Mektuplar evime, at pazarından satın aldığım eski bir
komedinin çekmecesinde geldi. Hiç açılmamış zarfları gördüğümde, birinin okumak
istemediği mektupları buraya atıp unuttuğunu düşündüm. Her birinin başka kişilerden bambaşka
kişilere gönderilmiş mektuplar olduğunu fark ettiğimde merak dayanılmaz hale
gelmişti. Çekmeceleri temizleme işini bir yana bırakıp elime gelen ilk zarfı
açtım. Kim vazgeçebilirdi ki o kime ve kimin tarafından yazıldığı belirsiz
birkaç cümlenin verdiği büyülü hazzı…
“ Haber şu ki, pembe ciltli defterimin sonuna geldiğimi
büyük bir şaşkınlıkla fark ettim bu sabah. Aklıma düşen o cümleyi unutmayayım
diye, deftere uzandığımda kalan son sayfaya bakakaldım. Şu defter canım! Hani
bedenimin olmazlığı eksiklik verecek parçası gibi nereye gidersem yanımda
taşıdığım zihnimin kara kutusu. Son sayfasına geldiğim ilk defter değildi,
biliyorsun onlardan onlarcası hala duruyor küçük gizler dolabımda. Zamanın seni
beklemeden hızla akıp gitmekte olduğunun bilincine varmanın verdiği bir hayret
de değildi gözlerimi dakikalarca defterin son sayfasına diken. Zaman ve onun
başına buyruk hızıyla alıp veremediğim yok çoktandır. Peki ne?
Bir önceki bitmişti; bitişi bu sabah yaşadığıma benzer bir
duygu içermemişti üstelik. Yanlış değilsem, onun bordoya çalan bir cildi vardı
ve özensiz karalamalar, çalakalem taslaklar, ruh halimin çiziktirmelerine ev
sahipliği yapmıştı uzunca bir süre. Ama bitmişti işte kaderi tükenmek olan tüm
nesneler gibi. Dolabı açtığımı anımsıyorum bir yenisi hayatıma eklemek için. Uzunca
bakmıştım dolapta bekleyen türlü renklerde cildi olan defterlere. Uzat elini al
birini, değil mi? Öylece durmuş bakıyordum, seçilmesi gereken bir defter,
yazılması gereken öyküler, unutmayı ketlemek için alınacak notlar, iç titreten
dizeler ve bırak aksın diye kendine izin verdiğinde akacak cümleler vardı. Bildik
şeyler. Ve tüm bunların arasında bilinmedik, yeni, biraz çirkin, çok güzel; her
şey mümkün ve hiçbir şey mümkün değil hissiyatını içeren bir delilik hali: Sen.
Çok değil bir saat öncesiydi. Sıradan bir sohbetin sıradan
dakikalarının bir yerinde olmuştu olan. Bir şey söylemiştim, başka bir şey
söylemiştin sen de karşılığında. Bildik sözcüklerden yapılma, kısa, yapacağı
etki ne hesaplanmış ne de önemsenmiş, belki de sırf cevap olsun diye sarf
edilmiş bir cümle. İşte şimdi, dolabın karşısında durmuş beni ve seni olma
ihtimalimiz bulunmayan bir yere taşıyan o cümleyi anımsamaya çalışıyordum. Senden
bana geçtiği anda unuttuğum ve bir daha hiçbir zaman anımsamadığım bir cümlenin
hayatı bunca değiştirmiş olduğuna kim inanır?
Beni sana tutkun kılan o belirsiz cümlenin sarf edildiği
gün, seçilmiş bir defterin son sayfasına bakıp duruyorum sabahtır ve o günden
bu yana geçen zamanda olan biteni düşünüyorum. Defteri karıştırmaya başlıyorum.
Adı hiç zikredilmemiş bir varoluşu içeren tüm o karalamalara, sayfaların kıyı
köşesine alınmış – muhtemelen sana söylenmek için – notlara bakıyorum. Defterin
ilk sayfasının açıldığı andakine benzer bir sevinç sarıyor beni. Gerçekten sarf
edilip edilmediğinden emin olamadığım o cümlenin hiç azalmamış gücünün
etkisiyle dolabın karşısına geçiyorum yeniden. bu kez acı yeşil cildi olan
deftere uzanıyorum kalbimdeki varlığının hükmü bitmedikçe bitmeyecek söz’ün
bilgeliğiyle. Pembe ciltli olanın kalan son sayfası mı? O sayfaya da bu mektubu
yazıyorum…”
Mektubu usulca zarfına yerleştirdim. Önümde duran defterin
boş kalmış son sayfasına bakıp, tükenmeyecek söz’ü düşündüm…
Mey
Safaa Eruas