleyecek gibi oluyor
ilkin, sonra sessizliği bozmanın manasızlığı fikrine, bir de onun zihnini daha çok bulandırma endişesi
eklendiğinden, vazgeçiyor. Suya duyduğu ihtiyaca takılıyor aklı çokça. Göle daha dikkatli bakıyor, aklına o dize
geliyor ister istemez: “ yüreğin orada işte, o fısıldayan suda.” Zihninin suyu zikretmesiyle birlikte bedeni
şiddetle arzuluyor onu; cayır cayır yanan ağzına dokunuyor parmakları
kendiliğinden. Sanki dağlanan yüreği değil de ağzı. Masadaki yarı dolu ve içindeki çoktan soğumuş
çay bardağına takılıyor gözü. Uzanıp eline alıyor ve dudaklarını ısısını
kaybetmişliğinden tatsızlaşmış çayla ıslatıyor bu sefer. Zihni Bulanmış gözünü
açıp ona doğru dönüyor. Yenisini istesene, diyor Yüreği Dağlanmış’ın yüzündeki
buruşmaya bakıp gülerek. Ondan gelen, ağzım kupkuru, dudaklarım yanıyor
cevabının üzerine, benim de yanaklarım alev alev, diyor. İlk kez gülüşüyorlar,
birbirlerinden utangaç bakışlarını gizlemeye gerek görmeden gülüşüyorlar.
Sessizliğin bozuluşundan cesaret alan Yüreği Dağlanmış, karşı kıyıdaki
ördekleri görüyor musun, diye soruyor. Karşı kıyıya hiç bakmamış olan Zihni
bulanmış, merakla çeviriyor başını o yana. Orada ördek yok, saptaması bakışları
tüm kıyıyı taramayı henüz bitirmemişken geliyor. Hangi ördekler, diye soruyor.
Yüreği Dağlanmış eliyle işaret ediyor, karşıda işte, diyor. Hafifçe öne
eğilerek daha dikkatlice bakıyorlar ikisi birden bu kez. Haklısın yok, gitmişler galiba, diyor üzgün
bir sesle Yüreği Dağlanmış. Zihninin var – yok karmaşasına dalmak üzere
olduğunu fark eden beriki, aceleyle, bir var bir yok işte bazı şeyler, diye
cevap veriyor. Görememek var olmayışa karar vermek için yeterli neden olabilir
mi, sorusunun zihnindeki keşmekeşe eklenmeye hazırlığının bilincinden paniği.
Bunu durdurmanın bir yolu olsaydı keşke, diye düşünüyor.
Acıya öfkeliyim, diye itiraf ediyor kendine Yüreği
Dağlanmış. Bunca susamanın, içindeki
ateş sönmeyecek hissiyle dolanmanın nedeni bu, diye düşünüyor. İçimde çifte
ateş var: acının ve öfkenin ateşi. Göle
düşen karanlığa bakıyor, yağmur indirecek diye düşünüyor. İndirsin.
Tek tük düşmeye başlayan yağmur damlalarından bir kaçı
yüzüne isabet edince gözlerini açan Zihni Bulanmış, başını önce gökyüzüne sonra
Yüreği Dağlanmış’a çeviriyor. Birbirlerine bakıp, tebessüm ediyorlar. Feci indirecek, diyor Yüreği Dağlanmış.
İndirsin, diye cevaplıyor onu. İndirsin, ateşe karşı su. Kalbe karşı düşünce. Var’a karşı yok. Hep’e
karşı hiç. Uyumsuzluğun bittiği bir dünya, her şeyin bittiği bir dünya
olacaktır; yani olmayacaktır, diyen huysuz adamı anımsıyor. Bulanıklığı geçer
gibi oluyor ilkin, ardından karşısında korku hissini kontrol edemediği yoğun
bir sis tabakasının zihnine hepten yerleştiğini fark ediyor.
Yağmur şiddetle iniyor nihayetinde. Birbirlerine bakıyorlar.
Oturalım, diyor Yüreği Dağlanmış. Yürüyelim, karşılığını veriyor Zihni
Bulanmış. Gökten ateşlerine hışımla inen suyun şiddetinin her iki seçeneği de aynılaştırdığını
fark ettiklerinde kahkahayı durdurmak için neden kalmıyor. Kalkıp göl kıyısı
boyunca, kendilerini ne ateşten ne de sudan sakınarak yürümeye başlamadan önce,
epeydir içlerinde tuttukları o cümleleri anımsıyorlar buruk tebessümlerine
eşlik etsin diye:
İki başına yürüyelim.
Adımlarımızın sessizliğine,
yürüyüşümüzün sessizliğine,
kafamızın sessizliğine eşlik ederek.
Ve
( sen ol ve olma yanımda)
…
Melek Ekim Yıldız / Mey
10 Ekim 2017 Salı
8 Ekim 2017 Pazar
Bükülmüş
Gün son soluğunu verecek gibiydi. Göğ’ün kıyısına inen
kızıllık, akla ancak serinleyebilmiş bir yaz akşamüstünü getirse de eylülün tam
dibiydi. Yerini bulmuş ve yerleşmiş bir oluşun varlığı, yadsınamaz ölçüde
hissedilir olmaya başlamıştı. Bir şey yerini bulmuş, yerleşmiş ve hep oradaymış
gibi kabullenilmişti. Bir süredir paçama yapışmış olan üzüntü de orada,
yerindeydi elbette. O da varlığı kabullenilmiş olduğundan “ bendendir “
denilerek sahiplenilmiş; o ne idüğü
belirsiz ben’e buyur edilmişti. Yazın sıcağını aratan bunaltı
hafiflemiş, akşama evirilen gün çekilirken ortalık bir parça serinlediğinden
hareket mümkün hale gelmişti. Oturmayı sürdürsem mi, kalkıp biraz dolansam mı
yoksa’dan başka sorusu olmayan zihnim, harekete hazır bedenimin hevesini
enikonu kaçırmıştı. Masanın üstüne, oturur oturmaz, sigarayla birlikte
çıkarılmış kitap, kapağı açılmadan öylece duruyor, bardaktaki çayın yarımlığı,
baktıkça, yüreğimi burkuyordu. Ne ağzımın ne zihnimin tadı kaldığını
hatırlattım kendime. Cılız bir karşı çıkış; bu böyle gitmez, toparla kendini
der gibiydi. Onu susturdum. Kendimde kendime dair hiçbir fikri olmayan o yan,
epeydir canımı sıkıyordu. Sahte umut ve neşe pompalamaya çabalayışları,
görüntüyü kurtarmaktan başka işe yaramayacak – ona sorsanız epeyce parlak –
fikirleriyle tahammül edilmez oluyordu. Sus dedim sus. Pısıverdi.
Gelen geçene bakar, oyalanırım diye düşünmüştüm buraya
otururken. Zaman geçer, zamanın geçişini hissetmezsem her şeyin biraz daha
yolunda olduğunu düşünebilirim. Oysa zaman damarlarımda dolaşan, dolaşırken
sıcağıyla yakan, ateşini nereden aldığını bilmediğim kaynayan bir sıvı nicedir.
Uykuda karabasan, bilinç halinde hesaplanabilir bir ağırlık. Zamanla hafifleyeceği
iddiası ise eski bir yanılgı. “Zaman Ben’de bir fay veya bir çatlak “ ! Zaman
kaybın, kaybedilenin ve kaybetmiş olmanın hatırlatılması. Belleğin gardiyanı
biraz da. Zamanın içinde bir şeylerin meydana gelmesi yerine, zamanın kendisi
meydana gelir, cümlesini yineleyip aynada kendine dil çıkarmak zamanı düşünmek.
