22 Mayıs 2014 Perşembe

Bulunmuş Mektuplar / Pembe Ciltli Defter…

Mektuplar evime, at pazarından satın aldığım eski bir komedinin çekmecesinde geldi. Hiç açılmamış zarfları gördüğümde, birinin okumak istemediği mektupları buraya atıp unuttuğunu düşündüm.  Her birinin başka kişilerden bambaşka kişilere gönderilmiş mektuplar olduğunu fark ettiğimde merak dayanılmaz hale gelmişti. Çekmeceleri temizleme işini bir yana bırakıp elime gelen ilk zarfı açtım. Kim vazgeçebilirdi ki o kime ve kimin tarafından yazıldığı belirsiz birkaç cümlenin verdiği büyülü hazzı…

Haber şu ki, pembe ciltli defterimin sonuna geldiğimi büyük bir şaşkınlıkla fark ettim bu sabah. Aklıma düşen o cümleyi unutmayayım diye, deftere uzandığımda kalan son sayfaya bakakaldım. Şu defter canım! Hani bedenimin olmazlığı eksiklik verecek parçası gibi nereye gidersem yanımda taşıdığım zihnimin kara kutusu. Son sayfasına geldiğim ilk defter değildi, biliyorsun onlardan onlarcası hala duruyor küçük gizler dolabımda. Zamanın seni beklemeden hızla akıp gitmekte olduğunun bilincine varmanın verdiği bir hayret de değildi gözlerimi dakikalarca defterin son sayfasına diken. Zaman ve onun başına buyruk hızıyla alıp veremediğim yok çoktandır. Peki ne?

Bir önceki bitmişti; bitişi bu sabah yaşadığıma benzer bir duygu içermemişti üstelik. Yanlış değilsem, onun bordoya çalan bir cildi vardı ve özensiz karalamalar, çalakalem taslaklar, ruh halimin çiziktirmelerine ev sahipliği yapmıştı uzunca bir süre. Ama bitmişti işte kaderi tükenmek olan tüm nesneler gibi. Dolabı açtığımı anımsıyorum bir yenisi hayatıma eklemek için. Uzunca bakmıştım dolapta bekleyen türlü renklerde cildi olan defterlere. Uzat elini al birini, değil mi? Öylece durmuş bakıyordum, seçilmesi gereken bir defter, yazılması gereken öyküler, unutmayı ketlemek için alınacak notlar, iç titreten dizeler ve bırak aksın diye kendine izin verdiğinde akacak cümleler vardı. Bildik şeyler. Ve tüm bunların arasında bilinmedik, yeni, biraz çirkin, çok güzel; her şey mümkün ve hiçbir şey mümkün değil hissiyatını içeren bir delilik hali: Sen.

Çok değil bir saat öncesiydi. Sıradan bir sohbetin sıradan dakikalarının bir yerinde olmuştu olan. Bir şey söylemiştim, başka bir şey söylemiştin sen de karşılığında. Bildik sözcüklerden yapılma, kısa, yapacağı etki ne hesaplanmış ne de önemsenmiş, belki de sırf cevap olsun diye sarf edilmiş bir cümle. İşte şimdi, dolabın karşısında durmuş beni ve seni olma ihtimalimiz bulunmayan bir yere taşıyan o cümleyi anımsamaya çalışıyordum. Senden bana geçtiği anda unuttuğum ve bir daha hiçbir zaman anımsamadığım bir cümlenin hayatı bunca değiştirmiş olduğuna kim inanır?

Beni sana tutkun kılan o belirsiz cümlenin sarf edildiği gün, seçilmiş bir defterin son sayfasına bakıp duruyorum sabahtır ve o günden bu yana geçen zamanda olan biteni düşünüyorum. Defteri karıştırmaya başlıyorum. Adı hiç zikredilmemiş bir varoluşu içeren tüm o karalamalara, sayfaların kıyı köşesine alınmış – muhtemelen sana söylenmek için – notlara bakıyorum. Defterin ilk sayfasının açıldığı andakine benzer bir sevinç sarıyor beni. Gerçekten sarf edilip edilmediğinden emin olamadığım o cümlenin hiç azalmamış gücünün etkisiyle dolabın karşısına geçiyorum yeniden. bu kez acı yeşil cildi olan deftere uzanıyorum kalbimdeki varlığının hükmü bitmedikçe bitmeyecek söz’ün bilgeliğiyle. Pembe ciltli olanın kalan son sayfası mı? O sayfaya da bu mektubu yazıyorum…

Mektubu usulca zarfına yerleştirdim. Önümde duran defterin boş kalmış son sayfasına bakıp, tükenmeyecek söz’ü düşündüm…


Mey

                                          Safaa Eruas