Senin için yazmamış olduğum bütün aşkları, yeniden, baştan,
yazmayı istedim. Sana.. Hepsi senin olacaktı... Suçunu kimseye yükleyemem bir
aşk sabahı yoluna çıkışımı. Gözyaşları ardına süzülen dünyaların kırık
titrekliği ile eriyordun ışıkta. Işıklaşıyordu kapkara saçların. Başın önüne
eğikti ve daha seni bilemeden, yüzünün yeniliğinde susmağa başladım. Üç defa
ışıktan çalmak istedim seni.. Bir kolun, bir koltuğun, bir elin kavrayışında.
Üçüncüde ben kasıldım. Sense denizle ışığın boğuştuğu yerdeydin. Kış henüz
geriniyordu; ötende nisanlaştı. Mevsimler uzunluğunca peşinden geldim.
Susuyordum hep. Ama, yanına gelip, durduğumu, durup durup daldığımı, senin için
söylediğim sözleri yanındakilere dönerek söylediğimi fark etmişsindir. Bir
deniz kenarında, bir gün köprü üstünde, bir de kof bir lodosun çalkantısındaki
güvertede, bakıp gülmüştün. Susuyor, anlıyor ve gene susuyorsun sanmıştım. Bir
gün bir çocukluk resmini çıkardın bir kitabının içinden; kokulu, kırışmış.
Aldım.. Konuştuk. O zaman, nihayet çözülebilen iplerini gerisinde sürüyerek
açılan bir sal gibi, arzuyu attığımı duydum. Gecesi, bir elektrik feneri
altında, gözüne kaçan bir kirpikle uğraştım. Başını, öylece durgun ve boş,
önüme uzatan ikinci çocuk oluyordun. Kirpiği çıkardıktan sonra bir an bakmıştım
kapalı gözlerine. Başlarımızın arasından rüzgâr güç süzülecek oldu.
Nefeslerimiz, nefesimiz ondan kuvvetli idi. Açılan gözlerinde iki yumuşak fener
gördüm. Karanlıkta güneş titredi; deniz, sayısız hayvan yıllarının sesiyle
uğuldadı... Uzaklaştın. Ayrıldık. Yürüdün ışığın altından. Ardında asfalt,
ışıkla beraber eriyordu adımlarının içinden, sessizlikte. İşte o zaman seni,
aşılmak istenmeyenin, kendi kendince diretilenin en büyük aşkında, vermemeğe
mahkûm ettim. Saçlarının rüzgârı, derinin yıldızlılığı dindi, söndü.
Denizlerin, una çevirdikleri kayalıkların anısında, gidip gelen elemini duydum.
Zira denize, bu kumsaldan ancak çekilmek kalır. Sense, bu çekilmenin öldürücü
sarılışında başkalarını hatırlayarak ağlıyordun. Gözyaşını silemedim: deniz
kurutamaz; tuzu ise yıldızlardan da yakıcı diyorlar. Ağlıyordun. Sana sarılıp,
içinde, bir sıraya girmemi istediğinden. Sen karaya, sağlam toprağa doğru
geriliyordun. Bense... Bir kedicesine gelip yanıma oturduğun temmuz gecesi,
aramızda karanlıkla olgun bir dal yükü vardı: aşılacak bir şey kalmamışlığın
yemişi. Oturduğumuz tahta sıranın her bir çubuğu sert ve serin, çok serindi.
Deniz sakin, ağaç sancılı... Kendimizi tekrarlamayalım, demiştim. Kanıyordum
hep, sense emiyordun, bereketli toprakların bencilliği ile. Boyuna kanıyordum.
Doymamış olacak, dedim, 'bir daha...' dediğinde. 'son bir kere; ama bir daha.'
Aralık kapıların ayrılığında kanıyordum. Uykumda kanadım gene ve kan, bitmek
bilmez sevinci ile, akıyordu hep, karanlık analıklara doğru. Ertesi gün,
tesadüf bilmezliğin akışı ile anlattılar seni: 'el tutmanın on yedi şeklini
okutur,' dediler. Ben hâlâ cömertliğimde, kanıyordum. İşığın damlasına bile
lâyık göremedikleri hayatını, başkalarına ait dünyanı söylediler. Pıhtılaşan
kanlarımı arzu parçaladı. Kirli suyu sızdı kanın, bu parçalar arasından. Gece,
karanlıkta, kanımı tabanlarında vıcıklaştıra vıcıklaştıra yaklaştın. Boğan,
dirilten, zemberekçesine toplayan bir arzu ile yeniden kanadım. Nihayet
sarılmamı umarak gelmiştin. Ondan sonrası kolay gözükmüştü herhalde. Başlamıştım
ama... Kanımın ötesinde, ayrıldık. Gittin, son olarak. Yalnızım şimdi.
Karanlık, kansız. Kimseler gelmesin yanıma. İçten sevinç taklidi ile
selâmlaşmaya mecbur olmayalım. Yürüyeyim... İçime, birden öyle geldi ki,
hayatım, sonuna kadar, bir yolun, bir şehir yolunun taş kenarında önüne dizilen
bir sonsuz sıra eş ve kuru, tok adım sesinden ibaret olacak... Sonra
uzaklardan, şehrin dalgalarca koparılan ışıkları... Her şeyin ölüme doğuşu,
yeniden ölümle...
Bilge Karasu