Bendeki çatlağı oluşturanın ne olduğunu bilip, onu dolduracak malzemeden yoksun
olmanın üzüntüsü paçamda. Yürürken ayağımı sürüyorum ve zaman efendi biliyor
bunu. Yalnız o görüyor, gördüğünden biliyor, bildiğinden ateşliyor damarlarımda
akanı. Razı geliyorum, ne yapayım?
Akşam aniden inmişti. Sokaktaki kalabalığın azalacağı yoktu.
Yerimden kıpırdamayacaktım. Sokağa inmeye, inip tanıdık tanımadık yüzlere
bakmaya, bakmasam bakışlarımı yere dikmeye, ellerimi cebime sokmaya, küçük veya
büyük adımlar atmaya, bir bakkal bulup bir paket sigara istemeye, caddenin
karşısına geçmeye, geçerken gelip geçen araçları kollamaya, ağaçların
yaprakların hafif esintiyle titreyişlerini fark etmeye, kendimden uzaklaşıp
sonra yine kendime dönmeye mecalsizdim. Bardakta yarım bıraktığım çayı
tazelemekten bitap düşmüş garson “ kapatıyoruz” diyene kadar orada oturacak,
oturacak ve “ dönen Bir olsaydı işe kendinden ayrılmayarak başlardı “ diyen bir adamın bu dediğini düşünecektim.
Doğal bir yanılsama, esasında felsefi bir yanılsamaya dönüşür diye uyaracaktım
kendimi. Sonra garson gelip, kapatıyoruz diyecekti. İtirazsız kalkacaktım. Gece
ertesi günün “ hızlandırılmış tekrar”ına hazırlanırken eve doğru yürüyecektim.
Paçamda beni yavaşlatan üzüntüm, içimdeki bükülmüşü taşımaktan
bitkin yürümüştüm kalabalığı nispeten seyrelmiş sokakta. Ben’deki çatlak
genişledikçe genişlemişti o akşam.
Mey
3 Ekim 2017 Salı
SÖZÜN YAKINLARINA ULAŞMAK İÇİN ÇEKİNGEN VE SABIRLI BİR DENEME*
İlkin şaşırmama şaşırıyorum, ardından gözlerimi, küçükçe sayılabilecek,
kırmızı kabından istekle dışarı çıkmış o ayaklardan ayıramayışıma. Zahmetli.
Hafifçe öne eğildiğimde istediğim açıdan görebiliyorum onları ve o pozisyonda
kalmak dikkat çekebileceğinden, istemeden de olsa geriye yaslanıyorum arada
bir. İlgimi tümüyle üzerinde toplamış o ayakların kabı ayrı bir hikâye.
Kırmızısı öyle göz alıcı ki, dışarı çıkmış olmakla rahatlamış görüntüsü, akıl
almaz bir estetik duyarsızlığı vurguluyor, rahatsız ediyor ve hiç istemememe
karşın az sonra konuşmaya başlayabileceğimi haber veriyor. Başımı çevirip,
ayakların sahibine bakıyorum. Kendisiyle konuşma arzusu duymama yol açacak bir
yanı yok, kabından çıkmış ayaklarından başka bir neden vermiyor oturuşu bana.
İnsan neden bir belediye otobüsünde ayakkabılarını çıkarır ki, diye düşünüyorum,
üstelik bu kadar güzel olanları. Bu kadının yanına oturmuş olmak talihsizlik
besbelli.
Otobüsün durakta duruşunun sertliğini bahane ederek öne eğiliyorum yine.
Tırnakları muhafazakarca rakı beyazına boyanmış o ayakların, bunca kırmızı bir
ayakkabının içinde ne arıyor olabileceği sorusunu es geçmeliyim belki de.
Geriye yaslanıp talih hakkında düşünmeye başlayabilir; ayakları, kabını,
onların sahibesini zihnimden atıp, bu beladan kurtulabilirim. Bilirim bunları
yapabilmeyi. Muktedir olduklarımın bir çekiciliği yok oysa bende. Geriye
yaslanıyorum. Kadının ben yokmuşum, ilgim yokmuşcasına, aldırışsızca otobüsün
penceresinden dışarıya odaklanmış bakışlarına öfkelenmeye başladığımı bilerek
geriye yaslanıyorum. Benden yana dönmeli, mahcup gülümseyerek “ acıtıyorlar”
demeli ayakkabıları işaret ederek. Sormaya hazırlandığım tüm soruların
yanıtlarına sahip birinin bilgeliği olmalı gözlerinde. Aksi halde, bu hikâyenin
gideceği – gidemeyeceği ya da – yer kimi mutlu edebilir ki?
Kırmızı ciltli, el yapımı o defter aklıma düştü düşeli, hikayelerimi
yalnızca belediye otobüslerinde yazabiliyor oluşumun dayattığı bu yolculuğun,
hangi durakta sona ereceğini az çok seziyorum şimdiden. Öfkemin gerçek nedeni
bu sezgiyle ilgili olabilir. Kırmızı ciltli defter imgesi ve belleğimin ihaneti
el ele vermiş; düşünülmüş, ince ince kurgulanmış hikayelerimi biter bitmez
kaybetmeme neden oluyor. Bu durumsa daimî iç sıkıntısına ek olarak o deftere
ihtiyacımı giderek kocamanlaştırıyor.
Defteri bir yerde görmüş değilim, hatta varlığı bile şüpheli bu nesnenin
bende yarattığı tutkunun hastalıklı olduğunun da farkındayım elbette.
Farkındalığın olan’a gücünün yetmemesine de üzülmüyorum. Yapmam gerekeni yapıyor, her sabah ve akşam
bindiğim belediye otobüslerinde kimsenin okuyamayacağı ve tarafımdan düşünülür
düşünülmez unutulacak hikayeler kuruyor ve şiddetle o defteri özlüyorum sadece.
Biliyorum ki, her şey; düşünmek, duymak, kurgulamak, yazmak ve konuşmak bir
denemeden ibaret. Sabırlı ve çekingen bir denemeden.
Şimdi yanımda rahatlamaya çalışarak gerinen, kıvrılan, uzanan o çıplak
ayaklara bakarken hikayemi neresinden tutacağımı düşünüyorum. Kendisine ızdırap
veren ama muhteşem göründüğü için vazgeçilmeliğini ilan etmiş o kırmızı
ayakkabılara ve doğal olarak onların içindeki bedene yönelebilir hikâye. Ya da
o ayaklardan ve ayakkabılardan gözünü almayı beceremeyen şu saplantılı zihne de
gidebilir koşar adım. Kararsızlık içimi burkuyor ve zihnimim yenilgi bayrağını
çekmek üzere oluşunun sezgisi, deftere sahip olamamak, onu bulamamak kadar
canımı yakıyor. Yine de deniyorum. Hiç yapmadığım kadar zorluyorum hikâyenin
her iki biçimini de. Otobüs bir virajı gereksiz hız ve keskinlikle alırken,
bedenimle birlikte zihnim de savruluyor bir şu yanımdaki kadına bir öte
yanımdaki boşluğa. Bile isteye boşluğa
veriyorum kendimi ve anlıyorum. Bu hikâye yazılmayacak; bu hikaye de onlardan
biri olacak: kendini yazdırmayanlardan. Anlıyor, kabul ediyor, hiç ama hiç
üzülmüyorum. Bu otobüste işimin bittiğinin bilinciyle ilk durakta iniyor, evime
doğru yürümeye başlıyorum.
Eve ulaşır ulaşmaz masamın üzerinde beni bekleyen, yazılamayan veya
kendini yazdırmayan hikâyelerimi listelediğim yeşil ciltli defterimi açıyor,
gereken notu düşüyorum olabildiğince özendiğim el yazımla. Defteri kapatırken,
günün birinde kalemimden çıkan en güzel hikâyenin bu listenin kendisi olacağını
düşünüp, tebessüm ediyorum.
