30 Ocak 2015 Cuma

Keşkeler Listesi...

Yazdığım gibi okuma, demek istemiştim çokça sana.
Yazıldığı gibi
okunmaz bende sözcükler.
Yazdığım gibi okusaydın yine de!..


Mey



29 Ocak 2015 Perşembe

Yara'nın Çağrısı...

Kapı duvar.
Nereden çıkıp geldi, diye hayıflanıyor açmayan.
Gitsin!
Çağrısız gelmiş olan bekliyor açılmayan kapının önünde.
Sen değil, diye sesleniyor neden sonra. Sana değil.
Kulak tıkıyor kapı tokmağındaki kıpır kıpır elini tutmakta zorlanan.
Duymuyorum, duymayacağım, diyor. Gitsin!
Sen değil, diyor yine beriki. Sana değil.
Neden geldi, gelmemeliydi sorusu bir çaresizlik kapıyı açmayacak olanın bilincinde.
Gitsin, diyor. Gitsin!
Susuyorlar.
Birinin soluğu diğerine duyulur olana dek susuyorlar.
Çağırmadım, diyor içerideki.
Sen değil, diyor kapıdaki.
Ne, diye soruyor; kim diye soracakken ağzından çıkana ne'ye anlam veremeden.
Dışarıdakinin kararsızlığını duyuyor açıkça bu arada. Ürküyor duyumsadığından.
Kim veya ne?
Nihayetinde yanıt, olanca şiddetiyle vuruyor kendini kapıya: Yara'n, diyor hiç tereddütsüz. Sen değil, yara'n çağırdı.
Kendini çağıran yara, diyerek dudak büküyor içerideki.
Sen değil, diyebiliyor dışarıdakinin giderek solan sesi.
Uzunca kanıyorlar. Kapı duvar...


Mey







28 Ocak 2015 Çarşamba

Kederli Tutkular…/ Spinoza Dikeni

Kimse kendi duygulanma gücünü aşan herhangi bir şeyin kendisine iyi geldiğini hiçbir zaman söylemeyecektir, diyor durup dururken. Şaşkınca başımı kaldırıyorum. Nereden çıktı bu şimdi, bakışı gözlerimde. Bana bakmıyor. Ses vermek zorunda kalıyorum:

Ne diyorsun yine Benedictus’cum, diyorum. Hem duygulanma gücünü aşmak da ne demek?
Çirkin bir şey, diyor gülerek. Aradan geçen uzun zamanın ardından yeniden karşı karşıya oluşumuzdan memnuniyetini saklamak istese de başarılı değil. Ben de değilim. Hoş ben saklama gereği duymuyorum.

Duygulanma gücünüzü aşan her şey çirkindir, diyor.
Açık konuş, diyorum anlamamaktan mustarip zihnim yavaştan ısınmaya başlamışken. Yine bana ne demeye çalışıyorsun?

Gülümsüyor. Gülümseyişinde barışçıl çizgiler var ve ben kendimi sakin kalmaya zorluyorum sırf o çizgileri sevdiğimden.
Kederli tutkuların yerini sevinç duygularının almasının zamanı çoktan geldi diyorum, diye yanıtlıyor beni. Anlamaya başladığımı görmekten biraz daha rahatlamışlığı, aramızdaki huzur ortamının bozulmasından endişe eden yanına baskın çıkmış, besbelli.

Kederli tutkuların duygulanma gücümü aştığını mı söylemek istiyorsun, dediğimi duyduğumda kendime kızıyorum. Bi’ rahat dur işte!

Sadece senin değil, diyor yumuşak bir sesle. Herkesin duygulanma gücünü aşar. Bu yüzden sevinç duyguları var. Sevinç duyguları, sanki tramplendeymişiz gibi, ortalıkta kederlerden başka bir şey olmasaydı hiçbir zaman aşamayacağımız bir yeri kat edebilmemizi sağlar.

