İlkin şaşırmama şaşırıyorum, ardından gözlerimi, küçükçe sayılabilecek,
kırmızı kabından istekle dışarı çıkmış o ayaklardan ayıramayışıma. Zahmetli.
Hafifçe öne eğildiğimde istediğim açıdan görebiliyorum onları ve o pozisyonda
kalmak dikkat çekebileceğinden, istemeden de olsa geriye yaslanıyorum arada
bir. İlgimi tümüyle üzerinde toplamış o ayakların kabı ayrı bir hikâye.
Kırmızısı öyle göz alıcı ki, dışarı çıkmış olmakla rahatlamış görüntüsü, akıl
almaz bir estetik duyarsızlığı vurguluyor, rahatsız ediyor ve hiç istemememe
karşın az sonra konuşmaya başlayabileceğimi haber veriyor. Başımı çevirip,
ayakların sahibine bakıyorum. Kendisiyle konuşma arzusu duymama yol açacak bir
yanı yok, kabından çıkmış ayaklarından başka bir neden vermiyor oturuşu bana.
İnsan neden bir belediye otobüsünde ayakkabılarını çıkarır ki, diye düşünüyorum,
üstelik bu kadar güzel olanları. Bu kadının yanına oturmuş olmak talihsizlik
besbelli.
Otobüsün durakta duruşunun sertliğini bahane ederek öne eğiliyorum yine.
Tırnakları muhafazakarca rakı beyazına boyanmış o ayakların, bunca kırmızı bir
ayakkabının içinde ne arıyor olabileceği sorusunu es geçmeliyim belki de.
Geriye yaslanıp talih hakkında düşünmeye başlayabilir; ayakları, kabını,
onların sahibesini zihnimden atıp, bu beladan kurtulabilirim. Bilirim bunları
yapabilmeyi. Muktedir olduklarımın bir çekiciliği yok oysa bende. Geriye
yaslanıyorum. Kadının ben yokmuşum, ilgim yokmuşcasına, aldırışsızca otobüsün
penceresinden dışarıya odaklanmış bakışlarına öfkelenmeye başladığımı bilerek
geriye yaslanıyorum. Benden yana dönmeli, mahcup gülümseyerek “ acıtıyorlar”
demeli ayakkabıları işaret ederek. Sormaya hazırlandığım tüm soruların
yanıtlarına sahip birinin bilgeliği olmalı gözlerinde. Aksi halde, bu hikâyenin
gideceği – gidemeyeceği ya da – yer kimi mutlu edebilir ki?
Kırmızı ciltli, el yapımı o defter aklıma düştü düşeli, hikayelerimi
yalnızca belediye otobüslerinde yazabiliyor oluşumun dayattığı bu yolculuğun,
hangi durakta sona ereceğini az çok seziyorum şimdiden. Öfkemin gerçek nedeni
bu sezgiyle ilgili olabilir. Kırmızı ciltli defter imgesi ve belleğimin ihaneti
el ele vermiş; düşünülmüş, ince ince kurgulanmış hikayelerimi biter bitmez
kaybetmeme neden oluyor. Bu durumsa daimî iç sıkıntısına ek olarak o deftere
ihtiyacımı giderek kocamanlaştırıyor.
Defteri bir yerde görmüş değilim, hatta varlığı bile şüpheli bu nesnenin
bende yarattığı tutkunun hastalıklı olduğunun da farkındayım elbette.
Farkındalığın olan’a gücünün yetmemesine de üzülmüyorum. Yapmam gerekeni yapıyor, her sabah ve akşam
bindiğim belediye otobüslerinde kimsenin okuyamayacağı ve tarafımdan düşünülür
düşünülmez unutulacak hikayeler kuruyor ve şiddetle o defteri özlüyorum sadece.
Biliyorum ki, her şey; düşünmek, duymak, kurgulamak, yazmak ve konuşmak bir
denemeden ibaret. Sabırlı ve çekingen bir denemeden.
Şimdi yanımda rahatlamaya çalışarak gerinen, kıvrılan, uzanan o çıplak
ayaklara bakarken hikayemi neresinden tutacağımı düşünüyorum. Kendisine ızdırap
veren ama muhteşem göründüğü için vazgeçilmeliğini ilan etmiş o kırmızı
ayakkabılara ve doğal olarak onların içindeki bedene yönelebilir hikâye. Ya da
o ayaklardan ve ayakkabılardan gözünü almayı beceremeyen şu saplantılı zihne de
gidebilir koşar adım. Kararsızlık içimi burkuyor ve zihnimim yenilgi bayrağını
çekmek üzere oluşunun sezgisi, deftere sahip olamamak, onu bulamamak kadar
canımı yakıyor. Yine de deniyorum. Hiç yapmadığım kadar zorluyorum hikâyenin
her iki biçimini de. Otobüs bir virajı gereksiz hız ve keskinlikle alırken,
bedenimle birlikte zihnim de savruluyor bir şu yanımdaki kadına bir öte
yanımdaki boşluğa. Bile isteye boşluğa
veriyorum kendimi ve anlıyorum. Bu hikâye yazılmayacak; bu hikaye de onlardan
biri olacak: kendini yazdırmayanlardan. Anlıyor, kabul ediyor, hiç ama hiç
üzülmüyorum. Bu otobüste işimin bittiğinin bilinciyle ilk durakta iniyor, evime
doğru yürümeye başlıyorum.
Eve ulaşır ulaşmaz masamın üzerinde beni bekleyen, yazılamayan veya
kendini yazdırmayan hikâyelerimi listelediğim yeşil ciltli defterimi açıyor,
gereken notu düşüyorum olabildiğince özendiğim el yazımla. Defteri kapatırken,
günün birinde kalemimden çıkan en güzel hikâyenin bu listenin kendisi olacağını
düşünüp, tebessüm ediyorum.
*Metnin başlığı Maurice Blanchot’un Yüceler Yücesi
romanındaki bir cümlesinden çekip çıkartılmıştır.