*Metnin başlığı Maurice Blanchot’un Yüceler Yücesi
romanındaki bir cümlesinden çekip çıkartılmıştır.
26 Eylül 2017 Salı
BULVARDA
Adımını dışarı atar atmaz yüzünü yalayan ayazla irkildi.
20:20. Sokak neredeyse boş. Sola, yöneldi, sinemanın yanından geçerken duraksar
gibi oldu. Girse, girmek istiyordu. Açtı, filmi başka zaman izleyebilirim diye
düşündü. Bulvara çıkan sokağa, Olgunlar’a saptı. Kahvenin yanından geçerken
içeri göz attı, tanıdık kimse yoktu. Bu saatte, kim olacaktı ki diye düşündü.
Çantasından eldivenlerini çıkarmaya üşendiğinden ellerini ceplerine tıkıştırıp
adımlarını hızlandırdı. Sokağın sonuna doğru, açık hava sahafları adını verdiği
kısım başlayacaktı ve oradan geçerken, başka geçiş yolu yoktu, tezgâhlarını
toparlamakta olan kitapçılar her zamanki soruyla keseceklerdi önünü: aradığınız
bir şey var mı? Ne ararsanız bulabilirdiniz o tezgâhlarda. Eski kitaplar,
kullanılmış soru bankaları, çok kazandırır umuduyla basılmış ve umudu boşa
çıkarmış üç liralık çoksatarlar, fotokopi yabancı dil ders kitapları ve elbette
korsan basımlar. Aradığım bir şey yok manasında sallayacaktı başını her bir
tezgâhın önünden geçerken. İnsan bir kitabı aramaz, bulur demeyecekti ama her
seferinde aklından geçirdiği halde. Opera Meydanı’ndan 20:30’da hareket eden
otobüsün durağa erken gelmiş olma olasılığını tartacak ve adımlarını
hızlandıracaktı. Sahafları geçer geçmez, bulvara çıkmadan az önce yine
tenhalaştı sokak. Sokaklarını erken terk etmek alışkanlığındaydı şehrin
insanları. Herkes evine koşuyordu ilk akşamdan. Memnun ol buna, diye düşündü.
Memnundu. Soğuktan buz kesen kulaklarını paltosunun yakasına saklamaya
çalışarak bulvara çıktı.
Bulvar sokağa oranla daha hareketliydi. Bir ucu Ulus, diğer
ucu Kavaklıdere’ye uzanan uzun caddenin aşağı yukarı ortasındaki
Bakanlıklar’dan çıkmıştı bulvara. Caddenin karşısındaki durağa geçebilmek için
üst geçidi kullanacaktı, içi bulandı. Kentlilerin tüp geçit dedikleri köprüye
doğru yürüdü. Merdivenleri tırmanırken, az sonra gireceği tüpün kötü kokusu
burnuna ulaşmıştı bile. Çabuk çabuk geçti tüpü, açık havaya çıkar çıkmaz
tuttuğu soluğu bıraktı. Durağa baktı uzaktan, boştu. Otobüsün bu kadar çabuk
gelmiş olması olası gelmedi, rahatladı. Asıl rahatlama, otobüsü beklerken
gövdesine sırtını yaslayıp sigarasını tüttüreceği çınarın etrafında kimselerin
olmadığını görmesiyle geldi. Şimdi beni kucaklayacak sevinciyle yürüdü ağaca
doğru. Yapraklarını çoktan dökmüş yaşlı ağacın kuru dalları hafifçe titriyormuş
gibi geldi, gülümsedi. Akşamların
ıssızlığında onunla içinden ve içten konuştuğundan kimseye bahsetmemişti. Ağaca
yaklaştı, elini cebinden çıkarıp geniş gövdesine değdi usulca. Işıklandırılmış
caddeye düşen gölgesine baktı ağacın. Cebinden sigarasını, ateşi çıkarıp
yerleşti yerine. Saatine baktı, daha var diye düşündü. Sigarayı yaktı, caddenin
uzak köşesine, otobüsün geleceği yöne baktı. İçine aldığı dumanı savurdu ileri
doğru. Anlatmaya başladı.
Bu cadde, dedi ağaca. Bu cadde sınıfsal çeşnisiyle seni de
düşündürmüyor mu? Ağaç sessiz kaldı bizce. Umursamadı. Düşün, dedi. Opera’dan
bu yana ve bu yandan Kavaklıdere’ye dek uzanan o meşhur tabakalaşmayı göreceksin
sen de. Operadan çıktın Kızılay’a dek piramidin en alt kısmından geçerek
yürüyeceksin. Kızılay’dan Bakanlıklar’a geçerken ortalamanın havası saracak
seni. Ve ardından tam buradan yukarı doğru yürüdüğünde, kaldırım taşlarından
caddenin iki yanına sıralanmış mağazalara, o mağazaların vitrinlerine, o
vitrinlerde sergilenen türlü nesnenin etiketine kadar üst kısımda olduğunu
hatırlatacak her şey. Sustu. Bir sigara daha istedi canı. İtiraz bekliyormuş
gibi ağaca dikip gözünü, paketi çıkardı cebinden. İçinden çektiği sigarayı
dudaklarının arasına yerleştirip paketi çantasına attı bu kez. Çakmak yanmakta
direndi önce, sinirlenecek gibi oldu buna. Nihayet sigara yandığında sırtını
yasladı yeniden ağacın gövdesine. Başını kaldırıp yükseklerdeki ince dallara
baktı. Yakında bahar gelecek diye haber verdi. Yeşilleneceksin, yaprakların
olduğundan heybetli görünmene neden olacak. Gün gün güzelleşeceksin ve şu
caddenin eşitsiz salınışı umurunda olmayacak, dedi. Canı kavga istiyor gibiydi,
söylenmeyi sürdürdü. Dakikalardır sessizliğini sürdürmekte olan ağaca ters ters
bakıyordu bir yandan da. Sonra utandı yaptığına, sustu. Caddenin iki yanında
uzanan tüm çınarlardan utandı. Öyle ya, dedi. Nasıl da düşünememişti. Upuzun
bulvar boyunca eşitliği sağlayan tek şey çınar ağaçlarıydı. Caddenin iki yanına
sıralanmış bu yaşlı çınarlar tüm bulvarı kucaklıyor gibiydiler. Sevindi bu
kavrayışa ve sigarasını bitmeden söndürerek gönlünü almaya çalıştı ağacının. Bu
sırada beklediği otobüs durağa yanaşıyordu. Gövdesini okşayarak veda etti
ağacına ve otobüse doğru yöneldi. Biletini basarken otobüsün geniş camından son
kez baktı, bu esnada ağacın komşu çınara dönüp, aşk öyküleri yazmayı
bıraktığından beri böyle bu, üzülüyorum haline dediğini duymadı.
23 Eylül 2017 Cumartesi
21 Eylül 2017 Perşembe
Dahası...
Bilmeden neresine değdiğimi
şiirler tuttum sana. Dahası, sıradaki dize
sıyırırken ardına yüzümü sakladığım boyayı;
dahası, beklerken beklemeye dair ne varsa katarak
içime çektiğim soluğa;
dahası, ağzımdaki eğreti kızgınlığı
gemleyerek gülümserken; dahası,
o dize senin bu dize benim'i gizleyerek bilenden - bilmeyenden;
dahası, küskünlük hangi çiçeğin adı bilmezden gelerek; dahası,
biraz Celan, biraz Ritsos, fazlaca Uyar, az daha abartıp Nazım, dedim.
Adları - adını - mırıldanarak. Dahası, her imgeye gönül indirmeye teşne,
hikayeden aldırışsız durdum; dahası,
mısra dizdim boynumdaki çukura.
Dahası, boğaz dokuz boğumdu. Yutkundum, yutkundum,
sus oldum.
Şiir sana indi, dahası...