Sevinçlerim de var benim bi’ kere, dedirtiyor içimde itiraza çok meyilli o yan.
Benedictus’ta da var öyle bir yan. Ona; belli ki çok yetersiz, dedirten de o, biliyorum.
Bir süre konuşmuyoruz. Dayanamıyorum:
Bunların farkında olmadığımı mı düşünüyorsun, diyorum. Elbette farkındayım.
İnanmaz bakışlarını gizlemek ister gibi çeviriyor yüzünü. Kendimi durduramıyorum o noktada:
Hem, diyorum. Senin deyiminle ‘sevinçli duygular’, yine senin deyiminle ‘ kederli tutkular’ olmaksızın olabilirler miydi? Duygulanma gücünü bilmem ama diyalektiğin gücü diye bir şey var.

Susuyorum.
Düşünüyor.
Bu bir oluş sorunu, biliyorsun diyor sonunda.

Nasıl yani Benedictus’cum, diye soruyorum; aslında sevinçli bir duygunun tam da orada, aramızda, durduğunu görememesiyle eğleniyorum bir yandan da.
Küçük bir sevinç bizi kederli duyguları süpürüp atan bir somut fikirler dünyasına atıverir, diyor. Yani anlamanın dünyasına.

Domuzuna, anlamadım diyorum. Gülüyor.
Eğer sen ve ben, diyor. Sevinçli bir duygu etrafında ortak bir kavram yaratabilirsek; ilişkimizin belli bir noktasında şunu diyebiliriz: sonuçta bir şey anladım!
Lafı ağzına tıkıyorum:  ve düne göre daha az aptalım!
Gülüyor.
Gülüyorum.
Sevinçli bir duygu serpiliyor ikimizin arasında bir yerden.
Artık aklı başında olabilirsin, diyor.
Hiç sanmıyorum, derken sırıtıyor ve kederli duygularımı onun göremeyeceği bir yere saklamış oluşuma şükrediyorum.
Unutma, diye hatırlatıyor: aklı başında olma da bir oluş sorunudur.
Kederli tutkular da öyle, diyorum.
Özlemişsin beni, diyor.
Sen de beni, diyorum. Sesini çıkarmıyor…

Mey


*Benedictus karakterine atfedilen düşünceler, Deleuze’un ‘ Spinoza Üstüne On Bir Ders ’ adlı kitabından derlenmiştir…








İkame Dil.../ Haiku

Susabilseydin;
yeterince
ve inatla.
Yine de söylerdi bir şeyi.
Arsızca baktığın o göğ...

Mey



                                                             Mey

22 Ocak 2015 Perşembe

Tekil...

Kaç'ız, diye sordu. Merakla bakındı yanına yöresine.
Saydı:
Söylenmemiş şu şarkı,
unutulmaya yüz tutmuş bu hikaye,
sahiplenilmemiş o ad.
Hepimiz buradayız, dedi. Rahatlamış gibiydi.
Burada ve bir'iz. Ben'iz...

Mey




19 Ocak 2015 Pazartesi

Kara Bıyıkları Uzamayacak Artık!

Hızlı adımlarla yürüyordu, bu düşüncelerini düzene koymasını sağlıyordu. Yarın gazeteye yetiştirmesi gereken konuyu henüz bulamamıştı.
Sağ tarafındaki vitrin camından kendisini gördüğünde adımlarının yönünü değiştirerek, berbere doğru yola koyuldu. Traş olmalıydı.
Ses duymadı, acı duymadı yere yığıldığında. Tek ayağını karnına doğru çekebildi sadece, elini karın boşluğuna değdirdiğinde bir sıcaklık hissetti.
Kırmızı gölgesine bakarak gülümsedi. ‘’Yarın gazeteler beni yazacak’’ diye mırıldandı.


Seçkin Aydın Kınacı







17 Ocak 2015 Cumartesi

Tikel...

Bir kısım ' ben ' bırakıyorum sana, dedi.
Özledikçe o'na susasın diye.
Beriki, eline tutuşturulmuş parçaya dalgınca baktı ilkin; ardından okşar gibi çevreledi  parmaklarıyla...


