Hoşnutsuzluğun kışının,
buza kestiği ellerine baka baka yitirdi. İnancını.
Gün olup da açacak güneşin sıcağının beklentisine yüz çevirip,
karar verdi: İnsan, kötülük!
Aldığına, verdiğine;
sevdim dediğine, sevmediğine,
yaşayana ve yaşatana.
Yatağına inanmadığından akmıyor.
Çünkü insan, hastalık hem de. Biliyor bunu artık.
yormaya ve yorulmaya;
ölmeye ve öldürmeye teşne bir varoluşun kirini geçtiği yere yayışından belli, diye anlatıyor.
Artık hiçbir yangına ' su ' olmazlığını böyle anlıyoruz.
Kimin tutuşturduğu önemsiz o alaz, etimizi dağlarken sesimizi çıkarmıyoruz...
Mey
30 Aralık 2016 Cuma
26 Aralık 2016 Pazartesi
Gecenin Bilgeliğinden Sakınmaya Dair Birkaç Söz...
Karanlık bir bakıştı gece.
Bilemezdiniz,
görür müydü keskinliğiyle açık etmediğinizi.
Görür ve süsler miydi örneğin,
kendinize bile söylemediğinizi getirip bırakmak için benim rüyama?
Ve yine,
bilemezdiniz
kimin gecesi,
kimin sabahına meyletmiş.
Soramazdınız bir de başınızı çevirip puslu göğüne;
o, şimdi hangi uykunun kollarında hangi böceğin kanadına gülümser?
Işıltılı bir gülüştü hem sonra gece.
Söz'den bir haleyi,
benim ağzımdan sizin eteklerinize süren.
Tam da bu yüzden sakınırdınız dudaklarınızı. Oysa,
bizi - kimsek ve kaç kişiysek - merhametsiz bir şehvetle yutmaya hazır,
devasa bir öpüştü gece.
Ağzınızı kocaman açınız!
Mey
Bilemezdiniz,
görür müydü keskinliğiyle açık etmediğinizi.
Görür ve süsler miydi örneğin,
kendinize bile söylemediğinizi getirip bırakmak için benim rüyama?
Ve yine,
bilemezdiniz
kimin gecesi,
kimin sabahına meyletmiş.
Soramazdınız bir de başınızı çevirip puslu göğüne;
o, şimdi hangi uykunun kollarında hangi böceğin kanadına gülümser?
Işıltılı bir gülüştü hem sonra gece.
Söz'den bir haleyi,
benim ağzımdan sizin eteklerinize süren.
Tam da bu yüzden sakınırdınız dudaklarınızı. Oysa,
bizi - kimsek ve kaç kişiysek - merhametsiz bir şehvetle yutmaya hazır,
devasa bir öpüştü gece.
Ağzınızı kocaman açınız!
Mey
17 Aralık 2016 Cumartesi
Eski Haber...
Olay eski,
oluş kadimdi.
Olmuş'un ardından bakışınıza eşlik eden acıysa, çiğ.
Varınız ne,
yoğunuz kim?
Nerede vursalar, orada
ölmeye gönüllü bir kabulleniştiniz belki.
Sorup duruyordunuz:
Neresinden sınır çekilir ete kaynamış acıya.
Soruyor, derken susuyordunuz.
Bir şey'sizin inatla beklediği hiç şey'iz bizse.
Ve gelmeyeceğiz...
Mey
oluş kadimdi.
Olmuş'un ardından bakışınıza eşlik eden acıysa, çiğ.
Varınız ne,
yoğunuz kim?
Nerede vursalar, orada
ölmeye gönüllü bir kabulleniştiniz belki.
Sorup duruyordunuz:
Neresinden sınır çekilir ete kaynamış acıya.
Soruyor, derken susuyordunuz.
Bir şey'sizin inatla beklediği hiç şey'iz bizse.
Ve gelmeyeceğiz...
Mey
13 Aralık 2016 Salı
Yan Masada...
Öyle deme Rasim abi, diyor başından beri konuşan. Rasim
abinin bir şey dediği yok aslında. Dirseğini masaya dayamış, yumruk yaptığı
elini de yüzüne yaslamış oturuyor; yarı açık gözlerini masadaki lakerda
tabağından ayırmıyor. Beriki, kırık dökük bir sesle başladığı anlatısı
ilerledikçe, nereden bulduğunu çıkaramadığımız bir güveni sesine ekledikçe
ekliyor. Rasim abinin lakerdaya kilitlenmiş bakışlarında içimi burkan bir şey
var, yine de bizdeki ilgi anlatıcıya odaklı. Nerede kalmıştık?
Öyle deme Rasim abi, diyordu hep konuşan. Art arda
indirilmiş bıçak darbesi gibi her biri… Böyle böğrüme böğrüme. Delip geçiyor;
ciğerime yakın, bir dahakine ıskalamayacağım der gibi kararında bir yerde
bırakıyor. Bırakıyor ama bir süreliğine. İyileşmeye yüz tuttuğunu domuz gibi
bildiğinden… Nereden biliyor abi, nasıl biliyor?
Burada soluklanıyor anlatıcı. Rasim abiye yöneltiyor
dikkatini. Rasim abisinin lakerda tabağıyla olan bağını fark etmemiş olacak ki,
çatalını eline alıp tabağa doğru hamle yapıyor. Yarı yolda vazgeçip, önce beyaz
peynir ardından bir dilim kavun atıyor ağzına. Derken rakısından büyük
sayılabilecek bir yudum alıyor. Elinin tersiyle siliyor bıyıklarından rakıdan
kalanı. Kalmadığı bir yerden sürdürüyor konuşmayı, aradaki boşlukları sen
doldur, der gibi.
N’apayım ben Rasim abi, diyor. Bir şey söyle. Rasim abinin
bir şey söylemesine vakit bırakmadan ekliyor ardından: Ama sakın okuma gitsin,
deme bana abi. Nasıl okumayayım? Yazmasın o da. Yok, yazsın gerçi. Gördün mü
bak, Rasim abi? Yazsa bir dert yazmasa başka dert. İki – üç gün sesi çıkmasa,
ki domuzluğuna susar kiminde, o zaman alır beni başka bir dert. Ya kaybolursa
ya hepten susarsa? Susmaz ama. Susmuyor Rasim abi. Hırsını beyaz peynirden
çıkarmak ister gibi çatalıyla ezip duruyor tabağındaki konuşurken. Rasim
abisinin sessizliğine mi hırslanıyor ama konuşmaktan da kendini alamadığı için
kendine mi kızıyor, çıkaramıyoruz o anda. Bana kalsa kızgınlığı kendine. Rasim
abiye diye düşünüyor karşımdaki. Adamın heykel kıvamında oturuşunda, rahatsız
edici bir yan olduğunu söyleyecek bana sonrasında. Anlatıcının bunu
umursadığını sanmıyorum oysa ben.
Kaç kez öldüm ben biliyor musun Rasim abi, diyor rakıdan
alınmış bir büyük yudumun ardından. Bu kez bıyıklarında kalan umurunda değil
gibi. Kaç kez öldürdü beni de gıkımı çıkarmadım biliyor musun, yinelemesi
geliyor o sıra. Nereden bilsin Rasim abi diye düşünüyorum ben; adamcağız
lakerdanın gizemiyle bulmuş belasını. Gülecek gibi oluyorum, işittiklerimin
ağzımda bıraktığı ve şimdilik nedeni belirsiz acılığı yok etmek için kavun
dilimine abanırken. Rasim abinin kıpırdandığını fark ediyorum o anda. Elini yanağından
çekiyor. Rakıyı dipleyip, bu kez diğer kolunu kullanarak önceki pozisyonunu
alıyor yeniden. Bakışlarında aynı tembellik, dalıp gidiyor lakerda tabağına.
Bir şey deme Rasim abi, diyor beriki. Bir şey demeye
yeltendi de ben mi göremedim merakımı bastırıp devamını bekliyorum
söyleyeceklerinin. Denilecek her şeyi dedim ben zaten kendime, diye sürdürüyor.
Dedim ama dinledim mi? Dinlemedim abi. Dinlesem iyiydi. Yok saysam, umurumda
olmasa mesela. Yok abi, kendimi dinlemeyi bile beceremezken onu dinlememek
hayal bana. Ama biliyor abi. Nereden biliyor abi, nasıl biliyor?
Nasıl bildiğini, bilecek gibi oluyorum ben. Tam da işaret
parmağımı kadehin etrafında çevirirken dalgınlığımın içinden çıkaracak gibiyken
nasıl bildiğimi, kanun ve keman başlıyor. Uşşak makamından giriyorlar, “Bir gönül
hikayesi anlatırdı gözlerin “şarkısına. Meyhanenin müdavimlerinden coşkulu bir
alkış kopuyor. Yan masadakinin konuşması işitilmez oluyor. Elimi kadehten
çekiyorum. Karşımdaki, işitilebilmek için eğilip, sen nereden biliyorsun peki,
diye soruyor. Yüzümde çaresiz bir sırıtışla bakıyorum cevapsızlığımdan. Rasim
abiyi deli gibi kıskandığımı düşünüyorum bir yandan da. Bizim masada lakerda
yok…
Mey
6 Aralık 2016 Salı
Berkley
Behey
Berkley!
Behey on sekizinci asrın filozof peskoposu.
Felsefenden tüten günlük kokusu
başımızı döndürmek içindir.
Hayat kavgasında bizi
dizüstü süründürmek içindir.
Behey
Berkley,
Behey Allahın
Cebrail şeklindeki Ezraili,
Behey on sekizinci asrın en filozof katili!
Hâlâ geziyor İskoçya köylerinde
adımlarının sesi.
Hâlâ uluyor adımlarının sesine
tüyleri kanlı bir köpek.
Hâlâ
her gece titreyerek
görüyor gölgeni İskoçya köylüleri
evlerinin
camlarında!
Hâlâ
kanlı beş parmağının izi var
o beyaz buzlu camlar gibi şimal akşamlarında!
Behey
Berkley!
Behey meyhane kızlarının kara cübbeli kavalyesi,
Kıralın şövalyesi,
sermayenin altın sesi,
ve Allahın peskoposu!
Felsefenden tüten günlük kokusu
başımızı döndürmek içindir.
Hayat kavgasında bizi
dizüstü süründürmek içindir!
