melek’e,
ekim’e ve yıldız’a
külden
yapılma bir şehirde karşılaşmıştık seninle. binalar,
bir
deniz arıyordu ışıklarını düşürmek için. yüzümüzde çizgi
romandan
bir aşk, yanık otların kokusunu doldurmuştuk
konuşma
balonlarının içine. titremişti toprağın iskeleti,
dünyalar
geçmişti ayak parmaklarının arasından, gözlerin bir
ışık
gibi takip etmişti ölü doğmuş dillerin işaretini.
biliyorsun,
herkesin bir baba öyküsü vardır, bir de evlerden
taşan
babasızlığı. sen devrimle avuttun kalbini, ben içinden
ağaç
çıkan yumurtalarla. solaryuma giren bir güneş kadar
karardı
gök. kederler aktı bir ırmakla beraber, birbirine
vurdukça
şarkılar çıktı taşların arasından.
okyanusun
ortasında boğulan bir göl gibi kaldık.
anlatmıştım
sana; en çok biz bozkır yakışırdı senin rüyana.
kuşlar
kanatlarında taşırdı yıkık kentin sokaklarını. çamurdu
bütün
servetimiz, geri dönen aşklardı. bir yeryüzü kitaplığında
kaybederdik
kayaların altında bulduğumuz adımızı.
o
zaman öğrenmiştim, adından çıkışı olmayan labirentler yapmayı.
bir
şiirin peşinde karşılaşmıştık seninle. kızını sever gibi ovmuştun
lambayı.
kalbinde doğum lekesi taşıyan bir cin çıkmıştı içinden.
kendine
soğuk sular, bana ateşler dilemiştin. zenci tanrılara
bağışlamıştık
durmadan kabuk değiştiren yaralarımızı. gün, evden
kaçmış
bir çocuk gibi yığılmıştı masaya.
en
çok bir at olarak gelmeyi isterdim dünyaya. sense sularıyla
çağlar
deviren bir körfez. kim bilir, belki o zaman altında kalırdı
bu
şehrin aynaları, belki ölü filozofların hayaletleri dönmeye
başlardı
odanda.
sahi,
sayısız odaları olmalıydı kalbinin. ve her birinde gittikçe
büyüyen
uykuların.
kahırdan
yapılma bir dağda karşılaşmıştık seninle. ağaçlara yeniden
can
veriyordu parmakların.
Gökhan Arslan