Öyle deme Rasim abi, diyor başından beri konuşan. Rasim
abinin bir şey dediği yok aslında. Dirseğini masaya dayamış, yumruk yaptığı
elini de yüzüne yaslamış oturuyor; yarı açık gözlerini masadaki lakerda
tabağından ayırmıyor. Beriki, kırık dökük bir sesle başladığı anlatısı
ilerledikçe, nereden bulduğunu çıkaramadığımız bir güveni sesine ekledikçe
ekliyor. Rasim abinin lakerdaya kilitlenmiş bakışlarında içimi burkan bir şey
var, yine de bizdeki ilgi anlatıcıya odaklı. Nerede kalmıştık?
Öyle deme Rasim abi, diyordu hep konuşan. Art arda
indirilmiş bıçak darbesi gibi her biri… Böyle böğrüme böğrüme. Delip geçiyor;
ciğerime yakın, bir dahakine ıskalamayacağım der gibi kararında bir yerde
bırakıyor. Bırakıyor ama bir süreliğine. İyileşmeye yüz tuttuğunu domuz gibi
bildiğinden… Nereden biliyor abi, nasıl biliyor?
Burada soluklanıyor anlatıcı. Rasim abiye yöneltiyor
dikkatini. Rasim abisinin lakerda tabağıyla olan bağını fark etmemiş olacak ki,
çatalını eline alıp tabağa doğru hamle yapıyor. Yarı yolda vazgeçip, önce beyaz
peynir ardından bir dilim kavun atıyor ağzına. Derken rakısından büyük
sayılabilecek bir yudum alıyor. Elinin tersiyle siliyor bıyıklarından rakıdan
kalanı. Kalmadığı bir yerden sürdürüyor konuşmayı, aradaki boşlukları sen
doldur, der gibi.
N’apayım ben Rasim abi, diyor. Bir şey söyle. Rasim abinin
bir şey söylemesine vakit bırakmadan ekliyor ardından: Ama sakın okuma gitsin,
deme bana abi. Nasıl okumayayım? Yazmasın o da. Yok, yazsın gerçi. Gördün mü
bak, Rasim abi? Yazsa bir dert yazmasa başka dert. İki – üç gün sesi çıkmasa,
ki domuzluğuna susar kiminde, o zaman alır beni başka bir dert. Ya kaybolursa
ya hepten susarsa? Susmaz ama. Susmuyor Rasim abi. Hırsını beyaz peynirden
çıkarmak ister gibi çatalıyla ezip duruyor tabağındaki konuşurken. Rasim
abisinin sessizliğine mi hırslanıyor ama konuşmaktan da kendini alamadığı için
kendine mi kızıyor, çıkaramıyoruz o anda. Bana kalsa kızgınlığı kendine. Rasim
abiye diye düşünüyor karşımdaki. Adamın heykel kıvamında oturuşunda, rahatsız
edici bir yan olduğunu söyleyecek bana sonrasında. Anlatıcının bunu
umursadığını sanmıyorum oysa ben.
Kaç kez öldüm ben biliyor musun Rasim abi, diyor rakıdan
alınmış bir büyük yudumun ardından. Bu kez bıyıklarında kalan umurunda değil
gibi. Kaç kez öldürdü beni de gıkımı çıkarmadım biliyor musun, yinelemesi
geliyor o sıra. Nereden bilsin Rasim abi diye düşünüyorum ben; adamcağız
lakerdanın gizemiyle bulmuş belasını. Gülecek gibi oluyorum, işittiklerimin
ağzımda bıraktığı ve şimdilik nedeni belirsiz acılığı yok etmek için kavun
dilimine abanırken. Rasim abinin kıpırdandığını fark ediyorum o anda. Elini yanağından
çekiyor. Rakıyı dipleyip, bu kez diğer kolunu kullanarak önceki pozisyonunu
alıyor yeniden. Bakışlarında aynı tembellik, dalıp gidiyor lakerda tabağına.
Bir şey deme Rasim abi, diyor beriki. Bir şey demeye
yeltendi de ben mi göremedim merakımı bastırıp devamını bekliyorum
söyleyeceklerinin. Denilecek her şeyi dedim ben zaten kendime, diye sürdürüyor.
Dedim ama dinledim mi? Dinlemedim abi. Dinlesem iyiydi. Yok saysam, umurumda
olmasa mesela. Yok abi, kendimi dinlemeyi bile beceremezken onu dinlememek
hayal bana. Ama biliyor abi. Nereden biliyor abi, nasıl biliyor?
Nasıl bildiğini, bilecek gibi oluyorum ben. Tam da işaret
parmağımı kadehin etrafında çevirirken dalgınlığımın içinden çıkaracak gibiyken
nasıl bildiğimi, kanun ve keman başlıyor. Uşşak makamından giriyorlar, “Bir gönül
hikayesi anlatırdı gözlerin “şarkısına. Meyhanenin müdavimlerinden coşkulu bir
alkış kopuyor. Yan masadakinin konuşması işitilmez oluyor. Elimi kadehten
çekiyorum. Karşımdaki, işitilebilmek için eğilip, sen nereden biliyorsun peki,
diye soruyor. Yüzümde çaresiz bir sırıtışla bakıyorum cevapsızlığımdan. Rasim
abiyi deli gibi kıskandığımı düşünüyorum bir yandan da. Bizim masada lakerda
yok…
Mey