Her kelimen
kelepçelerken
bileklerimizi,
kıvrılan
bir yılan
gibi satırların
sokmak istiyor yüreklerimizi.
Beli hançerli bir İsaya benziyor resmin.
Sivriliyor kitaplarından ismin
sivri yosunlu ucundan
kızıl kan
damlıyan
yeşil bir diş gibi.
Her kitabın
diz çökmüş önünde Rabbın
kara kuşaklı bir keşiş gibi..
Sen bu kıyafetle mi bizi kandıracaktın,
inandıracaktın?
Biz İsanın vuslatını bekleyen
bir rahibe değiliz ki!
Behey
Berkley!
Behey tilkilerin şahı tilki!
Çalarken satırların zafer düdüğü,
küçük bir taş parçasının en küçüğü
imparatorların imparatoru gibi çıkınca karşısına,
hemen anlaşmak için
bir kapı açıyorsun,
binip Allahının sırtına
soldan geri kaçıyorsun!
Kaçma dur!
Her yol Romaya gider,
— bu belki doğrudur —
fakat
fikri evvel gören her felsefenin
safsata iklimidir yelken açtığı yer!
Bu bir hakikat
— hem de mutlak cinsinden — !
İşte sen
işte senin felsefen:
Sen o sarı kırmızı rengini gördüğün
cilâlı derisine parmaklarını sürdüğün
parlak
yuvarlak
elmaya:
«Fikirlerin bir
terkibidir,»
diyorsun!
Dışımızda bize bağlanmadan
var olan
varlığı
inkâr ediyorsun!
Şu mavi deniz
şu mavi denizde yüzen beyaz yelkenli gemi,
kendi kendinden aldığın fikirlerdir, öyle mi?
Mademki kendi fikrindir yüzen gemi,
mademki kendi fikrindir umman,
ne zaman var,
ne mekân!
Ne senin haricinde bir vücut
ne senden evvel kimse mevcut,
ne senden sonra kâinat baki
bir sen
bir de Allah hakikî.
Lâkin ey kara meyhanelerin sarhoş papazı!
Senin dışında değil miydi
kıllı kollarında kıvranan meyhanecinin kızı?
Yoksa kendi altında sen
kendinle mi yattın?
Diyelim ki senden evvel baban yok
İsa gibi.
Yine fakat bacakları arasından çıktığın
Meryem gibi bir anan da mı yok!
Diyelim ki yapyalnızsın
Turu Sinada Musa gibi,
ne yazık! Tevratını okuyan da mı yok!
Çok yalan söylemişsin çok.
Sen emin ol ki Berkley
— olmasan da zarar yok —
bu şi're benzer yazıda hissene düşen şey:
biraz alay
biraz şaka
ve birkaç tokat
— eldivensiz cinsinden —
Neyleyim?
Neş'e kavganın musikisidir.
Kavgada kuvvetini kaybetmiş gibidir biraz
neş'enin çelik ahengini duymayan adam;
neş'e ... iyi şeydir vesselam,
— baş döndürmezse eğer —
ve işte bizimkiler
güldüler mi,
ağız dolusu gülüyorlar.
Kabahat onların kuvvetinde:
yoksa ne sende
ne de bende!
Dinle Berkley!
— dinlemesen de olur —
Biz dinleyelim:
Beynimiz bal yoğuran
bir kovan.
Ona balı dolduran
arıdır hayat.
Aldığımız hislerin
sonsuz derin
pınarıdır kâinat!
Kâinat geniş
kâinat derin
kâinat uçsuz bucaksız!
Biz onun parçaları,
biz ondan doğan bir sürü bacaksız!
Biz o bacaksızların
— anasını inkâr etmeyen cinsi —
Çünkü biz
emredenlere emir verenlerden değiliz!
Bağlıyız toprağa
kalın halatlar gibi kollarımızla!
Çelik dişleri şimşekli çarklılar
koparırken kara toprağın esrarını,
biz
seyretmedeyiz
cihan içinden cihanların
doğuşunu;
kehkeşanların
gümüş aydınlığında!
Görmüşüz,
görmedeyiz
yılların yollarında toprak oluşunu
kızıl kadife dudaklı kızların!
Çiziyor hareketi gözlerimize
sonsuz maviliklerde
kuyrukluyıldızların
sırma saçlarından kalan izler.
Her habbe koynunda bir kubbeyi gizler!..
Şu denizler,
şu denizlerin üstünde denizler gibi esen,
rüzgârların uğultusu.
Şu ipi kopmuş
inci bir gerdanlık gibi damlayan su,
şu bir damla su,
uzaklaştıkça, yaklaşılan
hakikati gizler..
Her yeni ummanla beraber
bir yeni imkân!
Kâinat geniş
kâinat derin
kâinat uçsuz bucaksız!
Behey!
Berkley!
Behey bir karış boyuna bakmadan
Karpatları inkâr eden cüce!
Ahrete gittiysen eğer
oradan bir taç gönder,
süslemek için Allahının kafasını!
Fakat buradan
topla hemen tarağını tasını,
Haraç mezat!
Haraç mezat!
götür pazara bir pula sat:
Topraktaki saltanatın
göğe çıkan tahtını!
Yok üstünde tabiatın
tabiattan gayri kuvvet!..
Tabiat geniş
tabiat derin
tabiat uçsuz bucaksız!..
1926 / Nazım Hikmet Ran
Berkley!
Behey on sekizinci asrın filozof peskoposu.
Felsefenden tüten günlük kokusu
başımızı döndürmek içindir.
Hayat kavgasında bizi
dizüstü süründürmek içindir.
Behey
Berkley,
Behey Allahın
Cebrail şeklindeki Ezraili,
Behey on sekizinci asrın en filozof katili!
Hâlâ geziyor İskoçya köylerinde
adımlarının sesi.
Hâlâ uluyor adımlarının sesine
tüyleri kanlı bir köpek.
Hâlâ
her gece titreyerek
görüyor gölgeni İskoçya köylüleri
evlerinin
camlarında!
Hâlâ
kanlı beş parmağının izi var
o beyaz buzlu camlar gibi şimal akşamlarında!
Behey
Berkley!
Behey meyhane kızlarının kara cübbeli kavalyesi,
Kıralın şövalyesi,
sermayenin altın sesi,
ve Allahın peskoposu!
Felsefenden tüten günlük kokusu
başımızı döndürmek içindir.
Hayat kavgasında bizi
dizüstü süründürmek içindir!
Her kelimen
kelepçelerken
bileklerimizi,
kıvrılan
bir yılan
gibi satırların
sokmak istiyor yüreklerimizi.
Beli hançerli bir İsaya benziyor resmin.
Sivriliyor kitaplarından ismin
sivri yosunlu ucundan
kızıl kan
damlıyan
yeşil bir diş gibi.
Her kitabın
diz çökmüş önünde Rabbın
kara kuşaklı bir keşiş gibi..
Sen bu kıyafetle mi bizi kandıracaktın,
inandıracaktın?
Biz İsanın vuslatını bekleyen
bir rahibe değiliz ki!
Behey
Berkley!
Behey tilkilerin şahı tilki!
Çalarken satırların zafer düdüğü,
küçük bir taş parçasının en küçüğü
imparatorların imparatoru gibi çıkınca karşısına,
hemen anlaşmak için
bir kapı açıyorsun,
binip Allahının sırtına
soldan geri kaçıyorsun!
Kaçma dur!
Her yol Romaya gider,
— bu belki doğrudur —
fakat
fikri evvel gören her felsefenin
safsata iklimidir yelken açtığı yer!
Bu bir hakikat
— hem de mutlak cinsinden — !
İşte sen
işte senin felsefen:
Sen o sarı kırmızı rengini gördüğün
cilâlı derisine parmaklarını sürdüğün
parlak
yuvarlak
elmaya:
«Fikirlerin bir
terkibidir,»
diyorsun!
Dışımızda bize bağlanmadan
var olan
varlığı
inkâr ediyorsun!
Şu mavi deniz
şu mavi denizde yüzen beyaz yelkenli gemi,
kendi kendinden aldığın fikirlerdir, öyle mi?
Mademki kendi fikrindir yüzen gemi,
mademki kendi fikrindir umman,
ne zaman var,
ne mekân!
Ne senin haricinde bir vücut
ne senden evvel kimse mevcut,
ne senden sonra kâinat baki
bir sen
bir de Allah hakikî.
Lâkin ey kara meyhanelerin sarhoş papazı!
Senin dışında değil miydi
kıllı kollarında kıvranan meyhanecinin kızı?
Yoksa kendi altında sen
kendinle mi yattın?
Diyelim ki senden evvel baban yok
İsa gibi.
Yine fakat bacakları arasından çıktığın
Meryem gibi bir anan da mı yok!
Diyelim ki yapyalnızsın
Turu Sinada Musa gibi,
ne yazık! Tevratını okuyan da mı yok!
Çok yalan söylemişsin çok.
Sen emin ol ki Berkley
— olmasan da zarar yok —
bu şi're benzer yazıda hissene düşen şey:
biraz alay
biraz şaka
ve birkaç tokat
— eldivensiz cinsinden —
Neyleyim?
Neş'e kavganın musikisidir.
Kavgada kuvvetini kaybetmiş gibidir biraz
neş'enin çelik ahengini duymayan adam;
neş'e ... iyi şeydir vesselam,
— baş döndürmezse eğer —
ve işte bizimkiler
güldüler mi,
ağız dolusu gülüyorlar.
Kabahat onların kuvvetinde:
yoksa ne sende
ne de bende!
Dinle Berkley!
— dinlemesen de olur —
Biz dinleyelim:
Beynimiz bal yoğuran
bir kovan.
Ona balı dolduran
arıdır hayat.
Aldığımız hislerin
sonsuz derin
pınarıdır kâinat!
Kâinat geniş
kâinat derin
kâinat uçsuz bucaksız!
Biz onun parçaları,
biz ondan doğan bir sürü bacaksız!
Biz o bacaksızların
— anasını inkâr etmeyen cinsi —
Çünkü biz
emredenlere emir verenlerden değiliz!
Bağlıyız toprağa
kalın halatlar gibi kollarımızla!
Çelik dişleri şimşekli çarklılar
koparırken kara toprağın esrarını,
biz
seyretmedeyiz
cihan içinden cihanların
doğuşunu;
kehkeşanların
gümüş aydınlığında!
