Tüm hikâye, hikâyeyi yanlış anlamasıydı. Yanlış okumaktan mustarip olduğunu söyleyip geçebilirdik ve bu minnacık hikâye yer kaplamazlığı, zihni yormazlığıyla kullanışlı bile olabilirdi o zaman. Okur, okuduğu ile anladığı arasındaki büyük uyuşmazlığı kabullenmeye yanaşmayınca asıl hikâye ile okurun kalbine çöreklenmiş olanının savaşı kaçınılmaz hale gelerek hikâyeyi cürümünden çok yakana dönüştürdü.
Hikâyeden kurtulmak istedi ilkin. Anladığı ve sevdiği hali yeterdi ona. Diğerini yok sayabileceğini, onu hiç okumamış gibi yapabileceğine inandırdı kendini. Ancak hikâye zihninde gizli bir köşeye yerleşmiş olmakla kalmayıp, olmadık anlarda çılgına dönmüş bir alarm gibi çınlayarak kendini dayatıyordu okuruna. Bazen, kış rüzgârının sertliğine rağmen, sararmış yaprakların ağaçlara inatla tutunmuş olduklarını gördüğünde başlıyordu o çılgın alarm. Yaprakların doğaya direncinde, kopup gitmeleri gerekiyordu aslında, zihninde çatışmakta olan hikâyelerden daha inatçı olanına benzer bir şey görüyor olmalıydı. Kimi zaman yağmurdu hikâyeyi çileden çıkararak, gizlendiği yerden verebileceği tüm tedirginliği vermesine neden olan. Yağmurlu günlerde başınızı pencere camına yaslar ve suyun size söylediklerini dinlerdiniz, okurun da yaptığı buydu. Suyun söyledikleri hep hikâyeye dair oluyordu son zamanlarda. Doğanın hikâye yanlısı bu tavrına içerliyor, o delirmiş alarmı nasıl susturabileceğini bilmiyor yine de hikâyeyi okumuş olmaktan pişmanlık duymuyordu. Şarkılar taraflılıklarını en başından ilan etmişlerdi, ancak kulak tıkanabilirlikleri ile kontrol altında tutulabiliyorlardı. Şiir deseniz, gözü kara müttefikiydi zihnine çöreklenmişin. Ne durmayı ne susmayı becerebiliyordu; şiir aksini iddia ediyor olmasına karşın. Şiirlerden, şarkılardan kaçabilir doğayı görmezden gelebilirdi. Zihnindekini ne yapacağına ise karar veremiyordu.
Okuduğu en iyi hikâye değildi; eksikliydi ve anlatım bozukluğundan mustaripti. Biçimsizliğini görmezden gelen büyüklenmesi ise çileden çıkarıcıydı. Okuduğu en güzel hikâyeydi diğer yandan, soluğunu kesiyor, büyülüyor, dile istemsiz takılan bir ezgi gibi dilinin ucunda tatlı tatlı sızlıyordu. Zihninde çatışmakta olanlardan hangisi ilki, hangisi diğeri karıştırmaya başlıyordu. Yukarı çıkan ile aşağı inen yol, bir ve aynıdır’ı kabullenmekten başka çıkar bulamıyordu.
Hikâye(lere)ye yeni bir isim verdi: Biçimsiz.
İki biçimsizle birlikte sürdürdüğü hayata alışamayacağını düşünmüştü. Yanılmış. Yine. Kendini rutine dönüştüren çatışmanın arasında yaşamayı öğrendi. Ağaçlara, pencere camına vuran suya, inatlarına vurulduğu sararmış yapraklara döndü yüzünü yeniden; şiir ve şarkıya boyun eğmeye ahdetti. Biçimsizi neredeyse sevdi:
O eli bir yerde kolu başla bir yerde; bir ucu gökte diğer ucu belirsizlikte duygu gelip yüreğime oturduğundan bu yana, başkalarının “ düzgün”, “ doğru” ya da “ iyi” sıfatlarını kullanarak işaret ettikleri hiçbir varlığa tahammülüm kalmadı. Biçimsiz olana özel bir düşkünlüğüm yoktu, yoktu ama şekli şemaili olmayan gelip yerleşti içime, neden atmalı sorusunun cevabını bulamayınca kabullenişi çare gördüm, diye anlattı soranlara.