Doktorun
odasından biraz öfkeli çıktı. Elle tutulur bir şey yok, eline bir reçete
tutuşturmuş ve bunları kullan gel, demişti. Gitmeyecekti. Hastaneden çıkıp bir sigara yaktı. Hava dolu,
sevdiği türden bir grilik var. Yağacak mı? Ana caddeye çıkmasını sağlayacak ara
sokağa yöneldi. Kıvrıla kıvrıla ilerleyen uzun bir sokaktı ve caddeye tepeden
bakıyordu. Sokağın sonunda caddeye inmesini sağlayacak birkaç basamak olmalıydı.
Yanılmamış. Bir kaçtan biraz fazla basamağı indi. Durdu. Ne yana gideceğini
düşündü. Önce banka. Bankaya ulaşana dek içindeki öfkeyi dizginlemeye çalışarak
yürüdü. Öfkesine öfkelendiğini biliyordu. Yol üstündeki eczaneyi görünce
öfkesini unutur gibi oldu. İçeri girip reçetedeki ilaçları aldı. eczane
çıkışında aklına geldi. Yattı bizim rakı- balık. Tüh!
Banka işleri
tahmininden çabuk bitti. Caddenin karşısına geçip, markete girdi. Rakı- balık
yattığına göre aklındaki listenin tamamını almaya gerek yoktu. Bir iki parça
alışverişin ardından marketten çıkıp yürümeye başladı. O sıra ilk minik taneler
düşmeye başladı. Öfkenin sinmeye başlaması şaşırtıcı değildi; şaşırtıcı olan
yalnızlık hissinin de yok olmaya yüz tutmasıydı. O sıra parkı gördü. Gün benden
yana, düşüncesiyle gülümsedi. Küçük ve yapaydı. Ama parktı işte. Çam
ağaçlarının arasından giriliyordu, şaşırtıcı ölçüde temiz ve düzenliydi. Geride
yapraklarından yoksun kalmış ağaçlar, onların biraz önünde turuncu yabani
meyveli bodurlar sıralanmıştı. Çocuklar için yapılmış oyun araçlarının plastiği
ve yapay renklerini görmezden gelmeye karar vererek bir bank seçti, oturdu.
Yağmur minik damlalar halinde düşüyor, kolayca hızlanmayacak gibi görünüyordu.
Yağmura ve parka dalmadan önce telefonunu çıkarıp, rakı – balık akşamının
yattığını haber verdi. Kahvaltıda anlaştılar. İçsek iyi olurdu ya, varsın
kahvaltı olsun iyimserliğiyle son buldu telefon konuşması. Ardından
sigara. Yağmura ve parka bakarak
düşündü. Öyküler geçti aklından, sözler, bir iki dize ve birkaç bıktırıcı soru.
Hepsinden usandım, dedi gülerek. İyi ki yağmur var. Zihnindekilerle uzlaşmanın
yolu olmadığını biliyordu. İçindeki tutkudan ürken ama o tutkunun ürünlerine
sımsıkı sarılmanın çelişkisiyle baş edemeyen insanların ezasından da bıktığını
söyledi kendine. Bunu söylemek onu güldürüyordu. Kendi çelişkilerine gülmekten
daha kolaydı başkalarınınkine gülmek. Yine de gülmek o ezayı katlanır
kılmıyordu. Sadece kabul edilebilir, dedi bu noktada. Katlanır değil, kabul
edilebilir.
Yağmurun
kendini bırakmamasına gitti aklı. Minik damlacıklar giderek azalmaya
başlamıştı. Sen de kendini bırakmıyorsun aslında, diye hatırlattı. İyi ki
bırakmıyorum, diye karşıladı hatırlatmayı. Yağmur bıraksa sel kıyamet, ben
bıraksam toz duman. Böyle iyi. Böylenin çok da iyi olmadığını biliyordu elbette
ama diğer seçeneğin sonuçlarını karşılayamayacağının bilgisini daha izlenir
buluyordu.
Kalktı.
Caddeye çıktı. Eve yürümekle bir taksiye binmek arasında kararsız iki adım
attı. Sonra durdu. Neden durduğunu bilmeden durdu. Bunun normal bir duruş
olmadığını bilerek durdu. Durmak çok saçma; durmamalıyım, diyerek ve olduğu
yerden kıpırdayamayarak durdu. Ona dair olan ne varsa durdu o sıra; öykü durdu,
söz durdu, öfke durdu, kırgınlık durdu, sevinç durdu, haksızlık duygusu durdu, neşe
durdu. En çok da yağmur durdu.
Nihayetinde
kıpırdayabildiğinde, ileride müşteri bekleyen taksiye güçlükle attı kendini.
Yüzü alev alev yanarken taksinin penceresinden boş gözlerle baktı. Her şey akıp
giderken, kendisinin birkaç dakika boyunca duruşu sırasında olan bitenin
yaşamındaki en dehşetli ve en gerçek şey olduğunu gizlemenin faydası olup
olmadığını bilmeyi önemsiz bularak baktı dışarıya.
Taksiden
inip, anahtarını arandı. Anahtar kilitle temas ettiği sırada gökyüzünün aniden
boşalmasıyla, bir eli kilitteki anahtarda kalakaldı. Korkusunu unuttu,
yüzündeki yanmayı da. Yağmurun şiddetinin güzelliğiyle neşelendi. Kapıyı açıp
içeri girmeden az önce gülerek, zaten meyilliyim yoldan çıkmaya üstüme gelme,
diye mırıldandı. Bak durabiliyorum da…
Mey