Görmüşüz,
görmedeyiz
yılların yollarında toprak oluşunu
kızıl kadife dudaklı kızların!
Çiziyor hareketi gözlerimize
sonsuz maviliklerde
kuyrukluyıldızların
sırma saçlarından kalan izler.
Her habbe koynunda bir kubbeyi gizler!..
Şu denizler,
şu denizlerin üstünde denizler gibi esen,
rüzgârların uğultusu.
Şu ipi kopmuş
inci bir gerdanlık gibi damlayan su,
şu bir damla su,
uzaklaştıkça, yaklaşılan
hakikati gizler..
Her yeni ummanla beraber
bir yeni imkân!
Kâinat geniş
kâinat derin
kâinat uçsuz bucaksız!
Behey!
Berkley!
Behey bir karış boyuna bakmadan
Karpatları inkâr eden cüce!
Ahrete gittiysen eğer
oradan bir taç gönder,
süslemek için Allahının kafasını!
Fakat buradan
topla hemen tarağını tasını,
Haraç mezat!
Haraç mezat!
götür pazara bir pula sat:
Topraktaki saltanatın
göğe çıkan tahtını!
Yok üstünde tabiatın
tabiattan gayri kuvvet!..
Tabiat geniş
tabiat derin
tabiat uçsuz bucaksız!..
1926 / Nazım Hikmet Ran
26 Kasım 2016 Cumartesi
Yarım Konuşma…
Yarım konuşmak despotizmdir…/ M.
Blanchot
Söylediğini eksikli
bırakmanın ne zaman bir zorunluluk haline geldiğini soracak olsaydınız, size
cevap verecek birini bulmak epeyce zor olurdu. Şimdilerde kimsenin
hatırlamadığı veya hatırlama gereği duymadığı bir zamanda olsa gerek. Eskiler,
yani ağızdan çıkanın karşıdaki için tümel bir anlam taşıdığı zamanları anımsayacak
kadar yaşı geçkin olanlardan birini bulsanız dahi, çabucak unuttukları- muhtemeldir
ki ilkin onlar yeğlediler söylemde tikelliğin bulanıklığını – eylemelerini hatırlamaya
nazlanacaklardır. Yani ki sormayınız, ekleniniz. Eksikli yaşamayı takip eden
yarım söz. Biz buyuz.
Uyandığımda başım... Aklıma geldi… Yok! Kâbus… Nefes nefese….
Hatırlamaya… Ağrı çok… Ayağımı sürüdüm… Aklımda gözleri… Canavar… Bardak düştü…
Saat erken… Onlarca parça… Kan durmadı… Acı yaradan… Yağmur ve rüzgar… Dışarıda
boğuk ses… Kabus yeğdi… Musluk suyu kirli… Düşünce kirli… Üşüyen ve zonklayan…
Ziller başladı… Telefon, kapı, aklım… İnsan gürültüsü… Kahve bitmiş… Makinede
boşluğa fokurdayan su… Kitap düştü… Saat geç… Onlarca sayfa… Yaraya bant… İnsan
kirli… Zonklayan ve üşüyen… Dışarıda çoğul ses… Kapıyı kapat… Ağzımda acı
çikolata… Korku dağlarda… Çocuk düştü… Saat şimdi… Onlarca çocuk bedeni…
Uyanmasaydım… Rüzgar ve yağmur… Dışarda düşman ses… Kabus bir arzu… Unuttum…
Yara açık… Ekmek düştü… Saat kendinde… Onlarca kırıntı… Kapıyı aç… Uğultu…
Başım… Hatırladım… Gözlerim düştü… Saat eskidendi… Onlarca bakış… Ziller
susmadı… Kaç…
Söylediğini inkâr
etmenin ne zaman bir zorunluluk haline geldiğini soracak olsaydınız, size cevap
vermek için sıraya girecek bir dolu insan bulurdunuz. Tabii onları anlamanız
gerekirdi. Anlamak yetmezdi öte yandan. İnanmadığınızı belli etmemeniz şart
olurdu. Hak vermeniz gerekirdi bir yandan. İçtenlikle ve gönülden bir hak
verişin payları olduğunu düşünürlerdi. Ciddiyet kollarlardı bakışlarınızda ve
olmayışına içerleyebilirlerdi. Bakışlarınızda boşluk varsa, vakit kaybetmeden
başlarlardı konuşmaya. Mütemadiyen ve eksikli sözle. Dinlemeniz gerekirdi
usanmadan. Dinlemeniz ve başınızı anlayışla sallamanız. Haksız yaşamayı takip
eden eksikli söz. Biz buyuz.
Uyuduğumda… Zihnim canavar… Yok! Bu kez düş! Güneşli ve
dalga var… Çiçek düştü… Saat içinde… Onlarca yaprak… Özlem kahraman… Söz büyü…
Dalga gürültü… Güneş yaraya sıcak… Nefes efsun… Benim… Ondan… Söylemek çöl…
Elmaya saplanmış bıçak… Çöl düştü…Saat kayıp…Onlarca tanecik… Söyleyebilmek
kara… Sevdalanmış kalem… kâğıt kirli… Aşk düştü… Saat hiç… Onlarca ben… Gel…
Söylemenin ne zaman
safsataya dönüştüğünü soracak olsaydınız, benim bir cevabım olurdu. Olurdu ve
hoşunuza gitmezdi. Yani ki, sormayınız. Buyuz.
Mey
17 Kasım 2016 Perşembe
Bir Ömür...
İnsan, dedim. Uydusudur yalnızlığının.
Devinir durur usulca onun etrafında.
Ve, dedim bir de. Buna ömür, der.
Bir ömür...
Mey
Devinir durur usulca onun etrafında.
Ve, dedim bir de. Buna ömür, der.
Bir ömür...
Mey
12 Kasım 2016 Cumartesi
Hiç’liğin Göğsü…
“Karanlık ve geniş
göğsüne gömeriz, kiminde, yüzümüzü hiçliğin…” / Mey
Geliyor. Her zamanki gibi zamansız bir geliş. Gelmekte
olduğunu anladığım her defasında olanlar oluyor yine bende. Aynı kıpırdanış,
huzursuz devinimler, başka bir şeye odaklanmada güçlük, küçük afazi nöbetleri,
giderek şiddetlenen sabırsızlık ve su özlemi. Öyle bir susama ki, bardaklar
dolusu içsem, içimin yangınına bana mısın demiyor. Bazen günler sürüyor
bekleyiş, kiminde de gelmekte olduğunu hissetmemle kapıma dayanması bir oluyor.
Hazırlıksızlığımdan vuruyor beni öyle zamanlarda.
İlkinde, sanırım, yoldaydım. Sonbaharın en sevdiğim ayının
son günleriydi. Ağaçlardaki yapraklar ilkin kırmızıya vurmuş, ardından hafifçe
sarıya dönmeye başlamışlardı. Henüz kendilerini bırakmaya hazır değil
gibiydiler. Akşam alacası inerken yavaşça, yürümekteydim. O, şimdilerde çoğunun
pek önemsediği ve atlamamaya dikkat ettiği sağlıklı yaşam yürüyüşlerinden biri
değildi. Zihnimdeki çer çöpü yürürken sağa sola bırakışlarımda sağlıklı bir yan
olabilirdi elbette ama işin orasında değildim. Çok da büyütülecek bir yanı
olmadığını düşündüğüm bir kafa karışıklığım vardı; adımlarımın zihnime yol
açacağına içtenlikle inanıyordum üzerinde yürüdüğüm sokakları acelesiz
geçerken. Gözümün bir çınara takıldığını anımsıyorum. Sararmaya yüz tutmuş
yapraklarının duyulur duyulmaz hışırtısına kulak kabarttığımı bir de. Oldum olası,
ağaçların dilinden anladığıma inanırım ve onların da benim dilime karşı boş
olmadıklarına. Hali hazırda yavaşça olan adımlarımı daha yavaşlatmış olmalıyım,
durayazmış ve söyleneni dinlemeye hazır. Yakındaki evlerden birinden yükselen
bir çocuk çığlığı dikkatimi dağıtmış, ağaç susmuş ve yabancısı olduğum bir
içsel kavrayışla sarsılmıştım. Derken su arzusu peyda olmuştu. Etrafıma bakınmış
ve giderek şiddetlenen susuzluğu gidermek için ne yana dönmem gerektiğini
düşünmüştüm. İçimde bir şeylerin aralandığına yemin edebilirdim. Kendine yol
açan, bunu yaparken neyi sıkıştırdığını, neyi bir yana ittiğini umursamayan bir
gelişin sezisiyle olduğum yere mıhlandığımı söylemek abartı olmazdı. Uzunca koşmuşum
da nefesim tıkanmış gibi kesik kesik soluklandığım da doğruydu. İyi ki o çınar
oradaymış, diye düşünüyorum şimdi. Yaslanıvermiştim elbette. Bilinmeyenin
verdiği ürkü kendini yükseltirken, kafamdaki karışıklığın o anki sorunlarımdan
en önemsizi olduğunu söylüyordum kendime. Kıpırdanış, huzursuz devinimler,
başka bir şeye odaklanmada güçlük, küçük afazi nöbetleri, giderek şiddetlenen
sabırsızlık ve su özlemi. Korunaklı alana, eve dönmeyi nasıl başardığımı
hatırlamak çok zor ama ağzımı dayadığım musluktan akan suyun koynuma dolan
serinliğini hiç unutmadım. Böyle kaç gün geçtiğini şimdi söyleyemem. En
nihayetinde doğurmaya benzediğini tereddütsüz onaylarım. Sancı, sancı, sancı ve
rahatlama. Bir şey gelmiş, alabildiğini almış ve karşılık olarak benden
yoğurduğu bir şeyi bana bırakmıştı.