Mey
şiirler tuttum sana. Dahası, sıradaki dize
sıyırırken ardına yüzümü sakladığım boyayı;
dahası, beklerken beklemeye dair ne varsa katarak
içime çektiğim soluğa;
dahası, ağzımdaki eğreti kızgınlığı
gemleyerek gülümserken; dahası,
o dize senin bu dize benim'i gizleyerek bilenden - bilmeyenden;
dahası, küskünlük hangi çiçeğin adı bilmezden gelerek; dahası,
biraz Celan, biraz Ritsos, fazlaca Uyar, az daha abartıp Nazım, dedim.
Adları - adını - mırıldanarak. Dahası, her imgeye gönül indirmeye teşne,
hikayeden aldırışsız durdum; dahası,
mısra dizdim boynumdaki çukura.
Dahası, boğaz dokuz boğumdu. Yutkundum, yutkundum,
sus oldum.
Şiir sana indi, dahası...
Mey
20 Eylül 2017 Çarşamba
SÖYLENMEMİŞ SÖZ TOPLAYICISININ MEKTUBU
Bu bir mektuptur ve tüm mektuplar gibi söyleyecek bir sözü
vardır ve sözün ağırlığını daha fazla taşıyamayacağına canı gönülden ve kalpten
inanmakta olan biri tarafından kaleme alınmıştır ve kime nasıl ulaştırılacağı
henüz tam ve kesin olarak bilinmemektedir. Ve bu bilinmezlik bu mektubu kaleme
alan kişinin canını sıkmakta ve aklını karıştırmaktadır.
Bu mektubu alan kişi, her kim olursa olsun, söylenmeye
çalışılan sözü anlaması gerektiğini kavramak zorundadır, aksi takdirde bu
mektubu yazan kişinin bu mektubu yazmasının hiçbir anlamı kalmayacak ve bu
mektubu boşu boşuna yazmış olacaktır. İşte en çok bu mektubun anlaşılamama
olasılığı bu mektubu yazan kişiyi, bu mektubu yazmakla iyi edip etmediği konusunda
düşündürmektedir. Ondandır ki bu mektubu yazan kişi, bu mektubu yazmadan önce
olabildiğince düşünmüş; bu mektubu yazıp yazmamaya bir türlü karar verememiş
ama bir sabah uyandığında, bu mektupta söylenecek sözün söylenmesinin başka
yolu olmadığını anlamış ve bu mektubu yazmaya karar vermiştir.
Bu mektubu yazan kişi, aslında, söyleyecek sözü olan
mektuplar yazmaktan başka işleri de olan, oldukça meşgul biridir. Her sabah
erkenden uyanır. Önce kedilerini – bir tekir: mağrur ve huysuz; bir Ankara kırması:
tam bir çapkın - sonra da kendini
doyurur. Bütün sabah denizi görebileceği bir yere yerleştirdiği koltuğuna
oturup söylenecek sözleri biriktirir. Söylenemeyecek sözlerle uğraşmanın
aptalca olduğuna inanmıştır. Koltukta oturup denize bakarken balığa çıkan küçüklü
büyüklü deniz araçlarını izler ve bir balık olsaydı da söylenmesi gereken
sözleri biriktirme gibi zorlu bir işi olmasaydı, acaba nasıl olurdu diye
düşünür bu mektubu yazan kişi. Bu mektubu yazan kişinin ara sıra onu ziyarete
gelen birkaç arkadaşı vardır. Onlara zencefilli çörek ikram eder ve onlarla
konuşur. Onlar da onunla konuşur, sonra giderler. Onlar gidince söylenmesi
gereken hiçbir sözün söylenmemiş olduğunu fark eder bu mektubu yazan kişi.
Söylenmesi gereken sözler yine söylenmemiştir ve ne olacak bu işin sonu diye
düşünerek söylenmesi gereken ama söylenmemiş sözleri, onları biriktirdiği
kutusuna özenle yerleştirir. Öğle sonları evden çıkar, küçük adımlarla yürümeye
başlar. Bazen dağlara bazen denize doğru yürür. Attığı her adıma dikkat eder, yerlere
iyice bakar. Olur ya, benden birkaç dakika önce buradan geçen biri söylenmesi
gereken bir sözü düşürmüş olabilir, diye düşünür. Bunu düşünmekte çok haklıdır
çünkü mutlaka bir tane söylenmemiş söz bulur. Bu hiç değişmez.
İnsanların bunca konuştuğu düşünüldüğünde söylenmeden kalmış
sözlerin çokluğu başkalarını şaşırtabilir; ama bu mektubu yazan kişi için durum
çoktan kabullenilmiş olduğundan şaşırmakla zaman kaybetmenin anlamı yoktur. Bir
ırmak gibi akıp giden ve içinde ikinci bir kez yıkanılmayı olanaksız kılan
hayat değil, hayatın içinde söylenmeden kalmış olan sözlerin oluşturduğu o
azgın nehirdir. Söylenmeden kalmış hiçbir sözü ikinci bir kez ağza almak mümkün
olamayacağından, birinin o ırmağa dalıp yapabildiği kadarını kurtarması
gerekmektedir. Bu yüce görevin kendisine biçilmiş olduğunu epeydir bilmekte
olan bu mektubu yazan kişi, ödev duygusunu içinde büyük bir ciddiyetle
saklarken, üstündeki yıldızlı gökyüzüne göz kırpmayı asla ihmal etmemiştir.
Bu mektubu yazan kişinin bu mektubu yazmadaki amacı,
söylenmemiş sözleri biriktirmekten yorulmuş olması ya da biriktirdiği onca sözü
ne yapacağını artık bilememesi değil, gün geçtikçe hızını artıran o azgın
nehirle tek başına mücadele etmenin olanaksız hale geldiğinin farkında
olmasıdır. Bu mektup bir yardım talebidir ve bu mektubu alan kişinin iki eli
kanda dahi olsa koşup yardım etmesi gerektiğini anlatmaya çalışmaktadır.
Çabasının sonuç vermemesi halinde bu mektubu yazan kişinin diğerlerini uyarma
görevi başarısızlıkla sonuçlanacağından, bu mektubun da gidip gidebileceği yer
söylenmesi gereken ama söylenemeden kalmış sözler kutusunun dibi olacaktır. O
yüzdendir ki, bu mektubu alan kişinin bu mektubu okurken aklından çıkarmaması
gereken şey, okuduğu her sözcüğün kaderinin kendi zihninin bu sözleri anlayıp
anlamamasına bağlı oluşudur. Bu mektupta söylenmeye çalışılan sözün bu mektubu
alan kişi tarafından anlaşılmaması, o sözün, söylenmesi gerekirken söylenmemiş
sözler nehrine eklenmesine neden olacak ve o nehir bir zaman hepimizin içinde
boğulacağı bir denize dönüşecektir. Yeterince ve doğru anlaşılmamış her söz,
söylenmesi gerekirken söylenmemiş bir söze dönüşürken, söyleyeni de dinleyeni
de nehrin dibine gönderecek denli ağırlaştırır. Bu mektubu yazan kişinin tek
umudu, henüz ağırlaşmamış bir zihin varlığıdır.
Bu mektubu yazan kişi, yazdığı onca sözcüğe rağmen,
söylenmesi gereken ama söylenmeden kalmış bir söz bırakmış olduğu şüphesini
içinden atamadan bu mektubun sonuna gelmiştir. Bu mektubu yazan kişi, az sonra
bu mektubu bir zarfın içine yerleştirecek; zarfın yapışkanlı kapak ucunu
diliyle ıslatarak zarfı kapatacak ve bir yandan da, acaba bu mektubu yazan kişi
bu mektubu alan kişinin gözlerinden öper ve yollarını gözler, diye yazsa
mıydım, diye düşünecektir. Geç kalmış olduğundan düşüncesinde kalan o sözleri,
söylenmesi gereken ama söylenmemiş sözler kutusuna yerleştirmekten başka çaresi
kalmayacaktır.
