Sabah
oluyor. Saksağanlar kötü seslerine aldırmadan, hınzırca ötmeye başladılar.
İnsanlardan çok, sürekli dalga geçtikleri kedicikleri uyandırma amaçlı bir ötüş
sanki bu. Birçok kedinin bu oyuncu ve hınzır kuşlar tarafından delirtildiğini
bizzat izlemiş biri olarak, kuşun sesinin bende de benzer bir kötücül
yaramazlığı uyandırdığını gizlemeyeceğim.
Henüz
uyumadım. Biraz önce tek solukta okuyup bitirdiğim romana dair düşünceler zihnimde
henüz yerlerini bulmamışken, gözlerimdeki yanmaya karşın bu saatten sonra
yatağa gitmenin anlamsız olduğunu söylüyorum kendime. Çünkü yarım saat içinde
uyanmış olmalıyım.
Romana
başlarken sonucun tam da bu olacağını biliyordum elbette. Yine de kendimi,
“uyumadan önce birkaç sayfa” diyerek kandırma girişiminde bulunduğumu
saklayamayacağım. İnsanın en kolay kandırabildiği kişinin yine kendisi olması
ironi aslında. İnsan kendine kanmaya gönüllü bir hayvandır. Bu yüzden en aleni,
en saçma yalanları kendimize söyleriz. İnanmaya bunca hazır bir varlık
dolanıyorken ortalık yerde, yalanı boşa harcamanın anlamı kalmazdı yoksa.
Hayatla
aramızdaki ilişkinin; hınzır saksağanla onun her oyununa kanmaya hazır şapşal
kedinin ilişkisine benzediğinin farkındayım aslında. Hayat hınzır ve ben
şapşal. İyi bir seyirlik bu. İzledim oradan biliyorum. Saksağanın kediye
ettiklerinin trajikomikliğini bildiğimden olsa gerek, sürekli gülümsüyorum olan
bitene.
Ve içimde
hep o umut. Bir gün şapşal kedi, hınzır saksağanı yakalayacak. Aptalca mı? eee,
baştan söyledik ya, kedi o. Şapşal bir kedi.
Mey