Bir iptilaya dönüşeceğini ilk seferinden anlamıştım da
hiçleşmeye yatkınlığıyla, her seferinde fazlasını arzulamaya neden oluşuyla
tatminin giderek güçleşeceğini akıl edememiştim. Gelmekte olduğunu sezdirdiği anlarda, eli
ayağına dolaşık acemi bir aşık gibi içine daldığım o bekleyiş labirentinde
yorgun düşüşlerin bedeni hazla titretişlerini kimselere diyemem elbette. Ve
nihayet gittiğinde geride bıraktığının karanlık deliklerinde savruluşumun
anlamını açık edecek bir zihnin varlığını tahayyül etmeye de ürkerim. Karanlık
bir yanım olduğunu düşündüm bir zaman. Ondandı, karanlık ve geniş göğsünü yüzüm
için hazır edişleri. Yüzümdeki çizgileri, kendisiyle harmanlayıp
derinleştirişleri. Ateşi ve arzuyu ehlileştirmenin mistik nehrinde boğulana dek
kalmama izin verişleri. Gelir, alır ve verirdi, kendi hiçliğinden dikkatli
bakmayanın göremeyeceği, hüzünlü bir izi bedenimin seçtiği bir yerine bırakır
giderdi. Sancı, sancı, sancı…
Ve ben bir portakalı soymaksızın dörde bölüp, emdikçe emiyorum
şimdi. Çünkü geliyor. Her zamanki gibi zamansız bir geliş. Gelmekte olduğunu
anladığım her defasında olanlar oluyor yine bende. Aynı kıpırdanış, huzursuz
devinimler, başka bir şeye odaklanmada güçlük, küçük afazi nöbetleri, giderek
şiddetlenen sabırsızlık ve su özlemi. Öyle bir susama ki, bardaklar dolusu
içsem, içimin yangınına bana mısın demiyor. O, geliyor karanlık ve geniş
göğsünü benim için cömertçe hazır etmiş; ben kâğıdı önüme çekiyor ve bir an
için elimdeki kalemi dişliyorum. Şiddetle…
Mey
6 Kasım 2016 Pazar
Yarım Diyalektik...
Duruş
Seyreltilmiş bir sızı gibi,
dümdüz - çok düz -,
hem tavizsiz
bir kıpırtısızlık.
Oluş
Sızıyı boş verip
yaraya abanmış devinim.
Söz'le - çok söz -,
hem mırıldanan
biraz da haykıran.
Oluş ve Duruş
Antitez'e
vurgun
tez.
Akış?
Oldum olası müstehzi...
Mey
27 Ekim 2016 Perşembe
Yanılsamanın Kırmızısı…
“Gerçeklik, yanılsama olduğunu
unutmuş yanılsamadır.” J. Derrida
Yanılsamanın bilgisi oracıkta duruyordu fakat onu görecek
halde değildi; çünkü Made İn Heigthts’i dinlemeye dalmıştı. Müzik odada
yükseliyor, görüşü örtecek bir kaplanışa dönüşüyordu. Bir tür sisi andırdığını
düşünmüştü. Düşünce kendi rotasından çıkıp bu sisin içine gizlediği bir şeyin
peşine düşecek gibiydi. Gündeliğin ortasına aniden düşen ayrıksılık; ertesi gün
yapılacakların planlanmasına sert bir sekte vurmuştu. Şarkıyı ilk dinleyişi
değildi elbette, öncesinde de defalarca okumalarına, masa başı işlerine, kısa
yolculuklarına, mutfağının telaşına eşlik ettiği olmuştu. Ama sis. Yok,
kaplanış. Her neydiyse, işte bu sis / kaplanış yeniydi. Başka neyin yeni
olabileceğini anlamak için etrafına göz gezdirdi. Çıkrıkçılar Yokuşu’ndan
alınmış ve yenilenmiş küçük çalışma masasının üstündeki, sıcak bardakların
sorumlu olduğu, bir iki leke gördü. Canı sıkılacak gibi oldu, yıllardır yükünü
taşımış olana özensizliğine. Az kahır çekmedi bu masa diye hakkını teslim etti.
Üstüne ne yüklediyse taşımıştı. Nesnenin yükünü kat kat aşan, can yükünü de
gıkını çıkarmadan üstlendiği olmuştu. Gözü kitaplığa takıldı, kitaplara ek
olarak epeyce bir ıvır zıvır da duruyordu sağında solunda. Belleğin
kendiliğinden yok edeceklerinin unutulmamasını garanti altında tutmaya
yarayacak nesnelere baktı. Başkalarının verdikleri, kendisinin anlam
atfettikleri, anlamı kalmamışları, anlamını unuttukları. Tek tek sınıfladı. Ölçtü
biçti. Sisi / kaplanışı mümkün kılacak bir şey bulamadı. Pencereyi örten tül
perdeye baktı. Etekleri hafifçe titriyordu. Şarkı yüzünden odayı kaplayanın
tedirginliği kadar belirsizdi titreyişleri. Kiminde iç’im gibi, diye düşünecek
oldu. İzin vermedi kendine. Kapıp koyvermenin alemi yoktu. Duvarda asılı
resimler. Anlamı çoktan teslim edilmiş; ilk günlerinde hevesle izlenmiş ve
nihayetinde bulundukları yerdeki varlıkları kanıksanmış imgeler olarak
duruyorlardı durdukları yerde. Kısa araştırmasından eli boş çıktı. Böyle olacağı
baştan belliydi de, akılcı yanını tatmin etmeden öteye, aklın ötesine
uzanamayacağını, müziği durdurmanın faydası olmayacağını bildiği gibi
biliyordu.
Yanılsamanın bilgisi yanı başındaydı. Görebilseydi bile
başını çevirirdi; çünkü şarkı yavaşlamıştı. Şarkıyla birlikte, sis de hızını
kesti. Görebilmek için zaman tanımak ister gibi kaplayışını ağırlaştırdı. Ağırlık
odadan gözlerine sirayet etmiş gibiydi. Kendilerini aşağıya bırakmaya meyletmiş
göz kapaklarının zorlayıcılığını görmezden gelerek odada kontrol etmediği bir
şey kalıp kalmadığını sordu kendine. Nesneyle işin bitti, dedi şarkının
sakinliğini aniden yırtan sert bir emir kipi. Zihninden geliyordu. Nesneyle işi
bitmiş; özne olmaklığına temkinli yaklaşan bir özneydi o andan itibaren.
İçebakış, öyle sanıldığı kadar basit bir iş değildi, bunu biliyordu. Baktığın
iç’in çıfıt çarşısı karmaşası taşıması sorun olabilirdi ilk elden. Korkma, dedi
kendine. Korkmamasına korkmazdı da kaplanış gibi şarkı da bitmeyecekmiş gibi
görünüyordu. Neden bakacakmışım ki, diye itiraz etmeye yeltendi içe bakmaktan
haz etmeyen yanı. Görülebilecek, daha önce görülmemiş, ne olabilirdi ki? Şarkı
güzeldi, insanı heyecanlandıran inişleri çıkışları vardı ve belli belirsiz bir ‘
aniden ‘lik duygusu veriyordu. Ötesini boş ver! Peki ya, kaplanış? Onu da boş
ver. Boş vermedi. İçinden doğru yükselen bir şeyin, bulunduğu odayı kaplamaya
başladığını görmezden gelmeyecekti. Yanılsamanın bilgisi nerede duruyor olursa
olsun. Bakışlarını epeydir çevirmediğine yöneltti kararlılıkla.
Sisin saydamlığına alışmış gözleri gördüğünün asıl yanılsama
olduğunu düşündü ilkin. Ne çok kırmızı. İçerden yukarı yükselirken rengi atıyor
olmalıydı. Rengin anlamını çözmüştü de kaynağının neresi olduğunun merakıyla
bakıyordu şimdi. Oralar toz duman, diye dalga geçti gördüğü karmaşayla. Öz karmaşasıyla.
Olmuş bitmişler gördü, olmayı sürdürenler, henüz başlamamışlar, bir gün
başlamak üzere sırasını bekleyenler, kurumuş ama iyileşmeye niyeti olmayan
yaralar, tazeleri de vardı elbette irin tutmuşları da. Ama ne çok kırmızı.
Görünür olanların hiçbirinin, bu ne çok kırmızının kaynağı olmadığını,
olamayacağını içten içe seziyor; görebilmenin imkanının iç’i ve dış’ı kaplayan
bu tabaka tarafından olanaksızlaştırıldığının bilincine varıyordu. Gerçeği
örten yanılsamanın şarkı sustuğunda, geldiği yere çekileceği umudunun
boşluğunun farkında; zihninin kurduğu o tek tespit cümlesine takılmış öylece
duruyordu: Ne çok kırmızı!
Kendi ağırlığından sıkılmış gibi, şarkı yükseldi birden o
esnada. Gerçeğin ne ölçüde yanılsamalardan yapılmış olduğu sorununu zihnini
doldurmuşken, bu yükselişi fark edemezdi. Duyusal yanılmanın ne kadarının
zihinsel bir aksaklıktan kaynaklandığını, bunca kırmızının mümkün olup
olmadığını düşünmekten yorgun, bir şarkının başına açtığı beladan bıkkın sordu:
neden bu kadar çok kırmızı?
Cevap umduğundan değildi soru. Yine de bir cevap olsa fena
olmazdı, diye düşünüyordu. Kimden geldiğinin ne önemi var?
Cevap geldi. Yükselmiş şarkının kalp atışını andıran vuruşlarının
arasında zor işitildi:
Ne saçma soru, diyordu sanki. Hanımefendi, birisi vurulursa
kanı akar.
Yanılsama oracıkta duruyor ve galiba, pis pis sırıtıyordu.
Mey
22 Ekim 2016 Cumartesi
İnfilak...
Çıt yok!
Susuyorsunuz ve uzaklığa dönüşüyor
kapanmış ağzınızın karanlığında yuttuklarınız.
Kelimeler zihninizde patlıyor. Belki de orta yerimde kalbinizin.
Oysa,
bir söz boyuydu aranızdaki mesafe...
Mey
Susuyorsunuz ve uzaklığa dönüşüyor
kapanmış ağzınızın karanlığında yuttuklarınız.
Kelimeler zihninizde patlıyor. Belki de orta yerimde kalbinizin.
Oysa,
bir söz boyuydu aranızdaki mesafe...
Mey
18 Ekim 2016 Salı
' Kim ' Sorunu...
İlk büyük itiraz, benim elbette diye düşünenden geldi: Ben değilim, dedi.
İnandırıcıydı üstelik.
Beriki eksik kalmadı: Ben de olamam, diye atıldı.
Kendisi olduğundan şüphesi yoktu öte yandan.
Aslında ' benim ' diyebilirdim. Demedim. Kimse kim, diye kestirip attım. Cevap değil, soruydu kalbi diri tutan.
