27 Ağustos 2017 Pazar

Yağmurla

Doktorun odasından biraz öfkeli çıktı. Elle tutulur bir şey yok, eline bir reçete tutuşturmuş ve bunları kullan gel, demişti. Gitmeyecekti.  Hastaneden çıkıp bir sigara yaktı. Hava dolu, sevdiği türden bir grilik var. Yağacak mı? Ana caddeye çıkmasını sağlayacak ara sokağa yöneldi. Kıvrıla kıvrıla ilerleyen uzun bir sokaktı ve caddeye tepeden bakıyordu. Sokağın sonunda caddeye inmesini sağlayacak birkaç basamak olmalıydı. Yanılmamış. Bir kaçtan biraz fazla basamağı indi. Durdu. Ne yana gideceğini düşündü. Önce banka. Bankaya ulaşana dek içindeki öfkeyi dizginlemeye çalışarak yürüdü. Öfkesine öfkelendiğini biliyordu. Yol üstündeki eczaneyi görünce öfkesini unutur gibi oldu. İçeri girip reçetedeki ilaçları aldı. eczane çıkışında aklına geldi. Yattı bizim rakı- balık.  Tüh!

Banka işleri tahmininden çabuk bitti. Caddenin karşısına geçip, markete girdi. Rakı- balık yattığına göre aklındaki listenin tamamını almaya gerek yoktu. Bir iki parça alışverişin ardından marketten çıkıp yürümeye başladı. O sıra ilk minik taneler düşmeye başladı. Öfkenin sinmeye başlaması şaşırtıcı değildi; şaşırtıcı olan yalnızlık hissinin de yok olmaya yüz tutmasıydı. O sıra parkı gördü. Gün benden yana, düşüncesiyle gülümsedi. Küçük ve yapaydı. Ama parktı işte. Çam ağaçlarının arasından giriliyordu, şaşırtıcı ölçüde temiz ve düzenliydi. Geride yapraklarından yoksun kalmış ağaçlar, onların biraz önünde turuncu yabani meyveli bodurlar sıralanmıştı. Çocuklar için yapılmış oyun araçlarının plastiği ve yapay renklerini görmezden gelmeye karar vererek bir bank seçti, oturdu. Yağmur minik damlalar halinde düşüyor, kolayca hızlanmayacak gibi görünüyordu. Yağmura ve parka dalmadan önce telefonunu çıkarıp, rakı – balık akşamının yattığını haber verdi. Kahvaltıda anlaştılar. İçsek iyi olurdu ya, varsın kahvaltı olsun iyimserliğiyle son buldu telefon konuşması. Ardından sigara.  Yağmura ve parka bakarak düşündü. Öyküler geçti aklından, sözler, bir iki dize ve birkaç bıktırıcı soru. Hepsinden usandım, dedi gülerek. İyi ki yağmur var. Zihnindekilerle uzlaşmanın yolu olmadığını biliyordu. İçindeki tutkudan ürken ama o tutkunun ürünlerine sımsıkı sarılmanın çelişkisiyle baş edemeyen insanların ezasından da bıktığını söyledi kendine. Bunu söylemek onu güldürüyordu. Kendi çelişkilerine gülmekten daha kolaydı başkalarınınkine gülmek. Yine de gülmek o ezayı katlanır kılmıyordu. Sadece kabul edilebilir, dedi bu noktada. Katlanır değil, kabul edilebilir.

Yağmurun kendini bırakmamasına gitti aklı. Minik damlacıklar giderek azalmaya başlamıştı. Sen de kendini bırakmıyorsun aslında, diye hatırlattı. İyi ki bırakmıyorum, diye karşıladı hatırlatmayı. Yağmur bıraksa sel kıyamet, ben bıraksam toz duman. Böyle iyi. Böylenin çok da iyi olmadığını biliyordu elbette ama diğer seçeneğin sonuçlarını karşılayamayacağının bilgisini daha izlenir buluyordu.
Kalktı. Caddeye çıktı. Eve yürümekle bir taksiye binmek arasında kararsız iki adım attı. Sonra durdu. Neden durduğunu bilmeden durdu. Bunun normal bir duruş olmadığını bilerek durdu. Durmak çok saçma; durmamalıyım, diyerek ve olduğu yerden kıpırdayamayarak durdu. Ona dair olan ne varsa durdu o sıra; öykü durdu, söz durdu, öfke durdu, kırgınlık durdu, sevinç durdu, haksızlık duygusu durdu, neşe durdu. En çok da yağmur durdu.

Nihayetinde kıpırdayabildiğinde, ileride müşteri bekleyen taksiye güçlükle attı kendini. Yüzü alev alev yanarken taksinin penceresinden boş gözlerle baktı. Her şey akıp giderken, kendisinin birkaç dakika boyunca duruşu sırasında olan bitenin yaşamındaki en dehşetli ve en gerçek şey olduğunu gizlemenin faydası olup olmadığını bilmeyi önemsiz bularak baktı dışarıya.

Taksiden inip, anahtarını arandı. Anahtar kilitle temas ettiği sırada gökyüzünün aniden boşalmasıyla, bir eli kilitteki anahtarda kalakaldı. Korkusunu unuttu, yüzündeki yanmayı da. Yağmurun şiddetinin güzelliğiyle neşelendi. Kapıyı açıp içeri girmeden az önce gülerek, zaten meyilliyim yoldan çıkmaya üstüme gelme, diye mırıldandı.  Bak durabiliyorum da…

Mey