15 Eylül 2017 Cuma
Sözceleme…
Söz çoktan hazırdı. Döküleceği ağzın hazır olduğu
şüpheliydi; asıl şüphe ise işitecek kulağa yönelikti. Muhtemelen hazır
değillerdi. Ne ağız ne de kulak.
Ama söz hazırdı ve çoğalıyordu. İlkin bir iki küçük cümle.
Neresinden baksan üç sözcüğü aşmayacak cümlecikler. Ardından, bir cümlenin
alabileceği sözcük sayısına dair şaşkınlığı körükleyecek denli çoğalmaya
başladılar. Kiminin süsü püsü yerindeydi, kimi gücünü sadeliğinden alıyordu.
Kiminin güveni yoktu yaratacağı etkiye, kimisi de sabırsızca akma telaşında.
Çıkacakları ağızda hem titreyiş hem büyükçe bir tereddüt hem de zorlayıcı bir
kıpırtı halindeydiler. Zihnin hesaplamalarının ürünü olanlar biraz daha
ağırbaşlı, temkinli görünüyorlardı. Asıl sorun kalbin dayatması sonucunda
varlık bulmuş olanlardı. İşte onlar yatağı yeterince hızlı akmaya izin vermezse
bir yol bulup akmaya kararlı nehirler gibiydiler. Ağzı sımsıkı kapalı kalma
durumunda bırakıyordu bazen bu inatları. Henüz hazır değil; ne ağız ne kulak,
dense de dinlemek istemiyorlardı. Bekleyiş
bir bendi zorlayan suya dönüşmelerine neden oluyordu. Akmaya meyilli bir suyu
durdurabilecek bir bent olmadığını ağız biliyordu, kulağın öğrenmesine ramak
kalmıştı.
Sese dönüşmeye meyletmiş söz çoktan hazırdı. Ağız değil,
kulak da. Yatağımızda akmak zorunda değiliz fikri kimden çıktı bilinmiyor. Bir
ağıza ve kulağa ihtiyacımız yok inancı çok hızlı yayıldı çoktan hazır olan söz
güruhunun arasında. Birinin diğerine
şöyle dediği işitiliyordu: birkaç parmak ve o parmaklardan çıkanın üzerinde
dolaşacak bir çift göz de yeter. Şimdilik, tamamlamasının kimden geldiği konusu
hala çok net değil…
13 Eylül 2017 Çarşamba
Bellek Kırılması
Gezinirken aşk'ın zamanına
gerilmiş ipin incesinde. Kırıldı bellek.
Güneşin sıcağıyla yanmış bedeninin sarısına aldırmadan;
bir zaman'ın yeşilinin derdindeki o ot gibi sindi yol kıyısına.
Unutmasa da hatırlamıyor.
Mey
gerilmiş ipin incesinde. Kırıldı bellek.
Güneşin sıcağıyla yanmış bedeninin sarısına aldırmadan;
bir zaman'ın yeşilinin derdindeki o ot gibi sindi yol kıyısına.
Unutmasa da hatırlamıyor.
Mey
Lapsus
Uzun, upuzun
bir mektuptu niyeti. En baştan, her şeyi, ama ne varsa, olan biten her şeyi
anlatma arzusunun yakıcılığı dolanıyordu ayağına gündeliğin kalabalığı
arasında. Öte yandan anlatma çabasının saçma olduğunu biliyordu. Anlaşılırın
yazılmasına ihtiyaç yoktu; anlaşılmazlığı ise yazmaya kalkmak naçardı.
Biliyordu. Yine de arzu… Arzu yakasını bırakmıyordu.
Arzu. Kendi
kendinin düşmanı arzu. Çünkü bir arzu, tatmin edilmediği sürece gücünü
koruyabilir. Bunun farkında. Doyumun ardından, vakit kaybetmeksizin, onun daha
önce hiç var olmamış gibi yokluğa karışacağını bildiği gibi, biliyor. Bilmenin
faydası yok. Bilgi ve eyleyebilirlik denk düşmüyor söz konusu o şiddetli isteme
olunca. Ona dair düşünmenin faydasızlığı ortada. Durdurmaya çalışmanın da.
Yazılmasa,
söylenmese, sorulmasa da olurlu bir hayat istemek şımarıkçaydı ya, bu olmazlar
ülkesinde de dinmeyen fırtınadan göz gözü görmüyordu. Görmeye ihtiyacın yok,
diye avutuyordu kendini. Yeterince görmüştü. Bilmek ise hepten yalandı.
Uzun, upuzun
bir mektup fikrini uzunca düşündü; buna soyunmak da soyunmamak da içinin don
tutmuşluğunun önüne geçmeyecek gibi geliyordu ona. Öyleyse bu arzu niye?
Kendini dinlemeyi bıraktığında anladı. Mektup zamana ekleyeceği bir kurma kolu
olacaktı; zamanın kurma kolu: pişmanlık anlarının ütopyası. Kolu çevire çevire
olmuşu olmamış kılmanın mümkün olacağına inançtı mektubu dayatan. Arzuyu
besleyen bencilliğiydi. Bununla yüzleşmeyi erteledi; belki o yüzleşme anı hiç
gelmezdi. Bunun adına da umut deniyordu.
Mektuba
özenle hazırladı kendini. Doğru sözcükleri seçemeyebileceğine ilişkin gereksiz
korkuyu yatıştırdı. Anla artık, diye söylendi kendine paylarcasına. Doğru söz
yoktur. Bilerek ya da bilmeyerek söz salt sözlerden ibarettir, gerçekliği ifade
iddiasının gücü işitenin inanma arzusuyla beslenir. Anla, dedi. Artık anla.
Bulduğu
zarfa mektubun adresini yazdı. Sonra kâğıdı çekti önüne. Boş kâğıda baktı
uzunca. En baştan, diye mırıldandı. Her şeyi, ama ne varsa, her şeyi anlatmayı
başaracak sözcükleri düşündü. Günlerdir kurgulamakta olduğu giriş cümlelerini
anımsamaya çalıştı. Olan bitene giriş, bitmeyen ve olmayana gelişme,
sonlanmayacak gibi görünene son’u anlaşılabilir kılacak o cümleleri tekrar
tekrar geçirdi zihninden. Sıralamayı tersine çevirmeyi düşündüyse de vazgeçti. Sonunda
kalemi eline aldı ve yazdı.
Mektup
ertesi gün ulaştı okuyucusuna. Postacı kapıya geldiğinde, adamın elinde tuttuğu
zarfı, önceki gün postaladığı yüzünden anlaşılacak korkusuyla, aceleyle kaptı.
Kapıyı kapatıp yırtarcasına açtı kendine yazdığı mektubu. Kâğıdı elinde tutup,
yazdığı uzun, upuzun tek sözcükten oluşan mektubu okudu: Lapsus…
Arzu hiç
olmamışçasına yokluğa karışmıştı. ‘ şimdilik’ diyen densiz iç sesi duymazdan
gelebilirdi. Buna muktedirdi. Şimdilik.
Mey
11 Eylül 2017 Pazartesi
Yeşil Elma
Adımları aceleci. Yüzünde belirgin bir sabırsızlık.
Kalabalık caddedeki insan selini, zikzaklı adımlarla geçmeye çalışıyor.
Ağzında, az önce attığı sigaranın kötü tadı, midesinde anlamsız bir gerginlik.