Belirginliğin yolumuza koyacağı noktaya hiçbirimizin tahammülü yoktu.
Kim sorunu'nun uzattıkça uzattığı bir hikayede kaybolup gittik. ' Ben ' olan da olmayan da...
Mey
İnandırıcıydı üstelik.
Beriki eksik kalmadı: Ben de olamam, diye atıldı.
Kendisi olduğundan şüphesi yoktu öte yandan.
Aslında ' benim ' diyebilirdim. Demedim. Kimse kim, diye kestirip attım. Cevap değil, soruydu kalbi diri tutan.
Belirginliğin yolumuza koyacağı noktaya hiçbirimizin tahammülü yoktu.
Kim sorunu'nun uzattıkça uzattığı bir hikayede kaybolup gittik. ' Ben ' olan da olmayan da...
Mey
9 Ekim 2016 Pazar
Garda...
Anıları önünde, sözle….
Saatine baktı. Hesapladı: Üç dakikaya oradayım. Ankara Radyo’sunun
önünde randevulaşmışlardı. Bilinçli bir tercih değildi, diyecekti sonradan.
Belki bilinçaltlarımızın kendini rahatlatmaya odaklanmış bencilce bir oyunu.
Radyodan yukarıya vurdular mıydı, rahat rahat beş dakikada Gar’da olurlardı.
Rahat rahat değil, ucu ucuna olacak biçimde ayarlamışlardı zamanı. Treni
beklerken Gar’da oyalanmayı, belki Gar Lokantasında bir çorba içmeyi sevdikleri
günler geride kalmıştı. İçinde olduğu taksi, normal seyrinde akan trafikte
zorlanmadan ilerlerken bu yolculuk şart mıydı, diye geçirmişti içinden.
Yolculuk şartsa bile tren yolculuğu tercihi, acıyan yerlerimizi sınama derdinden
başka bir şey değildi diyecekti görür görmez D.’ye.
Radyo binasını uzaktan gördü. Önünde kimse yoktu.
Gelmemişti. Gelir, diye düşündü. O da benim gibi; ucu ucuna. Radyo’nun önünün
boşluğu yaklaştıkça büyüyordu. D. ‘nin çok sonra anlattıkları gözünde canlandı
o boşluğa bakarken:
Miting alanına akan coşkulu kalabalığa ters istikamette
ilerlerken, Ankara Radyo’sunun önünde görmüştü sendika flaması taşıyan meslektaşlarını.
Durmuşlardı onu görünce, selamlaşma, hoş beş. Gelmiyor musun, diye sormuşlardı.
Dersim var, demişti ezile büzüle. Özel okulda çalışıyor olmasının şakası
yapılmıştı. Gülüşmüşlerdi. Senin yerine de oradayız, diye gönlünü almıştı kara
gözlü bir kadın. Minnettar bakmıştı. Yüreğim sizinle diyememişti. Keşke… On
dakika geçmiş geçmemişti ki bu karşılaşmanın üzerinden, o ses.
Radyo’nun önünde indi taksiden. Sağına soluna bakındı.
Görünürde yoktu. Daha iyi, diye düşündü. Az daha geç kalsa zararı yok. Radyo
binasını oldum olası sevmişti. Eski Ankara kokuyordu her şeyiyle. Sırt
çantasını mermer basamaklardan birine bıraktı, oturdu sonra aynı basamağa.
Saatine baktı. Şu anda içerideki stüdyolardan birinde eğitimli bir ses; “
burası TRT Ankara Radyo’su…” diye başlayan bir cümle kuruyor olmalıydı: Sıradaki
parça, bundan gayrı, içinde hep bir “ gar
“ taşıyacak olanlara gelsin! Gözleri dolardı dolmasına da, uzaktan D.’nin
kendisine doğru yürümekte olduğunu görmüştü çoktan. Kendini tuttu. Ayağa kalktı.
Güç bela bir gülümseyiş bulup yerleştirdi yüzüne. Sarıldılar. Geciktim mi? Yok,
daha vakit var. Hadi o zaman. Hadi…
Karşıya geçtiler ilk yaya geçidinden. Bu arada nasılsın, diye
soruldu ve iyiyim’ler ikna edici bulunmasa da kabul edildi. Ağır bir ritim
tutturdular Gar’a doğru. O zamandan beri ilk kez miydi? İlk kezdi. Bakışlarını
buluşturmadılar. Öylesi iyiydi. Tren şart mıydı, sorusu sorulmadı. Yine de iç
sesler cevapladı soruyu. Uzaktan önce Gar göründü, ardından yüzler belirdi. Bir
bir bir bir bir bir…
Tren perona girdi. O ana kadar ne birbirlerine baktılar ne
konuştular. Zihnin dili uzunsa da, sese bürünmesine geçit vermeyeceklerdi. Tren
durdu. Hadi, dedi D. Koşar adım ilerlediler trene. Yerlerini bulup oturdular.
Kalkış düdüğü geciktikçe gecikti. Zaman, havadaki ağır çok ağır bir şeye sıkı
sıkıya tutunmuş gibiydi. Hayır, dedi D. Zaman değil, acı! O sıra tren beklenen
çığlığını tutturdu. Yolcular tuttukları soluklarını gürültüyle bıraktılar. D.,
başını cama yasladı. Beriki belli belirsiz mırıldandı: “ burası TRT Ankara
Radyosu…”
Mey
Aslı Alpar
4 Ekim 2016 Salı
Yıldız Sorgusu...
Size büyük suskular verdim, diyor
göğ'ümüzden geçen üzgün bir yıldız.
Soruyor bir de: Bağışladınız mı kendinizi?
Mey
göğ'ümüzden geçen üzgün bir yıldız.
Soruyor bir de: Bağışladınız mı kendinizi?
Mey
2 Ekim 2016 Pazar
Durakta...
Sokağı boylu boyunca inince görünür olan durağa diktim
gözümü. Boştu. Ya otobüsü kaçırmış ya da – nihayetinde – ondan önce davranmayı
başarmıştım. Göğ’ün sıkıntısının farkında ama yine de neşelenmekten kendimi
alamayarak caddenin karşı tarafına yöneldim. Görünürde hiç araç yoktu, sağa
sola bakma gereği duymadan, biraz da sallanarak geçtim karşıya. Otobüsü
kaçırdıysam kötü, diye düşündüysem de herhangi bir şeyi kaçırmadığımı
biliyordum. Otobüsün beş dakikası vardı hesaplarıma göre. Kadının? Geç
kalmıştı? Yoksa gelmeyecek mi? Tam gününü buldu, dedim kendi kendime. Ondan
önce orada oluşumun boşuna bir sevince dönüşmesi canımı sıkardı. Olasılıkları
sıraladım. Önceki otobüse binmiş olabilir, uyuyakalmış veya hasta olabilir. Hiçbiri olmasa iyi olurdu. Bu kez ben, görünür olur olmaz onun durağa doğru gelişini
izleme arzusundaydım.
Durağı ve bu saatteki otobüsü haftada iki gün kullanıyordum
ve yaklaşık bir yıldır kadın da oradaydı. Sokağın başında görünmemle hiperaktif
yürüyüşüne ara verip durup yanına ulaşmamı bekler, bu sırada da o rahatsız
edici bakışlarını üzerime kilitlemiş olurdu. Bakışları, şimdi başımı
kaldırdığımda gördüğüm göğ’ün sıkıntısına çok benzerdi ve onun bu hali, bir
sabah tedirginliği olan varlığına eninde sonunda alışmamın önüne geçerdi.
Durakta karşılaşmaya başladığımız ilk günlerdeki günaydın’larımı cevapsız
bırakışına artık aldırmıyordum. Günaydın’ı filan bırakmıştım tabii, epey
oluyordu. Bakışlarındaki karanlığın nedenini düşünerek uyuyakaldığım geceler de
yok değildi hani. Bir önceki veya bir sonraki otobüsü tercih etmek mümkünse de;
artık bilinçli mi yoksa bilinçsizce mi olduğundan çok da emin olmadığım bir
inat, haftanın aynı günleri hep aynı saatte durağa yöneltiyordu beni. Şu sabaha
kadar, hemen her sabah benden önce durağa inmiş ve histerik voltasına başlamış
oluyordu. Ne oldu ki bu kadına, diye düşünürken bir yandan da hızlıca saatime
göz attım. Bir iki dakikası vardı, artık gelmeliydi.
İnsanların yaşlarını tahmin etme konusunda pek de iyi
değildim. Bazı sabahlar gözüme orta yaşlı görünüyor, bazen de göründüğünden
daha yıllanmış olduğunu düşünüyordum. Simsiyah boyadığı saçlarını daima
tepesinde topluyor, her mevsim koyu renkli takımlar ve ince topuklarının
çıkarttığı seslerle beni delirten siyah ayakkabılar giyiyordu. Nedense, hukukçu
olduğunu düşünmüştüm. Muhtemelen de yargıç. Onaylamamaya hazır yargılayan
bakışlarının bu tahminle ilgisinin oldukça yakından olduğunu rahatlıkla
söyleyebilirdim. Bedeninden yayılan gerginlik, hiçbir mevsim aşırılığının
engelleyemediği sabahın güzelliğine çekilmiş geçici bir perde gibiydi ve
sinirimi olması gerekenden fazla bozuyordu. Uzaktan gelişimi fark etmesiyle,
durağın çevresinde yaptığı gereksiz ölçüde tempolu yürüyüşüne ara veriyor;
durup izlemeye başlıyordu. Bende hoşlanmadığı bir şey olduğu belliydi. Belki
saçlarımı sevmiyordu belki de giydiklerimi. Ya da başlı başına olduğum halimle ‘
ben ‘ tümel bir hoşnutsuzluk nedeniydi onun için. Durağa ulaşmamla ara verdiği
yürüyüşüne geri dönüyor, otobüs durağa yanaşana dek, hiddetli olduğunu
düşündüğüm adımlarıyla topuklarını tıkırdatıyordu. Otobüs geldiğinde geride
durur önce onun binmesini beklerdim. Öne atılışında, bunu kendinde hak görmenin
dikliği olurdu. Zaten boş olan otobüse belirgin bir aceleyle biner ve ön
sıralardaki tek kişilik koltuklardan birine yerleşirdi. Ardından otobüse
bindiğimden, onun arkasındaki koltuklardan birine yönelirken son kez göz göze
gelir, elle tutulur bir olumsuzluk yayardık. Metro istasyonuna ulaşana dek yol
boyu, koltuğunda oturuşunun dikliğine, kafasının arkadan görünüşündeki
sabitliğe bakardım. Bahçeleri rengârenk çiçeklerle, yemyeşil ağaçlarla dolu
evlerin önünden geçerken bir kez bile başını çevirip oralara baktığını
görmemiştim. Ne baharla albeni kazanmışlıklarına, ne son baharın kızılımsı
hüznünü taşıyışlarına, ne de kışın karasına tezat karla kaplanmışlıklarına
bakardı. İstasyona kadar başını milim
kıpırdatmaksızın öylece otururdu koltuğunda.
