Sabahtır aklımdaydı; yorgundum, feci bir üşengeçliğe teslim
olmuş haldeydim. O, hazırdı. Hadi,
itiraf edeyim o bunca hazırken yorgunlukmuş, üşenmekmiş filan dinlemezdim ya,
beni huzursuz eden bir yanı vardı. Yorgunluğu bahane edişim, hevesli bir
hazırlıkla beni bekliyor oluşunun bir parça sinirimi bozuyor olmasındandı. Ne
kadar yorgun olsa da duramayanlardandım. Hevesi kursağında kalsın diye,
yorgunluğu bir kenara bırakıp alakalı alakasız bir sürü işe koşturmaya da
kararlıydım. Büyük bir temizliğe girişmek vardı aklımda, çalışma odamdaki
keşmekeşi bir parça içinde oturulabilir hale getirmek için kolları sıvamak fena
fikir değilmiş gibi geliyordu. İşe koyulurken bir yandan da beni bu denli
huzursuz edenin, kendini sunmaya meyline karşın ayak dirememe neden olanın ne
olduğunu bulmaya çalışabilirdim.
Odanın ortasında durup, neresinden tutacağımı bilemediğim
karmaşaya bakıyorum; kitaplar, defterler, kâğıtlar, çikolata artıkları, kraker
ve çekirdekten oluşan çöp yığını, kirli çay, su bardakları, daralınca üzerimden
çıkarıp orta yere bıraktığım hırka. Bir çorap teki de gördüm galiba. Bulaşmasam
mı, sorusu aklımın kıyısında, çiviyi sökecek diğer bir çiviye inançsız öylece
durdum ayakta. Psikolojide buna “ kaçınma – kaçınma çatışması” diyorlar. Eşit
derecede – hazırda bekleyenin verdiği tedirginlik hali ve o halden kurtulma
adına boyundan büyük bir işe bulaşma zorunluluğu – istenmeyen iki durumdan
birini seçmek zorunda kaldığımızda, böyle bir sıkıntı basıyor içimizi, kırk
satır mı yoksa kırk katır mı ve yahut yukarı ve aşağı tükürme durumunda aynı
kıl yığını ve hatta iki ucu boklu değnek. Of aman. İkisini de yapmayıver işte, ne kıvranıyorsun
diyorum kendime, kendimi bilmez gibi. Bedenimde ve zihnimde aynı anda sıvanıyor
kollar ve o andan sonra durmuyorum. Çöpleri içine tıkıştırmak için büyükçe bir
torba aranırken, adamdan – dur bakalım adam mı kadın mı, henüz bilmiyoruz – hoşlanmadığımı
kabul ediyorum. Keder sevdiklerimizi seviyor olmamızın bedeli, gibi cümleler
geçiriyor aklından. Geçirmekle yetinse, bir de bunu sese dökmeye meyilli. Kâğıt
yığınına yöneliyorum ilkin. Her birini tek tek kontrol edip, aralarında önemli
bir şey olup olmadığına bakmak şart. Kiminde çalakalem üç beş cümle, kiminde
can sıkıntısı karalamaları, kiminde de bir köşeye saklansa günün birinde kullanabileceğim
notlar var. Hepsini tıkıyorum torbaya. Günün biri geldiğinde daha iyisini
yazarım diyorum, şımarıkça. Haz etmediğim bir adam veya kadının ne işi olabilir,
bunca heveslice sabahtan bu yana aklımın köşesinde, diye sormadan edemiyorum. Kitapları da elden geçirip, ait oldukları raflara
yerleştirmek gerek. Bir kısmının Yağmur’a
ödünç verdiğim kitaplar olduğunu fark ediyorum. Ne zaman geri getirdi acaba? Alıp
öylece bırakmış olmalıyım. Yayınevine çoktan göndermiş olmam gereken
düzeltmeler çıkıyor kitapların altından. Bu adam / kadın o çiğ cümleleri
nereden çıkardı ve neden matah bir yanı varmış gibi getirip bırakıyor zihnimin
orta yerine. Coşkun bir duygusallık içeren cümlelerden tiksiniyor olmamın;
onların samimiyetsiz olduklarına dair bir dogmam olması sanırım. Bu da eski bir
hediye. Sizi dogma sahibi yapanları hiç unutmayın. Her, hadi beni yaz diyeni de yazmak
mecburiyetinde değilim hatırlatması iyi geliyor. Okuma koltuğumun üzerini işgal
eden, dolgun görünüşlü kâğıt torbada ne var acaba düşüncesiyle ona doğru
ilerliyorum. Kitapları ayırma işi yarım kalıyor masanın üstünde. Kadınsa bir
kadın, erkekse bir erkek bedeni beliriyor gözümün önünde kâğıt torbanın
hışırtısının ilham ettiği. Canlandırır canlandırmaz hoşlanmadım her ikisinden
de. Kadın işveli. Adam kurnaz. “Dil
eksikli bir şeydir. Her zaman düşündüğümüzden azını söyleriz.” Diyor tok bir
sesle. Beni Sartre ile tavlayacak! Torbada günlerdir aradığım, “ göğe bakma
durağı” tişörtümü bulmamla bölünen, bana bak efendi ben o kadar kolay lokma
değilim çıkışmam saman alevine dönüşüyor. Kadından da haz etmiyorum ama bu adam
enikonu sinir bozucu. Neymiş efendim; bu kadın veya adam, hangisiyse işte,
olmazlığını çok çabuk kabul ettiği bir sevdanın öznesinden saklanırken bir
yandan da uzaktan ama içlice, o öznenin hayatının tutkulu bir izleyicisine
dönüşecekmiş. Dönüştüğü şey olmanın acısını taaa şurasında hissederken, asıl
sevdasının taa şurasında hissettiği acıyı çeken kendisine yönelik olduğunu en
çok kendisinden gizleyecekmiş. Ben bu kadar uzun cümleler kuramam bir kere,
diye itiraza hazırlanıyorum. Tişörtün altından çıkan defter sesimi kesiyor.
Koltuğa çöküyorum, henüz kapağını açamadığım defter kucağımda. Eski hikâyelere
dalıp giderse beni unutur bu serzenişi işveli kadından geliyor. Sahici bir hikâyenin
eskimeyeceğini kime anlatırsın? Kimseye bir şey anlatmak zorunda değilim, defteri
açıyorum. Gövdesi hırpalanmış bir kalemin kâğıt üzerinde çıkardığı hışırtılı
sesin hatırası, ilk sayfasına not alınmış başkasının sözünün büyüsü, esamesi
kalmamış bir öfkenin teni okşayan yalazı, sabaha ulaşan gecelerin o ağır
yorgunluğu bir bir çıkıyor sayfalar arasından, kucağıma oturuyor. Çoktan hazır,
en çok benim sevmeyeceğim, bir yeni öykünün sevimsiz kahramanını silikleştiriyor.
Kucağımdaki kalabalıkla odanın kalabalığına bakıp gülümsüyorum. Kitaplığın
köşesine sıkışmış diğer çorap tekini tam da o sırada, gülüş yüzüme yayılırken,
görüyorum.
Mey