Adımları aceleci. Yüzünde belirgin bir sabırsızlık.
Kalabalık caddedeki insan selini, zikzaklı adımlarla geçmeye çalışıyor.
Ağzında, az önce attığı sigaranın kötü tadı, midesinde anlamsız bir gerginlik.
İlerleyişini yavaşlatan insanların varlığından bunalmış, kızgın bakışlar
fırlatıyor gözünün değdiği her yüze. Metro istasyonunun girişi az uzakta
belirginleşince, omzuna çapraz astığı çantanın fermuarına gidiyor eli. El
yordamıyla cüzdanı bulmaya çabalarken, elin yordamının yetmezliği ortaya
çıkıyor. Bakışlarını en az sokak kadar kalabalık çantanın derin karanlığına
indiriyor. Ivır zıvırı aralamaya çalışırken fark ediyor elmayı. Evden çıkarken
anlık bir kararla çantaya atıverip, sonrasında varlığını unuttuğu elmayı.
Elma yeşil. Sokağın şenlikli ışıltısının yardımıyla elmanın
yeşilinin parlaklığı dikkat çekici. İri, parlak, diri ve üstüne davetkâr. Koca
bir ısırık düşüncesiyle kabaran iştahını, metro girişine çoktan ulaşmış
olduğunu fark edince ertelemek zorunda kalıyor.
Dikkatlice iniyor merdivenleri, cüzdan yerine elmayı sıkıca
tutmuş olduğunu ayırt edince, gülüyor. Şuracıktaymış oysa cüzdan. Bankodan
geçiyor. İnilmesi gereken yeni
basamaklar. İniyor. Trenin gelişini bekleyen kalabalığın arasına karışmadan,
küçük bir hesapla en rahat bineceği ve – mümkünse – oturacak bir yer
bulabileceği noktayı belirliyor. Aklı elma ve yeşilinde. Bunda, yani aklının
elma ve yeşile takılışında basit bir fiziksel arzuyu aşan bir bit yeniği
olabileceği fikri için henüz erken.
O sıra tren geliyor. İtiş kakış, önce binip yer kapma
telaşının inenlerin önünü kesişinin yarattığı gerginlik uzamandan içeri ve
dışarı yer değiştiriyor. Boş bir yer buluyor şansına. Yanına oturan hamile
kadının kucağındaki henüz bebeklikten çıkmamış çocuğu sıkıştırmamaya çalışarak
yerleşiyor. Çantasına uzanırken niyeti kitabı çıkarmak. Eli elmaya değince bir
an duruyor. Yok canım! Çıkarıp bunca insanın arasında yiyecek değilsin, diye
azarlıyor kendini. Öteki elini de sokup kitabı çıkarıyor ama ilk hamleyi yapan
el hala çantanın içindeki elmayı avuçlar durumda. Bu elmanın derdi ne, sorusu o
anda aklına düşüyor. Bir elmanın bir insanla ne derdi olabilir a canım? Kitap
çıkıyor. Elmayı tutan el olduğu yerde kalıyor. En son bıraktığı yeri açıp
okumaya çalışırken, çantadaki elin elmayı tutuşundaki iştahı, hırsı, - yoksa
tutkuyu mu demeli? – anlamaya çalışma çabası, kitaptaki cümleleri zihnine
ulaştırmadan gözde bir duyum olarak bırakıyor.
Asıl senin elmayla derdin ne, sorusunun tam zamanı. Elmanın
ve yeşilinin bilince ulaşmayan bir çağrışımla anlamlandırma gücünü tıkamış
olabileceğini düşünüyor. Bu arada ilk iki durak geride kalmış, inenlerin yerine
binenlerin sayısal çokluğu ayaktaki yolcu sayısını çoğaltıp, içerideki havayı
azaltmış olmalı ki, soluk alıp verişinin düzensizleştiğini fark ediyor. Yanında oturan kadının kucağındaki bebeğin
küçük ağzının büze büze cips yiyişine takılıyor bir an gözü, elmayı unutacak
gibi oluyor. Ama nafile! Ayasına yapışmış yeşilinin akıldan çıkmaz tonu bu ilgi
kaymasını kabul etmiyor. Trenin sarsılışıyla avcunun içinde hafifçe kıpırdanan
elma, yeterince erteledin der gibi zihninin orta yerindeki işgalciye dönüşüyor.
Trendeki vagonların yetersizliği, özellikle sabah saatlerinde balık gibi
istiflenerek yapılan yolculuğun zorluğuna dair yapılan konuşmalar çarpıyor kulağına.
Elmayı unutabilse, özellikle yeşilini aklından çıkarabilse belki bir cümle de o
kurardı. Ve kolay olurdu kalan istasyonları geride bırakıp evin rahatlığına
ulaşabileceği zamanı geçirmek.
Çok acıktım ondan bunlar, teskini de işe yaramıyor. Cevap
elmanın pürüzsüz yüzeyinde saklıymış gibi parmaklarını usulca gezdiriyor,
elinde hafifçe tartıyor. Bir cevabın, özellikle de kayda değer bir cevabın
olduğunu nereden çıkarıyorsun çıkışması zihninde belirginleşmeye başlayan
imgenin önüne geçebilecek gibi değil. Hoşa gitmeyecek bir oluş’la ilgisi var bu
elmanın veya yelişinin yahut her ikisinin birden. Kabul. Ama ne? Ne ama?
Tren ineceği durağa yaklaşınca yerinden kalkıp kapıya
yöneliyor. Boşa bu tedirginlik, diyor kendine. Pimpiriklenme! Tren durunca
iniyor. Yürüyen merdivenle yukarı doğru ilerlerken, elmayı usulca çıkarıyor
çantadan. İstasyonun yapay aydınlığında iyice bakıyor. Evirip çeviriyor elinde.
Perde az daha aydınlanıyor. Bir başka elmanın belli belirsiz görüntüsü canlanır
gibi oluyor ya bir anlamı yok hala. Üstelik elinde tuttuğu bunca yeşilken
zihninde canlananın ağaca tutunan kısmında hafif bir kızıllık var gibi. İçinde
çalmaya başlayan alarmı duyuyor, kendini durdurmasının çok önemli olduğunu -
nereden bildiğini bilmeden – biliyor. Elindekini yok ederse zihindekinin de
olmayışa karışacağına inancından, açık havaya çıkar çıkmaz kocaman bir ısırık
alıyor elmadan. Tadı en az görüntüsü
kadar lezzetli. Ağzının içine aynı anda hem
ekşi hem tatlı bir su yayılıyor. Dişlerinde hafif bir kamaşma. Korkacak ne var,
leziz bir elma işte, diyor sevinçle. Tıpkı Magritte’nin elması gibi. Duruyor.
Aydınlanmanın sevinci ve hüznü aynı anda
boşalıyor üzerine. Hırsla alıyor ikinci ısırığı. Ardından üçüncüsü, dördüncüsü
geliyor. Çabuk çabuk yiyor elmayı. Koçanı yanından geçtiği bir ağacın dibine
bırakıp, ağzını elinin tersiyle silerken o arsız gülüş peyda oluyor. Yüzüne,
sesine, yüreğine. Magritte’nin elması. O
elma!
Ne var bunda, diyor sokağın karanlık ıssızlığına. İkisini de
yedim…