Göğ sıkıntılı. Demiştim önceden de. Gün boyu güneşe geçit
vermeyecek, hatta fırsatını bulursa şiddetle indirecek gibi. Severim böyle
havaları da, kadının hala ortada görünmeyişinden midir, tadını çıkarasın yok
gibi. Artık zamanıdır, otobüs her an gelebilir. Kadın yok. Sert siyaha boyalı
saçları yok. Koyu renk etek – ceket takımı yok. Topuk tıkırtısı hiç yok. Uykuya
kalmaz öyle biri. Hasta mı? Niye huzursuzlandın şimdi diye söyleniyorum
kendime, yoksa yok. Daha iyi ya. Bedenimde yükselen gerilimin ne denli şiddetli
olduğunu, otobüs durağa yanaştığı için durmak zorunda kaldığımda fark ediyorum.
Kaç dakikadır volta atmakta olduğumu hesaplayacak halde değilim. Otobüs hareket
ettiğinde henüz oturmamış olduğumdan görebiliyorum, kalkışını durduramadığı
otobüse yetişmek için koşuşunu. Zihnimde onunla bütünleşmiş olduğunu hayretle
fark ettiğim koltuğa geçip oturuyorum. Gülümsediğimi görecek kimse yok.
Mey
30 Eylül 2016 Cuma
28 Eylül 2016 Çarşamba
Cüneyd...
bakanlar bana
gövdemi görürler
ben başka yerdeyim
gömenler beni
gövdemi gömerler
ben başka yerdeyim
aç cübbeni cüneyd
ne görüyorsun
görünmeyeni
cüneyd nerede
cüneyd ne oldu
sana bana olan
ona da oldu
kendi cübbesi altında
cüneyd yok oldu
Asaf Halet Çelebi
gövdemi görürler
ben başka yerdeyim
gömenler beni
gövdemi gömerler
ben başka yerdeyim
aç cübbeni cüneyd
ne görüyorsun
görünmeyeni
cüneyd nerede
cüneyd ne oldu
sana bana olan
ona da oldu
kendi cübbesi altında
cüneyd yok oldu
Asaf Halet Çelebi
25 Eylül 2016 Pazar
Hiçledikçe Hepleşen Bir Yolda Yürümeye Dair...
Bir çırpıda söyleyiverişime şaşırmıştım. Hani, hep biri
sorsun diye bekletilmiş bir cevabı taşımaktan yorgun düşmüşler gibi
döküvermiştim eteğimde ne var ne yok. Günlerden bir gün, anlardan bir an. Tasarlanmamış,
hesaplanmamış; handiyse, hiç akla getirilmemiş sözcükler dökülmüştü de
ağzımdan, bunun sonu nereye varır, diye düşünmek aklıma gelmemişti.
Kış mıydı, kış sonu mu o bile çıkmış şimdi aklımdan. Kardan söz
ettiğimi anımsıyorum hayal meyal. Belki soğuktan da yakınmışımdır. Soğuğu
sevmeyen ellerimden söz ettiğimi sanmıyorum. Laf lafı açmıştı belki de diye
düşünüyorum şimdi aklıma düştükçe. Bahane arayışım yakalanıveriyor, kendime
yalandan haz etmeyen zihnime. Öylesi bir lafı açacak başka bir söz mü var ki,
diye çıkışıveriyorum. Kaçmaya, olmadı kendini kurtarmaya meyletmiş yanım
siniyor akla saygısından. Hatırladıkça ağzımdan çıkanı, utanacak bir yanım var.
Var ve bu iyi mi, kötü mü bilemiyorum. İşi utancından utanmaya götürecek kadar
da gaddarlaşabilirim kendime.
Tasarlanmamış, hesaplanmamış; handiyse, hiç akla getirilmemiş
sözcükler dökülmüştü de ağzımdan, bunun sonu nereye varır, diye düşünmek aklıma
gelmemişti. Bunun sonu hiç iyi yerlere varmayacak diye düşünmüştüm akabinde ya,
bunun sonunun hiç’e varacağı aklıma gelmemişti. Vakit kaybetmeden inkâr etsem,
iyiydi. O kadar değildim yazık ki. Ne kadar olduğumu öğrenmek varmış meğer
ağzımdan çıkanın önümde açtığı yolu yürümenin beraberinde. Neyse ki, “ yol
yürüyüş öğretir “. Ve yine: neyse ki,
hiçledikçe hepleşen bir yolu yürüme becerisi, sahip olunduğunun farkında
olunmayan bir yeti olarak kendini gösterdiğinde teselliye dönüşür.
Bahar mıydı, bahar sonu mu o bile çıkmış aklımdan. Bir çiçekten
– ihtimal ki, kırmızı – söz ettiğimi anımsıyorum hayal meyal. Belki ömrünün
kısalığından da yakınmışımdır. İçimde bir yerde iflah olmaz bir yaramazlık
uyandırdığından söz ettiğimi sanmıyorum. Bir şekilde beni söylemeye tahrik
etmişti belki de diye düşünüyorum şimdi aklıma düştükçe. Yakışıyor mu sana
böyle düşünmek, azarı gecikmeden yok kılıyor başından patlak can simidini. Bir kalp,
batmasını da bilmeli.
Tasarlanmamış, hesaplanmamış; handiyse, hiç akla getirilmemiş
sözcükler dökülmüştü de ağzımdan, bunun sonu nereye varır, diye düşünmek aklıma
gelmemişti. İksirini gerçeğe değiş tokuş etmiş bir yolun dikenli zemini ise
aklımın ucundan geçmemişti.
Yaz mıydı, yaz sonu mu o bile çıkmış aklımdan. Bulut izinden
söz ettiğimi anımsıyorum hayal meyal. Belki maviyi delişinin dehşetli
imgesinden yakınmışımdır. O bulutun tam da o izinin bendeki devamından söz
ettiğimi sanmıyorum. Rüyaya firar etmişimdir de, ondandır belki diye
düşünüyorum şimdi aklıma düştükçe. O çok akıllı yanımdan itiraz gelmiyor.
Tasarlanmamış, hesaplanmamış; handiyse, hiç akla getirilmemiş
sözcükler dökülmüştü de ağzımdan, bunun sonu nereye varır, diye düşünmek aklıma
gelmemişti. Dili öğrendin mi, acıyı da anlarsın diyen filozoftan esinlenmiş;
yolu öğrenmenin yürüyüşü anlaşılır kılıp kılmayacağını merak etmiştim.
Hazan mıydı, hazan’ın sonu mu o bile çıkmış aklımdan.
Ağzımdan çıkmadan ölmeye ahdetmiş söz, o söz kalmış aklımda…
Mey
22 Eylül 2016 Perşembe
Yolda...
Zamanı gelmişti. Uzanıp önce yolcu koltuğuna ait güneşliği
indirdi, ardından kendi tarafındakini. Bunu yaparken, yolcu koltuğunda oturan,
kapalı gözlerini güneş gözlüğünün ardına gizleyerek uyumakta olana bakmamıştı
bile. Saat henüz erken olsa da, İncek yolundan Gölbaşı’na döner dönmez, araca
önden vuran güneş ışığı oldukça güçlüydü. Uyuyan uyusundu, güneş yüzüne vurur da, uyanır
endişesiyle hızlı davranmıştı. Kendinden memnun gülümsedi. Arkada oturan
öğrencilerin sabah mahmurluğundan kaynaklanan sessizlikleri de iyiydi. Saate
baktı, okula tam zamanında ulaşacaklarını düşündü. Hızını azalttı. Uyuyan uyusundu
az daha.
Uyumuyordum oysa. Beni ve öğrencileri her sabah okula
ulaştıran servisin şoförü, güneş yüzümü yalar yalamaz uzanıp gölgeliği
indirerek, kendince, beni korumaya aldığında kapalı gözlerimin gizleyeceğini
umduğum güçlü bir merakla beklemekteydim. Tam o anı. Bir süredir her sabah tam
o anı. Acaba bu sabah da yapacak mı?
Her sabah yapmıştı. İncelikle ve doğallıkla. Sabahları
yanındaki koltuğa yerleşirken yarım ağızla söylenen günaydın’ların
yapmacıklığından incinmeden yapmıştı üstelik. Oturur oturmaz kulaklığından
yayılan müziğe ve kapattığı gözlerinin arkasına saklanışını abes bulmadan
yapmıştı.
Okul servisi kenti ardında bırakır bırakmaz, daha bir iki
yıl öncesine kadar tarım arazisi olan alanda mantar gibi bitmiş inşaatların
çirkinliğine katlanamadığım için yumuyordum gözlerimi biraz. Biraz da, yarım
kalmış bir düşü olur da yakalarsam telaşıyla. Kiminde içimin geçtiği oluyordu,
kiminde de beni çoktan bırakıp gitmiş düşe kurguyla ek yaptığım. Müziğin
zihnimi okşayışını, kurguya el verişinin gücünü enikonu duyuyordum gözlerim
kapalı olduğunda. O ilk sabahı anımsıyorum şimdi. Güneşin yüzüme vuruşuyla,
şoförümüzün benden yana ani hareketini duyumsayarak gözlerimi hafifçe
aralayışımı. Onun güneşliği indirişindeki, unutmuşuz deme ki böyle şeyleri, diğerkâmlığı.
Kendinden önce beni korumaya alışındaki “ çok insanca “ bir güdünün
belirginliğinin beni ne denli şaşırttığını. Sevinmiştim de. Ertesi sabaha kadar
aklıma gelmeyen ama servise biner binmez, önceki gün olanın yinelenip yinelenmeyeceğine
ilişkin merakın beni uykudan da, düşten de alıkoymasına şaşırışım da cabasıydı.
