13 Aralık 2016 Salı

Yan Masada...

Öyle deme Rasim abi, diyor başından beri konuşan. Rasim abinin bir şey dediği yok aslında. Dirseğini masaya dayamış, yumruk yaptığı elini de yüzüne yaslamış oturuyor; yarı açık gözlerini masadaki lakerda tabağından ayırmıyor. Beriki, kırık dökük bir sesle başladığı anlatısı ilerledikçe, nereden bulduğunu çıkaramadığımız bir güveni sesine ekledikçe ekliyor. Rasim abinin lakerdaya kilitlenmiş bakışlarında içimi burkan bir şey var, yine de bizdeki ilgi anlatıcıya odaklı. Nerede kalmıştık?

Öyle deme Rasim abi, diyordu hep konuşan. Art arda indirilmiş bıçak darbesi gibi her biri… Böyle böğrüme böğrüme. Delip geçiyor; ciğerime yakın, bir dahakine ıskalamayacağım der gibi kararında bir yerde bırakıyor. Bırakıyor ama bir süreliğine. İyileşmeye yüz tuttuğunu domuz gibi bildiğinden… Nereden biliyor abi, nasıl biliyor?

Burada soluklanıyor anlatıcı. Rasim abiye yöneltiyor dikkatini. Rasim abisinin lakerda tabağıyla olan bağını fark etmemiş olacak ki, çatalını eline alıp tabağa doğru hamle yapıyor. Yarı yolda vazgeçip, önce beyaz peynir ardından bir dilim kavun atıyor ağzına. Derken rakısından büyük sayılabilecek bir yudum alıyor. Elinin tersiyle siliyor bıyıklarından rakıdan kalanı. Kalmadığı bir yerden sürdürüyor konuşmayı, aradaki boşlukları sen doldur, der gibi.

N’apayım ben Rasim abi, diyor. Bir şey söyle. Rasim abinin bir şey söylemesine vakit bırakmadan ekliyor ardından: Ama sakın okuma gitsin, deme bana abi. Nasıl okumayayım? Yazmasın o da. Yok, yazsın gerçi. Gördün mü bak, Rasim abi? Yazsa bir dert yazmasa başka dert. İki – üç gün sesi çıkmasa, ki domuzluğuna susar kiminde, o zaman alır beni başka bir dert. Ya kaybolursa ya hepten susarsa? Susmaz ama. Susmuyor Rasim abi. Hırsını beyaz peynirden çıkarmak ister gibi çatalıyla ezip duruyor tabağındaki konuşurken. Rasim abisinin sessizliğine mi hırslanıyor ama konuşmaktan da kendini alamadığı için kendine mi kızıyor, çıkaramıyoruz o anda. Bana kalsa kızgınlığı kendine. Rasim abiye diye düşünüyor karşımdaki. Adamın heykel kıvamında oturuşunda, rahatsız edici bir yan olduğunu söyleyecek bana sonrasında. Anlatıcının bunu umursadığını sanmıyorum oysa ben.

Kaç kez öldüm ben biliyor musun Rasim abi, diyor rakıdan alınmış bir büyük yudumun ardından. Bu kez bıyıklarında kalan umurunda değil gibi. Kaç kez öldürdü beni de gıkımı çıkarmadım biliyor musun, yinelemesi geliyor o sıra. Nereden bilsin Rasim abi diye düşünüyorum ben; adamcağız lakerdanın gizemiyle bulmuş belasını. Gülecek gibi oluyorum, işittiklerimin ağzımda bıraktığı ve şimdilik nedeni belirsiz acılığı yok etmek için kavun dilimine abanırken. Rasim abinin kıpırdandığını fark ediyorum o anda. Elini yanağından çekiyor. Rakıyı dipleyip, bu kez diğer kolunu kullanarak önceki pozisyonunu alıyor yeniden. Bakışlarında aynı tembellik, dalıp gidiyor lakerda tabağına.

Bir şey deme Rasim abi, diyor beriki. Bir şey demeye yeltendi de ben mi göremedim merakımı bastırıp devamını bekliyorum söyleyeceklerinin. Denilecek her şeyi dedim ben zaten kendime, diye sürdürüyor. Dedim ama dinledim mi? Dinlemedim abi. Dinlesem iyiydi. Yok saysam, umurumda olmasa mesela. Yok abi, kendimi dinlemeyi bile beceremezken onu dinlememek hayal bana. Ama biliyor abi. Nereden biliyor abi, nasıl biliyor?

Nasıl bildiğini, bilecek gibi oluyorum ben. Tam da işaret parmağımı kadehin etrafında çevirirken dalgınlığımın içinden çıkaracak gibiyken nasıl bildiğimi, kanun ve keman başlıyor. Uşşak makamından giriyorlar, “Bir gönül hikayesi anlatırdı gözlerin “şarkısına. Meyhanenin müdavimlerinden coşkulu bir alkış kopuyor. Yan masadakinin konuşması işitilmez oluyor. Elimi kadehten çekiyorum. Karşımdaki, işitilebilmek için eğilip, sen nereden biliyorsun peki, diye soruyor. Yüzümde çaresiz bir sırıtışla bakıyorum cevapsızlığımdan. Rasim abiyi deli gibi kıskandığımı düşünüyorum bir yandan da. Bizim masada lakerda yok…



Mey