Kış yumuşak geçti. Konuşacak
konu bulamadığı için diğerinin gözlerine bakamayanların kurtarıcısıydı bu
yumuşaklık. Bu nasıl kış, diye söze başlıyorlardı suskunluk – ki uzun süren
suskunluklara tahammülü yoktur insan denen varlığın; her büyük suskunluğun
ardından daha büyüğünün geleceğini bildiğinden belki - uzadığında. Neredeyse hiç soğuk yapmadı, doğru
düzgün kar yüzü de görmedik’lerle devam eden söz, çare bulmuşları bir parça
rahatlatıyordu.
Oysa ben çok üşüdüm bu kış. Hava yumuşadıkça için için
titredi bende bir şeyler. Ocak ortasında
sırtımızı ısıtan güneşle birlikte neşelenirken, ne denli üşüdüğüme herhangi
birini ikna edecek sözcüklere sahip olmamamın zihnimde bir noktayı dondurmakta
olduğundan çok emindim. Ne zaman bunu düşünsem, titremem artarken bir yandan da
doğaya söylenerek kendimi rahatlatmaya çalışıyordum. Sözünü tutmadın doğa
efendi, diyordum. Verilmiş bir vaattir
kış! Verilmiş bir söz! Serince bir rüzgâr esecek olsa ya da bir iki
serpiştirmeye başlasa gökyüzü utanır gibi oluyordum kavgamdan haksızlık ettiğim
düşüncesiyle. Bak geldi, geliyor, esiyor, yağıyor. Derken esinti diniyor,
indirecek gibi duran göğ sakinliyor ardından da güneş yüzünü gösteriyordu. Vaat
et ve hiç söz vermemiş gibi yokluğa karış! Zihnimde o nokta buz kesmeyi
sürdürsün! Tüm bu olan bitenin bana yaptıklarından kimseye bahsetmiyordum
elbette. İlkin, umuttan söz edilmemesi gerektiğine inandığımdan. Umut da özlem gibi öz’e ilişkindir çünkü, diyordum
kendime. O ki, yani umut, geriye giden ayaklarınızı umulmadık bir bekleyişe
kitler. Sizi size mıhlar. Mıhlanmışlığımı sevmiyordum. İkinci olarak olan
bitenden birine söz edecek olsam delirdiğimi düşüneceklerine kuşkum yoktu. Delirmiş
olduğumun düşünülmesinden değil, gerçekten delirmiş olmaktan korktuğumu
anlatacak sözcüklere de sahip değildim. Bundandır ki sözünü tutmamış kış’a
öfkemi kendime ve biraz da kendimden sakladım.
Uzun yürüyüşlere çıktım, ağaçlar arasında gezinirken
yakmayıp tatlı tatlı ısıtan güneşten sarhoş kuşların cıvıltılarına kulak
tıkayarak yürüdüm çam ağaçlarının arasında. Kahvehanelerde dostlarla açık
havanın tadını çıkara çıkara içilen acı kahvelerin telvelerini gezdirdim
ağzımın içinde bir yandan tebessüm ederken. Kısadır, denilen uzun gecelerde
işaret parmağımı, zihnimdeki buzlanmış bölgenin bulunduğunu sandığım noktaya
bastırıp durdum kimseye sezdirmeden. Çıkmayan ayazlara inat dudaklarımı mora
boyadım. “ Başarısız boktan bir kış geçirdik…” dizesini içimden yineleye
yineleye daldım karanlık uykulara ve rüyalardan medet umdum zihnimdeki donmayı
çözsün diye.
Kış sonu, bahar hevesle beklenmeye başladığında penceremden
görünen tepecikte beliren kır çiçeklerine baktım uzun uzun. Kırmızısına, sarısına, moruna aldanacak
gibiydim. Ağzımda başlayan hareketliliğin koca bir tebessüme doğru yol aldığını
fark ettiğimde panikle durdurdum onu. Çözülmeye meyletmiş donukluğumun
itirazına aldırmayacaktım.
Bir daha söz verme, dedim.
İsteme, diye cevapladı.
Haklıydı…
Mey