Her sabah yapmıştı. Düşünmeden, planlamadan, incelikle ve
doğallıkla. Uyuyana, su içene dokunulmaz bizde, diyecekti belki soran olsa.
Uyumuyordum oysa. Araç, İncek yolundan Gölbaşı’na döner
dönmez, dün sabah olduğu gibi, soluğumu tutup bekledim. Güneş parladı. O, uzandı. Gölgelik indi.
Gözlerim hala kapalıyken, tebessümün içimde büyüyüşünü izledim sessizce.
Arkadaki öğrencilerden biri hafifçe öksürdü. Servis, öncekine oranla daha az
hızla okula doğru ilerlerken, kaç gündür aklımdan geçirdiğim cümleyi bu sabah
söyleyebilirim belki diye düşündüm: Anadolu kokuyorsun Sadık bey!
Belki de yarın söylerim…
Mey
8 Eylül 2016 Perşembe
Akşam Kokusu...
Çatlatıp duvarlarını,
ciğerine sızıyor içine düş doldurulmuş bir koku.
Akşamda ve boynunda. Bir tuzak hayalin...
Mey
ciğerine sızıyor içine düş doldurulmuş bir koku.
Akşamda ve boynunda. Bir tuzak hayalin...
Mey
4 Eylül 2016 Pazar
Sahafta...
Adı Melek olmasına Melek’ti ya, aslında meleğe benzer bir
yanı yoktu. Tabii, tam burada bir melek neye benzer sorusu yerinde olabilir,
ama peşin peşin söyleyeyim; soruyu üstüne alınıp cevap verme zahmetine girecek
birinin olacağı pek akla yakın olmadığından susun sustuğunuz yerde. Bir meleğin
gerçekte neye benzediğinden önemli olan, adı Melek olan kahramanımızın
görüntüsünün adıyla uyumsuzluğu, bunda anlaşalım. Tek sorunumuz bu da değil. Hikâyenin
diğer kahramanı olan İhsan’ın bünyesinde insana “ ihsan” gibi görünecek
herhangi bir şey taşımıyor oluşu da duruyor hikâyemizin girişinde kendini
göstere göstere.
Meleğe benzemeyen Melek ile insanın ihsan sözcüğü ile
bağdaştırmakta epeyce zorlandığı İhsan, bir araya gelmelerinin insana pek de
mantıklı gelmeyeceği bir yerde karşılaştılar. Bir sahafta. İhsan, sahafın,
oldukça az insan uğradığı için boşluğu kıyıda köşede kalmış şiir kitapları ve Fransız
düşünürlerinin aforizmayı andıran cümlelerini okumakla doldurduğu, dükkânına
KPSS hazırlık kitabı sormak için girmişti. Ölmüş eşinden kalma dul maaşının
artık oğlunun çay ve sigara masraflarını karşılayamaz hale geldiğini kesin bir
dille bildiren annesinin zorlamasına; bir memuriyete kapağı atacağı konusunda
garanti vererek göğüs geren İhsan’ı, beş seçeneğe indirgenmiş yeterlilik
imtihanına hazırlanmaya niyet etmişliği sürüklemişti bu aradığını bulma
ihtimali olmayan sahaf dükkânına. Görece
kısa sürmüş iş deneyimi, özel sektörün asgari ücret karşılığında insanın
kemiğindeki iliği çekip aldığı fikrine ulaşmasını kolaylaştırmış ve bu konuda
kahvedeki arkadaşlarına uzun süren nutuklar atabileceği bir bilmişliği, iki
batak partisi arasını doldurmakta kullanmasını sağlamıştı. Mahallenin tek
kıraathanesinin sahibi Mesut abinin de cesaretlenmesiyle, KPSS’nin kendisini iş
güç sahibi yapacağına inanmış ve soluğu aradığını aslında aramaması gereken bu
sahafta almıştı. Dükkânın kapısını itmesiyle işittiği çan sesiyle gelişini
haber alan sahafın okuduğu kitaptan başını kaldırmamak suretiyle istifini
bozmamış olması garip geldiyse de, buraların âdeti bu herhalde düşüncesiyle
usulca ilerledi rafların gözünü korkutan kitap kalabalığı arasından. Dışarıdan
içeri süzülen güneş ışığının tozu görünür hale getirdiği kitaplara baktı
şaşkınca. Kendisine ne aradığını sorma zahmetine katlanmayan dükkân sahibinin
genişliğine anlam veremeden ilk aklına geleni yaptı. Boğazında rahatsızlık
veren bir gıcık varmış gibi öksürdü, dikkat çekme amacıyla. Sahaf başını
kaldırıp baktıysa da, ne istediğini sormadan kitabına döndü. İlgiyi üzerine
çekemediğini kabul eden İhsan, çıkıp gitmekle aradığını kendi başına bulma
arasında kararsız kaldı bir süre. Ne yapacağını bilemediğinden, hemen yanında
duran raftan bir kitabı çekip aldı: Niteliksiz Adam, ikinci cilt. Evirdi
çevirdi, kapağını açtı. İçindeki yazıya göz attı. Elinde tuttuğunun ihtiyacı
olan olmadığı besbelliydi, yine de hemen yerine koymak istemedi. Sahafın göz
ucuyla kendisini süzdüğünden emin, bir iki sayfa daha çevirdi.
İzlendiği doğruydu. Ama izleyen elindeki De Ki İşte’ye dalıp
gitmiş olan sahaf değildi. İhsan’ın boğazından çıkan sesi işitir işitmez,
peşine düştüğü örümceği unutan Melek bir koşu gelmiş, başını hafifçe uzatıp
İhsan’ı izlemeye başlamıştı. Kendisi dâhil, hiç kimse için hiçbir zaman bir
lütuf olamayacak İhsan’ın dükkâna gelen diğer müşterilere benzemediğini bir
bakışta anlamış olmalıydı. Beş para etmez bir serseri, diye düşünmüştü belki
de. Yine de adamda Melek’in dikkat kesilmesine neden olan bir yan olmalıydı.
Belki yaydığı koku, belki pejmürdeliğiydi İhsan’ın Melek’e örümcekten daha ilgi
çekici görünmesini sağlayan. Adamın kitabı elinde tutuşundaki bir şeyin Melek
için tanıdık oluşunun açıklaması, hikâyenin sırrı. Tabii şimdilik.
Bu sırada sahaf;
“ İnsan, eninde sonunda, ancak kendi kurdunu besler…” cümlesini okuduktan sonra bir an için
gözlerini kapayıp açtı. Hikâyeye sorsanız, aklına Melek gelmiştir derdi. Ne
düşündüyse, sonunda müşterisiyle ilgilenmeye karar vermişti. Oturduğu yerden
doğruldu, İhsan’a seslendi: Aradığın özel bir kitap var mı, diye sordu. Kendi
haline bırakılmışlığına alışmış olan İhsan şaşkınlıkla döndü sahaftan yana.
Elindeki kitabı ne yapacağını bilemez gibi bir hali vardı. Adama doğru bir iki
adım attı. Durdu. Dönüp kitabı aldığı rafa bıraktı aceleyle, Melek’in usulca
yaklaştığını fark edemedi. KPSS, dedi çekinerek. KPSS kitabı arıyordum abi ben.
Karşısındakinin yüzünü yalayan öfkeye anlam verecek durumda değildi, Melek’in
üzerine dikilmiş sarı gözlerini tam da o anda fark ettiğinden. Olmaz kardeşim
bizde o aradığın, diyen sahafı duydu ama duyduğunu anlamadı. YGS, LYS, KPSS
kitaplarını sormak için dükkânının kapısını aşındıranlardan gına getirmiş olan
sahaf burnundan soluyordu. Aruoba’nın kesintiye uğramasına kızmıştı besbelli.
Ama İhsan, Aruoba’yı tanımadığı gibi Melek’in bakışlarının neden içine bir buz
dağı oturttuğunu da bilmiyordu. Sırtından soğuk ter boşandı. Bakışlarını
kaçırmak istedi, beceremedi. Melek istifini bozmadan İhsan’a bakmayı
sürdürüyordu. Yüzünü ter basmış İhsan’ın halini fark eden sahaf kızgınlığını
unutup, arkasında durduğu masadan hafifçe öne doğru eğilip İhsan’ın karşısında
donakaldığının Melek olduğunu görünce gülümsedi. Bir şey yapmaz, endişe etmeyin
dedi. İhsan’ın adamı duyduğu yoktu. Nihayetinde kendine bir parça geldiğinde,
Melek’in üzerine sabitlenmiş bakışlarının eşliğinde geri geri yürümeye başladı.
Telaşından az önce rafa bıraktığı kitaba çarpıp düşürerek kaçarcasına çıktı dükkândan. Sahaf, adamın arkasından şaşkınca bakıp
güldü. Amma da korktu, dedi gözleri İhsan’ın geçtiği yoldan bir an için
ayrılmamış olan Melek’e. Melek sahafa döndü, sarı gözlerini kocaman açarak
baktı bir süre. Sonra dönüp huzursuzca yalanmaya başladı.
Bir başka hayatta sahaf olan adli tabip, otopsi masasında
kendisini bekleyen kadının bedenine doğru eğilmişti. Kadının sol gözkapağını
kaldırdı. Canı çekilmiş göze oturmuş kanı inceledi. Elaymış, diye düşündü.
Sarıya çalan bir ela. Kenarda duran otopsi raporuna göz attı. Kadının adını
okudu. Bir melek neye benzer diye düşündü neşteri eline alırken…
Mey
29 Ağustos 2016 Pazartesi
Gülümsediğimizde…
Gülümsediğimde… Ara sıra gülümserim ama dur bakalım, galiba
bu aralar biraz daha nadir. Evet, tamam. Gülümsediğimde, dünyayla aramdaki
mesafenin değişime uğradığını hissederim. Birimizin hızı artar yani. Kiminde o
beni geride bırakır, kiminde ben onun önüne geçerim. Sözün aslı birimiz
diğerimizden uzaklaşırız. Bundan iki tarafın da şikâyeti yok. Yok, çünkü olduğu
haliyle ve olduğum halimle yabancıyız en baştan birbirimize.