Mey




16 Ocak 2015 Cuma

Kurgu Sanısı...

Kaçış'a
kaçış'la karşılık verirken, kalbindeki çiziğin sızıyla, aydı.
Anladı. Şaşaladı bi'de.
Asıl kurgu, kurgu sanısına inandırmakmış. Kendini...


Mey




15 Ocak 2015 Perşembe

Döngü../ Haiku

Hava döndü,
bir daha döndü. Ve yine.
Tüm mevsimlerini yaşadık ' biz ' olamamanın..


Mey




14 Ocak 2015 Çarşamba

Biri… / Farkındalık…

Kendinin farkına varması için onların gelmesi gerekmişti demek. Öncesine dair hiçliğin başka anlamı olamazdı. Gelmişlerdi ve o var olmuştu. Henüz ‘Biri’ olmadığı bir zamandı.

Sesle başladı diye düşünüyor Biri. Birdenbire olmuşluğuna ilişkin ilk anısı sesti. Çekilen, kaldırılan itilen gürültüyle yere bırakılan eşyaların dehşet verici sesiyle varlık bulmuştu. Ne? Evren, o gürültüsüyle aklını başından alan sokak, bu ev, şu içinde uyandığı – doğduğu belki – çatı arasının karanlığı. Sonra diğer sesler. Alçak, yüksek tonlu konuşmalar, gülüşmeler, kiminde öfkeli atışmalar ve bir de o tüylü yaratığın çıkardığı, dilini çözemediği o ses. İşitebilmenin henüz bir haz olmadığı o ilk seferde, üstüne abanan ve çokluk içeren bir korkuydu hissettiği. Derken alıştı. Her seferinde – işitmek, görmek, kokuyu almak, havadaki gerilim veya neşeyi oluşunun her zerresinde duyumsamak; bunların hepsine -  az az alıştı. Nereden ve nasıl geldim buraya sorusu için acelesi yoksa da, merak da kısa sürede peyda olmaya başlamıştı.

Belki de yanlarında getirmişlerdir beni, fikri; bir cevap arayışının aceleye getirilmiş, dayanaksız ve hemen çürütülebilir bir sonucuydu. Öyle olsaydı, orada olduğunu bilirlerdi, düşüncesiyle hemen vazgeçti, başından beri onlara ait olduğu umudundan. Bu çatı arasının daimi bir nesnesi olabileceğini düşünmemek için bir neden yoktuysa da, sıcaklık hissetmediği bir çözüm olarak geriye ittiği bir seçenekti. Belki cevap onlardaydı ama bunu sorabilecek durumda olmadığı gibi, onlar tarafından fark edilmemişliğinin ayanlığına içerlediğinden bu düşünceyi de gerilere itmeyi tercih ediyordu. Derken tüylü yaratık – kedidir olsa olsa – Biri’nin içerisini yine Biri’nin dışarısından ayıran kapının önünde fazlaca zaman geçirmeye; Biri’ne ürkünç gelen yeşillikteki gözlerini o kapıya uzun uzun dikmeye başladı. Bir kapının önü ve hemen ardını saran huzursuzlukla uzun saatler harcamaya başladılar tüylü yaratıkla. Giderek diğerlerinin – kadının ve çocuğun – evde olmadıkları uzun saatlerin tek eğlencesine dönüşen bu kapı önü / arkası duruşlarını sever gibi oldular. Tüylü yaratığın – kedi diyelim artık ona – ısrarla kapının önünde nöbetteki bir asker gibi durmaları ilkin çocuğun dikkatini çekti. Ne var kızım orada, diye sordu hayvanın başını okşayarak. Yoksa fare mi, diye sorarken akla düşen bu olasılığın kendini huzursuz ettiğini belli eder bir tını vardı sesinde. Fare olabilir miyim acaba, sorusu böyle düştü Biri’nin aklına.

Ama hikâyenin başlangıcı bu an da değildi…

( sürmeyi sürdürecek)


Mey








12 Ocak 2015 Pazartesi

Söz'ün...

mey'e...