İlerleyişini yavaşlatan insanların varlığından bunalmış, kızgın bakışlar
fırlatıyor gözünün değdiği her yüze. Metro istasyonunun girişi az uzakta
belirginleşince, omzuna çapraz astığı çantanın fermuarına gidiyor eli. El
yordamıyla cüzdanı bulmaya çabalarken, elin yordamının yetmezliği ortaya
çıkıyor. Bakışlarını en az sokak kadar kalabalık çantanın derin karanlığına
indiriyor. Ivır zıvırı aralamaya çalışırken fark ediyor elmayı. Evden çıkarken
anlık bir kararla çantaya atıverip, sonrasında varlığını unuttuğu elmayı.
Elma yeşil. Sokağın şenlikli ışıltısının yardımıyla elmanın
yeşilinin parlaklığı dikkat çekici. İri, parlak, diri ve üstüne davetkâr. Koca
bir ısırık düşüncesiyle kabaran iştahını, metro girişine çoktan ulaşmış
olduğunu fark edince ertelemek zorunda kalıyor.
Dikkatlice iniyor merdivenleri, cüzdan yerine elmayı sıkıca
tutmuş olduğunu ayırt edince, gülüyor. Şuracıktaymış oysa cüzdan. Bankodan
geçiyor. İnilmesi gereken yeni
basamaklar. İniyor. Trenin gelişini bekleyen kalabalığın arasına karışmadan,
küçük bir hesapla en rahat bineceği ve – mümkünse – oturacak bir yer
bulabileceği noktayı belirliyor. Aklı elma ve yeşilinde. Bunda, yani aklının
elma ve yeşile takılışında basit bir fiziksel arzuyu aşan bir bit yeniği
olabileceği fikri için henüz erken.
O sıra tren geliyor. İtiş kakış, önce binip yer kapma
telaşının inenlerin önünü kesişinin yarattığı gerginlik uzamandan içeri ve
dışarı yer değiştiriyor. Boş bir yer buluyor şansına. Yanına oturan hamile
kadının kucağındaki henüz bebeklikten çıkmamış çocuğu sıkıştırmamaya çalışarak
yerleşiyor. Çantasına uzanırken niyeti kitabı çıkarmak. Eli elmaya değince bir
an duruyor. Yok canım! Çıkarıp bunca insanın arasında yiyecek değilsin, diye
azarlıyor kendini. Öteki elini de sokup kitabı çıkarıyor ama ilk hamleyi yapan
el hala çantanın içindeki elmayı avuçlar durumda. Bu elmanın derdi ne, sorusu o
anda aklına düşüyor. Bir elmanın bir insanla ne derdi olabilir a canım? Kitap
çıkıyor. Elmayı tutan el olduğu yerde kalıyor. En son bıraktığı yeri açıp
okumaya çalışırken, çantadaki elin elmayı tutuşundaki iştahı, hırsı, - yoksa
tutkuyu mu demeli? – anlamaya çalışma çabası, kitaptaki cümleleri zihnine
ulaştırmadan gözde bir duyum olarak bırakıyor.
Asıl senin elmayla derdin ne, sorusunun tam zamanı. Elmanın
ve yeşilinin bilince ulaşmayan bir çağrışımla anlamlandırma gücünü tıkamış
olabileceğini düşünüyor. Bu arada ilk iki durak geride kalmış, inenlerin yerine
binenlerin sayısal çokluğu ayaktaki yolcu sayısını çoğaltıp, içerideki havayı
azaltmış olmalı ki, soluk alıp verişinin düzensizleştiğini fark ediyor. Yanında oturan kadının kucağındaki bebeğin
küçük ağzının büze büze cips yiyişine takılıyor bir an gözü, elmayı unutacak
gibi oluyor. Ama nafile! Ayasına yapışmış yeşilinin akıldan çıkmaz tonu bu ilgi
kaymasını kabul etmiyor. Trenin sarsılışıyla avcunun içinde hafifçe kıpırdanan
elma, yeterince erteledin der gibi zihninin orta yerindeki işgalciye dönüşüyor.
Trendeki vagonların yetersizliği, özellikle sabah saatlerinde balık gibi
istiflenerek yapılan yolculuğun zorluğuna dair yapılan konuşmalar çarpıyor kulağına.
Elmayı unutabilse, özellikle yeşilini aklından çıkarabilse belki bir cümle de o
kurardı. Ve kolay olurdu kalan istasyonları geride bırakıp evin rahatlığına
ulaşabileceği zamanı geçirmek.
Çok acıktım ondan bunlar, teskini de işe yaramıyor. Cevap
elmanın pürüzsüz yüzeyinde saklıymış gibi parmaklarını usulca gezdiriyor,
elinde hafifçe tartıyor. Bir cevabın, özellikle de kayda değer bir cevabın
olduğunu nereden çıkarıyorsun çıkışması zihninde belirginleşmeye başlayan
imgenin önüne geçebilecek gibi değil. Hoşa gitmeyecek bir oluş’la ilgisi var bu
elmanın veya yelişinin yahut her ikisinin birden. Kabul. Ama ne? Ne ama?
Tren ineceği durağa yaklaşınca yerinden kalkıp kapıya
yöneliyor. Boşa bu tedirginlik, diyor kendine. Pimpiriklenme! Tren durunca
iniyor. Yürüyen merdivenle yukarı doğru ilerlerken, elmayı usulca çıkarıyor
çantadan. İstasyonun yapay aydınlığında iyice bakıyor. Evirip çeviriyor elinde.
Perde az daha aydınlanıyor. Bir başka elmanın belli belirsiz görüntüsü canlanır
gibi oluyor ya bir anlamı yok hala. Üstelik elinde tuttuğu bunca yeşilken
zihninde canlananın ağaca tutunan kısmında hafif bir kızıllık var gibi. İçinde
çalmaya başlayan alarmı duyuyor, kendini durdurmasının çok önemli olduğunu -
nereden bildiğini bilmeden – biliyor. Elindekini yok ederse zihindekinin de
olmayışa karışacağına inancından, açık havaya çıkar çıkmaz kocaman bir ısırık
alıyor elmadan. Tadı en az görüntüsü
kadar lezzetli. Ağzının içine aynı anda hem
ekşi hem tatlı bir su yayılıyor. Dişlerinde hafif bir kamaşma. Korkacak ne var,
leziz bir elma işte, diyor sevinçle. Tıpkı Magritte’nin elması gibi. Duruyor.
Aydınlanmanın sevinci ve hüznü aynı anda
boşalıyor üzerine. Hırsla alıyor ikinci ısırığı. Ardından üçüncüsü, dördüncüsü
geliyor. Çabuk çabuk yiyor elmayı. Koçanı yanından geçtiği bir ağacın dibine
bırakıp, ağzını elinin tersiyle silerken o arsız gülüş peyda oluyor. Yüzüne,
sesine, yüreğine. Magritte’nin elması. O
elma!
Ne var bunda, diyor sokağın karanlık ıssızlığına. İkisini de
yedim…
7 Eylül 2017 Perşembe
Rüyada
Varlığını haber veren sesiydi, kokusu ardından geldi. Neden buradayım, diye soruyordu. Aynı anda zihnim kendi soru bombardımanına çoktan başlamış olduğundan, şaşkınlığımı bir yana itmek zorunda olduğumu söylüyordum kendime. Bilmiyorum, diye cevap verdim. Sahiden de bilmiyordum; cevabım ne onu ne de zihnimi tatmin edecekti. Tek bildiğim buydu.
Ben gibi, o da tedirginlikle içinde bulunduğumuz odayı inceliyordu. İkimiz de şaşkındık; dünyayı geçtim, bu oda dahası bu ev kimin tasavvuruydu? Kuşkuyla ona baktım, bizi bir anda buraya fırlatan pekala onun zihni olabilirdi ama içten içe bu işin benimkinin marifeti olduğundan neredeyse emin gibiydim. Güçlü şüphemden ona söz etmemeye karar verdim, biraz öfkeli gibiydi ve köşelerinden oldum olası çekiniyordum.