Zoraki bir kabul dünyanınki ben söz konusu olduğumda, biliyorum. Ben de çok
farklı hissediyor sayılmam ona karşı. Birbirimize göre olmadığımızın farkında
olalı çok oldu. Epey oldu ya, yine de celbi, o beni içinde tutuyor farklı bir
seçenek henüz oluşmadığından. Ben de onun beni çevreleyişine rıza gösteriyormuşçasına
suyuna gider görünüyorum. Ama gülümsediğimde, bir gülümseme anı boyunca
kurtuluyoruz birbirimizden. Daha sık gülümsemeliyim, diyorum kendime.
İçtenlikle ve dünyayı beni unutacak kadar dışımda tutarak. Zorla da olmuyor
ama. Numaradan gülsem diye hinlik edesim gelmiyor değil. Ama dünya bu. Anlamaz
mı? Anlar elbet. Anlar ve beni sarmaladığı kollarını daralttıkça daraltır
domuzuna. Gerçekliğine dair şüpheye mahal vermeyecek gülüşler ummaktan başka
çıkarım yok. Yine de gülümsediğimde, ara sıra oluyor, dünyanın kötücül çehresi
silinir oluyor, insanı bir yana, derdi öte yana atıyor. Bir ben kalıyorum
genişleyen yüz kaslarımın içimde sota bir yere pervasızca uzanıverişinde.
A.’nın benden farkı yok. Tek tük gülümseyişlerinin kendisini
dünyanın dışına atıyor olduğunun bilincine henüz ermemiş oluşunu bir yana
bırakırsak o da ben gibi kendisinden haz etmeyen bir dünyanın kollarında
debelenip durmakta. Şimdi durup dururken A. da nereden aklıma geldi? Dünkü yüzü
beliriyor gözlerimde soruya cevap niyetine. Epeydir oturmamış; oturup boş
konuşmalarla süslediğimiz suskunluğumuzun tadına bakmamıştık. Özledin mi, diye
soran olsa… Özlediğim de yok. Yolumuz kesişir, zamanımız uyarsa ben onun için
olurum o da benim için olur geçiciliğin doldurulması gereken boşluğunda.
Eskiden sevişirdik de. Şimdiler de ikimizin de içi çekmiyor olmalı ki, kimsenin
gözlerinde o hafifçe kararmış bakış belirmiyor.
Hava sıcaktı, bira istedik. Kocatepe’nin gözlerden gizli,
insanı şaşırtan yeşilliğinin ortasına kurulmuş çay bahçelerinden birine
oturmuştuk. Caminin avlusu orası, ne birası demeyin. Hangisine oturacağınızı
bilirseniz birası da var soğuk tarafından. N’apıyorsun, diye sordu A. Bir şey
yaptığım yoktu. N’apayım, dedim. Sen n’apıyorsun? N’apayım, diye yanıtladı.
Gülüştük. Hoop işte, önümüze geçti dünya. Göz ucuyla izledim bir an önce uzaklaşmak
için hızlıca devinişini. A.’ya söylemedim ama. Henüz değil.
Memleket meseleleri bir süre sonra konuşmayı anlamsız
kılacak denli çetrefilliydi. Kısa kestik. O bir iki film, dedi. Ben birkaç
kitaptan söz ettim. Kapitalizm karşıtı replikleri ve göndermeleriyle ağzımıza
bir parmak bal çalan bir iki yeni diziden dem vurduk. Normal, şuramıza kadar
gelene dek bu böyle sürdü. Yeter artık, diye çıkışınca ben, A. çok gerginsin
müzik dinle biraz deyiverince gülüş kahkahaya evrildi bende. Dünya depar attı o
sıra. Mesafe büyüyor, diyesim tuttu. A.’nın gözleri kısıldı. Mesafe mi, diye
sordu oltaya irice balık vuracağını sezmiş gibi. Yok bir şey diye
geçiştirebilirdim belki ama onun da gözlerinin açılmasının zamanı gelmişti bana
kalırsa. Söylediklerimi bu yüzden söyledim. İlkin anlamadı. Yineledim tabii.
Düşünce tarihinin o büyük kahramanlarının, işitebilselerdi, onay verecekleri
temellendirmem, A. ‘nın kafasını karıştırmış gibiydi. Etraflıca sordu. Ağzım
laf yaptığından ballandırarak anlattım bir kez daha. Aklına yatıyor gibi
oluyor, sonra bakışlarından şüpheci bulutlar geçtiğini göreyim diye kocaman
kocaman açıyordu gözlerini.
Biz gülümsediğimizde mi oluyor yani, diye sordu kim bilir
kaçıncı kez. Başımla onayladım. Benim, dedim. Önüme geçiyor daha çok, seni de
gerisinde bırakıyor. Niye, diye sordu artık ısınmış birasından aldığı yudum
nedeniyle yüzünü buruşturarak. Bazılarımızı içinde istemiyor belki de, dedim
ama dediğimi çok mantıklı bulmadığım her halimden belliydi. Diyorsun ki, diye
üsteledi. Dünyanın ritmini bozan bir şey var gülümseyişimizde, öyle mi? Galiba,
dedim gizemlice. Emin olamayışın insanı gizemli olana yakın kıldığını düşündüğümden
söz etmedim elbette. Şüphesine şüphe eklemenin âlemi yoktu. Biraz sustuk. O,
dediklerimi düşündü muhtemelen, ben delice olanı bölüşmenin hafifliğiyle etrafı
izledim. Çay bahçesinin hoparlöründen yükselen o berbat şarkının dilime
dolanacağından emin bekledim A.’nın paylaştığımı zihnine kabul etmesini.
Sen bu durumdan memnunsun ama öyle mi, dediğini duyduğumda
bakışlarımı çevirdim yüzüne. Suratındaki ifade ses etmemem gerektiğini
düşündürdüğünden omuz silktim. Burası çok sıcak, dedi A. o sıra. Sıcaktı. Sana
mı gitsek, dedim ani bir kararla. Gülümsedi. Gidelim bence, dedi. Gülümsedim. Yolda,
az önce dilime dolanmış şarkının berbat nakaratını mırıldanırken gördüm. Benim
ömümde, A.’nın gerisindeydi. Dünya. Ritminden haz etmiyorum dünya efendi, diye
fısıldadığımı duyan A.’nın yüzünde beliren ifade zihnime o an kazındı işte.
Dünden beri…
22 Ağustos 2016 Pazartesi
Görülebilir Bir Ben’in Fenalığı
Korkunç bir şey söylemişim gibi bakmıştı yüzüme. Gerçi bir
şeyi – pek önemli bir şeyi – korkunç bir biçimde söylemiştim. Söyleyişime eşlik
eden her ne varsa, onca hazırlığa, onca provaya karşın istediğim etkiyi
yaratmak şöyle dursun, aklıma gelenin başıma gele yazdığına işaret ediyordu. Kurmadığım
bir düşün kırıklığı canıma batıyor, berbat ettiğimi nasıl düzelteceğimi
bilememenin endişesi ile kıvranmama neden oluyordu.
Oysa hazırlanmıştım o ana. Yeminle hazırdım. Uykunun gelmek
bilmediği geceler boyu, yatağımda temas etmediğim tek bir köşe bırakmadan dönüp
dururken, sabahları şişmiş gözlerime buzlu sular çarparken prova etmiştim neyi
nasıl söyleyeceğimi. Ne giyeceğimi umursamadığımdan ne giyeceğime karar
veremediğim dolap önü kalakalışlarım uzadıkça yinelemiş, beğenmeyip tekrar
tekrar değiştirmiştim söyleneceklerin sırasını. Sokakta yürürken umurumda
olmamıştı üzerine basmamam gereken çizgiler, çıkıp indiğim basamakları saymayı
unutur olmuştum hepten. Doğru sözcükleri seçememe kaygısından koltuğumun
altında taşıdığım büyük sözlüğün verdiği sızıya razıydım. Ne çok sözcük var,
diye düşünüyordum sözlüğü satır satır gözden geçirirken ve hangisinin amaca
uygun olduğunu belirlemek ne zor. Zordu, pek çok zorluktan biriydi ama sadece. Zamanını
tutturmak önemliydi örneğin. Yanlış zaman doğru sözcükleri silikleştirir;
ağzından çıkan sözü rahatsız edici bir gürültüye dönüştürebilirdi. Benden
bağımsız akıp giden bir zaman’a hükmedebilmek; bunu yapabileceğimi düşünecek
kadar kendimden emin olmak harcım değildi, biliyordum. Yine de soyunmuştum bir
kere ve zaman konusunda isabet umuyordum. İçtenlik meselesi vardı bir de. Kendini
yazıyla ifade edebilmenin tek çıkarı olduğunu bilen biri olarak, sese bürünmüş
sözden başka çarenin olmayışı feci halde canımı sıkıyordu. Samimiyetin farkında
olmak karşındakinin işi diye rahatlatmaya çalışıyordum kendimi. Ve içimde bir
şey içimi büyük bir açlıkla kemiriyordu. Gözünü karartmayı deneyimlememiş
birinin, gözünü karart olsun bitsin işte baskısının altında ne denli
ezilebileceğini bir ara uzun uzun anlatırım dinlemek isteyene diye not almıştım
defterime. O defterleri yakmalıydım.
Ürkmesine ürküyordum; öyle ki, yabancı bir heyecan kesilmiş
süt gibi dolaşıyordu damarlarımda ve doğal hakkım olan soluğumu ciğerime
tıkıyordu. Damarında durmaya yanaşmayacak kanın baskısı boynumda atıyor,
beklenmedik bir deli cesareti siniyordu üstüme. Hazırlanmayıp ne yapacaktım?
Zamandan ve sözden merhamet dileyip dili serbest bıraktım.
Korkunç bir şey söylememiştim oysa, olsa olsa bir şeyi
- enikonu önemli bir şeyi – korkunç bir
biçimde söylemiştim.
Seni, demiştim. Görüyorum. Seni görüyorum. Gerçek bir “ sen “,
gerçeklik içeren bir “ görme “ . Dehşete
düşmüş bakışlarını fark ettiğimde çok geç olmuştu. Görülebilir bir ben fikrinin
fenalığını hesap edemeyişimi yanıma alıp uzaklaşmıştım oradan. Arkamı dönüp giderken, çizgilere
basmamaya azami bir özen gösterdiğimi anımsıyorum şimdi o günü düşününce.
Mey
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)