Parmaklarını bitkinin küçük yapraklarının arasında gezdirip
bekledi. Yüzünde muzip sayılabilecek bir gülümsemeyle karşıladı kokuyu. Avucunu
sımsıkı yumması içinde olanı kaybetmeme telaşındandı. Havaya yayılan artık
duyulmaz olunca, elini burnuna götürüp kokladı. Bitkinin kokusunu, temas
edilmeksizin kendini sunmayışında, seni hatırlatan bir yan olduğunu aklına
getirmedi. Koku güzeldi, ferah bir his
bırakıyordu insanın ellerine ve burnuna. Hem fesleğenleri herkes sever, diye
düşündü. Nedenini henüz çıkaramadığı huzursuzluğun içinde büyümekte oluşunu
hissetmiş gibi savunmaya geçmişti.
O sırada seslendim içeriden. İlkinde işitmedi. Belki de
işitmek istemedi. Bir kez daha, sesimi az yükselterek, denedim. Sesime verdiği sesi izlediğimde balkona doğru
ilerlemeye başlamıştım bile. Görüş alanıma girmemişti ama onu fesleğenin
başında bulacağımı biliyordum. Bakışlarımız buluştuğunda, gözlerimdeki kınar
bakışların canını sıkacağını biliyordum. Canını sıkmak istediğimden değildi,
ama insan duyularına da söz geçiremiyor bazen. Rahat bırak şu çiçeği, dedim
sesimi yumuşatmakta zorlanarak. Bu kez onun bakışları. Karşılamakta zorlanacak
gibi olduysam da, dayandım. Bir süre öylece durduk. Sessizliği nihayetinde
bozduğunda; zarar vermiyorum çiçeğe diyordu. İnat edecektim: elin sürekli
üzerinde, dedim. Hassas onun yaprakları, dökülüverirler. Söylediğimin temelsizliğinin
farkında başımı çevirdim hemen. Hiç kaçırmazdı; derhal yakaladı. Abartıyorsun,
diyordu bir yandan da gülümserken. Çay, dedim kurtuluşum olduğunu bilerek. Gülüşü
yüzüne yayıldı. Hadi içelim, dedi. Az daha kapışacak gibi olduğumuzu unutmuş
gibiydi. İkiletmeden mutfağa girdim.
Elimde ince bellilerle balkona döndüğümde, fesleğenin masaya
taşınmış olduğunu gördüm. Unutmaya çalıştığımı, hatırlamaktaki ısrarına isyan
edebilirdim; istedim de. Sesimi çıkarmadım yine de. Her ikimiz de gereksindiğimize
inatçıydık. Mücadeleyi ne zaman ertelememiz gerektiğini de biliyorduk. Karşılıklı
oturduk, aramızda fesleğen. İlk yudumlar alındı, gözler fesleğene dikildi, gözler
fesleğenden kaçırıldı, biraz susuldu, akla gelen sorular dile dökülmeden
saklandı. Akşamın yavaşça inişine yorgun bakışlar eklendi. Çaya övgüler,
havanın güzelliğinden dem vurmalar, suya sabuna dokunmayan değiniler derken
çayı tazelemeye gönüllü oluşuyla bir parça rahatlamış halde arkama
yaslandım. Hafif bir esintiyle burnuma, kalbime,
belleğime ulaşabileceğini bildiğim çiçeğin tehlikesine baktım. Beni bunca
ürkütenin, onda bir tür düşkünlüğe dönüşmesinin ironik olduğunun farkında olup
olmadığını meraka meyilliliğim de ayrıca içimi eziyordu. Ne düşündüğünü
biliyorum, diyerek girdi balkona elinde tazelediği bardaklarımızda. Elbette biliyorsun, diyerek güldüm. Oturur oturmaz
eli fesleğene gitti inadına; yapraklarını karıştırdı sertçe ve koku ikimize
ayrı ayrı abandı. Çok sürmeyecekti senden söz etmeye başlaması biliyordum. Çiçeğin minik yeşil yapraklarındaki kımıltının
temasının değdiği yerlerdeki sızıyı bildiğim gibi biliyordum üstelik. Yapmamasını
dileyen bakışlarımı görmezden gelecek; aylardır yuttuğu cümleleri peş peşe
sıralayacaktı. Yükselen paniğin boğazımdan elde olmadan dökülüverecek bir
iniltiyi hazırda tuttuğunun bilincinde; sus, dedim. Ağzımı bile açmadım, diye
karşılık verdi bildik bir şımarıklıkla. Sus, dedim yine. Niye konuşayım ki,
diye patladı bu sıra. “ Biliyoruz neyi bölüştüğümüzü…”
Çaya uzanmış elim havada kaldı. Bent yıkıldı; akabildiğince
aktı aramızdaki fesleğenin yapraklarına. Öyle ya. Biliyorduk. Neyi bölüştüğümüzü.
Kötü bir hayatı,
anlamsız bir özlemi,
çelişikliğinden bizi bitap düşüren gel – git bir iki ısrarcı
duyguyu,
anıya benzemeyen ve baştan ayağa anıya dönüşmüş bir
diyalogu,
tuhaf ve istenmeyen bir düşü,
aklı baştan alan bir korkuyu,
onulmaz bir derdi,
sefil bir zihni,
gerçekliği şüpheli, aynı oranda güzellik vaat eden bir arzuyu
ve
şu fesleğene vurgun duyusal acizliği,
bi’de
ezasına son veremediğimiz şu bedeni bölüşüyor ve biliyorduk
tamı tamına neyi bölüştüğümüzü.
“ Konuşmasak da..”
Mey
* Turgut Uyar