Burası neresi, diye kükredi yine. Etrafa dikkatlice bakma zamanıydı, o kükredikçe yüreğim hopluyordu çünkü. Becerebilsem ona ters bir bakış fırlatacak havadaydım aslında, ne biliyorsa onu biliyor olduğum gün gibi ortada değil miydi? Bulunduğumuz oda, küçük bir bahçe katı dairenin salonuna benziyordu. İlk bakışta karma karışık görünüyordu ancak kendine has bir düzeni, üstelik sevimli bir düzeni vardı. Çiçek açmış kocaman bir erik ağacı görünüyordu bahçeye bakan iki geniş pencereden; pencere pervazlarına yerleştirilmiş uzun ince saksılarda ise “ unutama beni” çiçekleri süzülüyordu. Bunun daha başlangıç olduğunu sezdiğimden içimden sırıttım. Gözlerimi o hınzır, o intikamcı çiçeklerden güçlükle ayırıp odayı incelemeye başladım. Duvarlar tuhaf ama gözüme çok güzel görünen tablolarla doluydu ve herhangi birini daha önce hiç görmemiş olduğuma emindim. Geniş kanepenin iki yanına yerleştirilmiş sehpaların üstü, başka zaman olsa ıvır zıvır diye burun kıvırabileceğim biblolar, küçük ve renkli cam objelerle doluydu. Aynı durum salonun en geniş duvarına dayanmış konsolun üstü için de geçerliydi. Bu odada akla gelebilecek her renkten bir obje vardı. Çıfıt çarşısı gibi, diye geçirdim içimden. Konsolun üzerine asılmış, çerçevesi oymalı aynaya tutuşturulmuş kağıt parçasını ilk görenimizin yanımdaki huzursuz ve köşeli adam olmasının nedeni odanın karışıklığının dikkatimi dağıtmış olmasıydı besbelli. Uzanıp kağıdı alışını, açıp okuyuşunu izledim. İki kez derin derin iç geçirmeme yetecek süre baktı kağıda, sonunda bana uzattı. Köşelerinden birine temas etmemek için ihtiyatla uzanıp aldım. Okudum.
Çiçeklerin sulanması ve kedinin doyurulmasına ilişkin talimatlar yazılmıştı nota, imza yerinde ise kimin tarafından yazıldığını anlamaya olanak vermeyen bir karalama vardı. Birbirmize baktık. Uzun uzun. Benliğimin valse çoktan başlamış olduğunu dışavurmamak zordu, yine becerdim bunu.
Ben gibi, o da tedirginlikle içinde bulunduğumuz odayı inceliyordu. İkimiz de şaşkındık; dünyayı geçtim, bu oda dahası bu ev kimin tasavvuruydu? Kuşkuyla ona baktım, bizi bir anda buraya fırlatan pekala onun zihni olabilirdi ama içten içe bu işin benimkinin marifeti olduğundan neredeyse emin gibiydim. Güçlü şüphemden ona söz etmemeye karar verdim, biraz öfkeli gibiydi ve köşelerinden oldum olası çekiniyordum.
Burası neresi, diye kükredi yine. Etrafa dikkatlice bakma zamanıydı, o kükredikçe yüreğim hopluyordu çünkü. Becerebilsem ona ters bir bakış fırlatacak havadaydım aslında, ne biliyorsa onu biliyor olduğum gün gibi ortada değil miydi? Bulunduğumuz oda, küçük bir bahçe katı dairenin salonuna benziyordu. İlk bakışta karma karışık görünüyordu ancak kendine has bir düzeni, üstelik sevimli bir düzeni vardı. Çiçek açmış kocaman bir erik ağacı görünüyordu bahçeye bakan iki geniş pencereden; pencere pervazlarına yerleştirilmiş uzun ince saksılarda ise “ unutama beni” çiçekleri süzülüyordu. Bunun daha başlangıç olduğunu sezdiğimden içimden sırıttım. Gözlerimi o hınzır, o intikamcı çiçeklerden güçlükle ayırıp odayı incelemeye başladım. Duvarlar tuhaf ama gözüme çok güzel görünen tablolarla doluydu ve herhangi birini daha önce hiç görmemiş olduğuma emindim. Geniş kanepenin iki yanına yerleştirilmiş sehpaların üstü, başka zaman olsa ıvır zıvır diye burun kıvırabileceğim biblolar, küçük ve renkli cam objelerle doluydu. Aynı durum salonun en geniş duvarına dayanmış konsolun üstü için de geçerliydi. Bu odada akla gelebilecek her renkten bir obje vardı. Çıfıt çarşısı gibi, diye geçirdim içimden. Konsolun üzerine asılmış, çerçevesi oymalı aynaya tutuşturulmuş kağıt parçasını ilk görenimizin yanımdaki huzursuz ve köşeli adam olmasının nedeni odanın karışıklığının dikkatimi dağıtmış olmasıydı besbelli. Uzanıp kağıdı alışını, açıp okuyuşunu izledim. İki kez derin derin iç geçirmeme yetecek süre baktı kağıda, sonunda bana uzattı. Köşelerinden birine temas etmemek için ihtiyatla uzanıp aldım. Okudum.
Çiçeklerin sulanması ve kedinin doyurulmasına ilişkin talimatlar yazılmıştı nota, imza yerinde ise kimin tarafından yazıldığını anlamaya olanak vermeyen bir karalama vardı. Birbirmize baktık. Uzun uzun. Benliğimin valse çoktan başlamış olduğunu dışavurmamak zordu, yine becerdim bunu.
Çiçekler burada ama kedi yok, dedim. Dansın ritmini ele vermek işime gelmiyordu. Üstelik kocaman bir törpüye ihtiyacım vardı o anda, belki de bir eğeye... Şu kediyi bulayım, derken ayırdı bakışını üzerimden; durumu bunca çabuk kabullenmesine sevinirken, uzaklaşan bakışlarının yokluğundan mustariptim.
Kediyi bulamadı. Bense aramadım. Çiçeklere, o hınzırlara sularını verirken bulunmak istemeyen bir kediyi bulmanın olanaksızlığına dair uzun cümleler kuruyordum. Noktanın bir türlü gelmeyişine sinirlenmekte olduğunu fark etmemeye de kararlıydım.
Akşamüstü güneşinin bahçeye doluşunu izlerken, onun hala evin içinde kediyi aranışının çıkardığı gürültüyü dinliyordum. Beklenmedik ve tuhaf bir sevinç tarafından sarmalandığımı saklayamamaktan çekindiğimi itiraf ederim. Sevinci zihnime kabul ettiğim esnada, erik ağacının üst dallarının arasından coşkuma gizlice tanıklık etmekte olan kediyle göz göze geldik. Bir sarman. Sarman gözlerini yumdu ve açtı hemen ardından. Söyleyemediğini görüp, anladım. Sustum. Karanlık çöküyordu.
Gün ışığı aydınlık salondan usulca çekilirken, kanepede yan yana oturmuştuk. İkimiz de irademiz dışında bu odada olmanın anlamını sorgulamaktaydık kendi kendimize. İstencin güdümlenmesi onu öfkelendiriyor, bende ise kaygısız bir neşeye neden oluyordu. Daha dönmeden, bana doğru dönüşünü hissettim. Her ne kadar ani bir hareket gibi görünse de, epeydir beklemekteydim.
Kediyi merak etmiyor musun, diye sordu. Başımı hayır manasında salladım, konuşursam sarmanı ele verebilirdim. Öfkeyle soludu. Neden, dedi. Neden merak etmiyorsun? Çarptığım köşe canımı yakıyordu, bıraktım biraz daha batsın etime. Sorusuna soruyla cevap verdim: Sen neden bu kadar öfkelisin? Yüzüne bakmamaya kararlıydım, bakılacak zaman değildi. Derin bir nefes aldığını işittim. Ardından konuşmaya başladı. Bu senin rüyan çünkü, dedi. Beni zorla getirip rüyana kapattın ve olmayan bir kedinin peşine düşürdün. Bu senin rüyan!