Sen güne uyanayım derken
Güneş tayfındaki bütün renklere boyadı.
Seni.. adını…..  ağzındaki sözünü.
Sözüne kuşlar kondu görünmez izleriyle
Nefesinden içtiler…. doymadılar.
Baktığın yere izlerini bıraktılar

Değmeden dudaklarında kaldı yelleri…

Adnan Ercan




11 Ocak 2015 Pazar

Mesafe.../ Haiku

Yapabilseydim;
bilincimizden bağımsız bir
' uzak ' veya ' yakın ' olmadığını
yazardım. Mesafe anlardı dediğimi...

Mey




Şaşkın Sanatçı...

Aşkamleyin bir tren çizdi  ressam.
son vagon ayrılıp kağıttan
depoya gitti tek başına.

İşte kesinlikle bu vagondaydı ressam da...


Yannis Ritsos


                                                           Gennady Bilohin

9 Ocak 2015 Cuma

Biri...

Adının 'biri' olduğunu,
kadının - kadın da bir ad mı emin değil - biri'nin dışarısından kapıyı açarak başını uzatıp, kuşku dolu bakışlarını dakikalarca biri'nin içerisinde dolaştırdıktan sonra;
burada 'biri' var gibi, demesiyle anladı.
Saatler süren kararsızlığının ardından kabullendi: Biri. Bu benim adım olmalı, dedi. Sevinmeyi bilmiyordu ama bir şeyin değiştiğinden emindi. Defalarca yineledi adını: Biri. Biri. Biri.
Bir şey olmaktan çıkıp, 'biri'ne dönüşmenin bir dönüm noktası olduğunun farkındaydı. Değişeni duyumsuyor ama henüz anlamlandıramıyordu. Bildiği tek şey - bizim de bilir olacağımız tek şey - Biri'nin hikayesinin başlangıcının bir ad'a kavuştuğu an olmadığıydı.

( Girişi henüz kurgulanmamış bir hikayenin, Biri'nin hikayesinin, orta yerindeyiz. daha ne kadar burada olacağımızın bilgisi eksik; biraz kuşkulu, biraz meraktayız. Sabr et, diyor kalem. çaresizliğimizden boyun eğiyoruz...)

Bir ad'ım yokken, diye zihninden geçiriyor Biri. Neydim? Veya bir şey miydim?
Tüm bilememe anlarında üzerine abanan o anlamsızlık peyda olunca kuytusuna çekiliyor. Hikayenin girişi de yok belki, şüphesi orta yerde kalakalıyor. Biri'nin alışkın olduğu karanlık, hikayenin orta yerine sere serpe yayılıyor...

( sürecek)

Mey



8 Ocak 2015 Perşembe

Düşmek ve Uçmak...

Tekinsiz yürüyor
haksız bir uçurumun
kıyısında. Kalbin ayakları.
Ve biliyor;
düşmek ve uçmak,
bir ve aynıdır 'dur ' bilmezliğinde..

Mey




5 Ocak 2015 Pazartesi

Öndeyi. Kurgu Veya...

Günün birinde, dedi.
Birimiz, bir elektronik posta haberiyle öğrenecek diğerinin göçüp gittiğini.
Durdu. Baktım.
Durdum. Baktı.
O kadar nefret mi duyacaksın, diye sordum gözlerinde gördüğümden ürkerek.
Bunca bağışlamaz mı olacaksın, diye karşıladı soruyu.
Sustum. Anladı.
Sustu. Anladım...


Mey




3 Ocak 2015 Cumartesi

Mut Yastığı..

Deniz doldurulmuş
yastıktı söz'ün.
Yasladı başını, gözleri yumulu.
Kopmasın o yersiz gülüş diye,
uyuduğuna iknaya çabalıyor. Kendini..