Birbirine kenetlediğim ellerime diktiğim gözlerimi kaldırıp ona baktım. Belki de, diye fısıldadım. Belki de senin rüyandır.
Mey
Kediyi bulamadı. Bense aramadım. Çiçeklere, o hınzırlara sularını verirken bulunmak istemeyen bir kediyi bulmanın olanaksızlığına dair uzun cümleler kuruyordum. Noktanın bir türlü gelmeyişine sinirlenmekte olduğunu fark etmemeye de kararlıydım.
Akşamüstü güneşinin bahçeye doluşunu izlerken, onun hala evin içinde kediyi aranışının çıkardığı gürültüyü dinliyordum. Beklenmedik ve tuhaf bir sevinç tarafından sarmalandığımı saklayamamaktan çekindiğimi itiraf ederim. Sevinci zihnime kabul ettiğim esnada, erik ağacının üst dallarının arasından coşkuma gizlice tanıklık etmekte olan kediyle göz göze geldik. Bir sarman. Sarman gözlerini yumdu ve açtı hemen ardından. Söyleyemediğini görüp, anladım. Sustum. Karanlık çöküyordu.
Gün ışığı aydınlık salondan usulca çekilirken, kanepede yan yana oturmuştuk. İkimiz de irademiz dışında bu odada olmanın anlamını sorgulamaktaydık kendi kendimize. İstencin güdümlenmesi onu öfkelendiriyor, bende ise kaygısız bir neşeye neden oluyordu. Daha dönmeden, bana doğru dönüşünü hissettim. Her ne kadar ani bir hareket gibi görünse de, epeydir beklemekteydim.
Kediyi merak etmiyor musun, diye sordu. Başımı hayır manasında salladım, konuşursam sarmanı ele verebilirdim. Öfkeyle soludu. Neden, dedi. Neden merak etmiyorsun? Çarptığım köşe canımı yakıyordu, bıraktım biraz daha batsın etime. Sorusuna soruyla cevap verdim: Sen neden bu kadar öfkelisin? Yüzüne bakmamaya kararlıydım, bakılacak zaman değildi. Derin bir nefes aldığını işittim. Ardından konuşmaya başladı. Bu senin rüyan çünkü, dedi. Beni zorla getirip rüyana kapattın ve olmayan bir kedinin peşine düşürdün. Bu senin rüyan!
Birbirine kenetlediğim ellerime diktiğim gözlerimi kaldırıp ona baktım. Belki de, diye fısıldadım. Belki de senin rüyandır.
Mey
6 Eylül 2017 Çarşamba
Kuytu'nun Kedisi
Kuytu, bizim zula,
kedi, sizin kedi.
Pati izleri, tanıdık; salınışının tembelliği, bildik.
Usulca geçiyor, bir uçtan - zihnin kıyısından yani -
diğerine - kalbin kuytusuna belli ki -.
Soruyor - sorarken- utanmaz ve hınzır. Birlikte mırıldanalım mı?
Mey
Fotoğraf: Yaşar Koç
kedi, sizin kedi.
Pati izleri, tanıdık; salınışının tembelliği, bildik.
Usulca geçiyor, bir uçtan - zihnin kıyısından yani -
diğerine - kalbin kuytusuna belli ki -.
Soruyor - sorarken- utanmaz ve hınzır. Birlikte mırıldanalım mı?
Mey
Fotoğraf: Yaşar Koç
28 Ağustos 2017 Pazartesi
BİR ŞEY OLDU
Bir şey olduğu yoktu. Ki. Bir şey oldu. Attı kendini dışarı.
Çoktandır koşuyormuşçasına soluk soluğa. Binanın kapısından çıkıp, bir an için
durdu. Önünde uzanan güzergâh olasılıklarını tarttı ve ileriye, dedi.
Hareketlendi. Hızlı ancak telaşsız adımlarla başladı. Başladığım ne, sorusunu
hiçe saydı, devam etti. Duramayabilirim, diye düşündü. Varsın olsun, dedi.
Bunca zaman durmuş olmamın değiştirmediklerini düşününce, varsın olsun.
Caddenin karşısındaki durağa yaklaşana dek ayakları yürüme eylemini sürdürürken,
zihni konuşup durmuştu. Konuşmak mı? Hayır, mırıldanmak daha çok.
Mırıltılarının arasına serpiştirdiği sevinç nidaları ise ayaklarına verilmiş
komut gibiydiler. Her nidaya daha hızlı, daha büyük bir adım. Durağa yaklaştı,
durağı geçti. Geçtiğinde fark etti kadını. Geri döndü, dikkatle süzdü onu.
Gidip yanına oturdu neden sonra. Bildiği tek selamlama sözünü verdi kadına:
Günaydın. Öğle saatlerinin çoktan sona ermiş olmasını sorun etmeyecek birine
benziyordu. Haklıymış. Kadın gülümsedi.
- Dakikalar
geçti, gelmedi, dedi gülümseyişin sonrasında.
- Yeterince
bekleyince geliyor, diye cevap verdi. Aylarca bekledim ben, beklediğimi
bilmeden; beklemiş olduğumu ancak geldiğinde ayırt ederek.
Yürüyüşü gibi konuşması da kıpır kıpır. Zihni kıpır kıpır.
Asıl kıpırtı ise başka bir yerde. Henüz bundan söz etmeye mahal yok ama.
- Otobüsü
diyorum, diye müdahale etme gereği duydu duraktaki kadın.
- Gelir,
dedi kıpırtılı olan.
- Neden
döndün yolundan, diye sordu beriki. Aynı şeyi beklemediklerini fark etmiş
gibiydi.
- Anlatmaya,
diye cevap verdi.
- Ya
gelirse, diyerek emin olmaya çalıştı kadın.
- Gelsin,
dedi kıpırtılı.
- Anlat,
dedi kadın.
Durağa başkaları gelip gittiler bu sırada. Kafa kafaya
vermiş bu iki kadının yolcu almak için duran otobüsleri görmeden konuşmaya
kapılışlarını göz ucuyla süzüp, otobüslere binip gittiler.
Kıpırtılı söyledikçe, bekleyen kâh kafa sallayarak kâh
itiraz jestleriyle eşlik ediyordu ona. Eyleyen ile kurgulayan. Söyleyen ile
dinleyen. Dökülen ile toplayan. Kadın ile kadın.
- Duramıyorum, dedi kıpırtılı.
- Durma,
diyerek yol verdi bekleyen. Ardından sordu:
- Ne
yapacaksın?
Kıpırtılı, durağa yanaşan otobüse baktı önce, sonra ıssız
kaldırımıyla uzayan yola.
- İlerleyeceğim,
diye cevap verdi. Sen ne yapacaksın, diye soruyu ekledi.
Bekleyen de otobüse baktı uzunca.
- Her an
gelebilir, bekleyeceğim, dedi.
Dönüp birbirlerine baktılar.
- Zihninden
dertliyim, dedi bekleyen.
Kıpırtılı güldü:
- Ben de
senin kör umudundan, dedi.
Gülüştüler.
- Ayrılalım
artık, dedi bekleyen. Unutma, asla söze dökülmeyecek o olan şey.
- Unutmam,
dedi kıpırtılı.
Vedalaştılar. Bekleyen kalkıp, kıpırtılının işaret ettiği
yol boyunca yürümeye başladı. Önce ağır, sonra nidalara eşlik eden bir hızla.
Kıpırtılı onun boş bıraktığı durakta oturup, geliyor mu diye otobüsün yolunu gözlemeye
başladı.
Mey
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)