Mey


                                                      Man Ray

2 Ocak 2015 Cuma

“ Biliyoruz Neyi Bölüştüğümüzü…”*

Parmaklarını bitkinin küçük yapraklarının arasında gezdirip bekledi. Yüzünde muzip sayılabilecek bir gülümsemeyle karşıladı kokuyu. Avucunu sımsıkı yumması içinde olanı kaybetmeme telaşındandı. Havaya yayılan artık duyulmaz olunca, elini burnuna götürüp kokladı. Bitkinin kokusunu, temas edilmeksizin kendini sunmayışında, seni hatırlatan bir yan olduğunu aklına getirmedi.  Koku güzeldi, ferah bir his bırakıyordu insanın ellerine ve burnuna. Hem fesleğenleri herkes sever, diye düşündü. Nedenini henüz çıkaramadığı huzursuzluğun içinde büyümekte oluşunu hissetmiş gibi savunmaya geçmişti.

O sırada seslendim içeriden. İlkinde işitmedi. Belki de işitmek istemedi. Bir kez daha, sesimi az yükselterek, denedim.  Sesime verdiği sesi izlediğimde balkona doğru ilerlemeye başlamıştım bile. Görüş alanıma girmemişti ama onu fesleğenin başında bulacağımı biliyordum. Bakışlarımız buluştuğunda, gözlerimdeki kınar bakışların canını sıkacağını biliyordum. Canını sıkmak istediğimden değildi, ama insan duyularına da söz geçiremiyor bazen. Rahat bırak şu çiçeği, dedim sesimi yumuşatmakta zorlanarak. Bu kez onun bakışları. Karşılamakta zorlanacak gibi olduysam da, dayandım. Bir süre öylece durduk. Sessizliği nihayetinde bozduğunda; zarar vermiyorum çiçeğe diyordu. İnat edecektim: elin sürekli üzerinde, dedim. Hassas onun yaprakları, dökülüverirler. Söylediğimin temelsizliğinin farkında başımı çevirdim hemen. Hiç kaçırmazdı; derhal yakaladı. Abartıyorsun, diyordu bir yandan da gülümserken. Çay, dedim kurtuluşum olduğunu bilerek. Gülüşü yüzüne yayıldı. Hadi içelim, dedi. Az daha kapışacak gibi olduğumuzu unutmuş gibiydi.  İkiletmeden mutfağa girdim.

Elimde ince bellilerle balkona döndüğümde, fesleğenin masaya taşınmış olduğunu gördüm. Unutmaya çalıştığımı, hatırlamaktaki ısrarına isyan edebilirdim; istedim de. Sesimi çıkarmadım yine de. Her ikimiz de gereksindiğimize inatçıydık. Mücadeleyi ne zaman ertelememiz gerektiğini de biliyorduk. Karşılıklı oturduk, aramızda fesleğen. İlk yudumlar alındı, gözler fesleğene dikildi, gözler fesleğenden kaçırıldı, biraz susuldu, akla gelen sorular dile dökülmeden saklandı. Akşamın yavaşça inişine yorgun bakışlar eklendi. Çaya övgüler, havanın güzelliğinden dem vurmalar, suya sabuna dokunmayan değiniler derken çayı tazelemeye gönüllü oluşuyla bir parça rahatlamış halde arkama yaslandım.  Hafif bir esintiyle burnuma, kalbime, belleğime ulaşabileceğini bildiğim çiçeğin tehlikesine baktım. Beni bunca ürkütenin, onda bir tür düşkünlüğe dönüşmesinin ironik olduğunun farkında olup olmadığını meraka meyilliliğim de ayrıca içimi eziyordu. Ne düşündüğünü biliyorum, diyerek girdi balkona elinde tazelediği bardaklarımızda.  Elbette biliyorsun, diyerek güldüm. Oturur oturmaz eli fesleğene gitti inadına; yapraklarını karıştırdı sertçe ve koku ikimize ayrı ayrı abandı. Çok sürmeyecekti senden söz etmeye başlaması biliyordum.  Çiçeğin minik yeşil yapraklarındaki kımıltının temasının değdiği yerlerdeki sızıyı bildiğim gibi biliyordum üstelik. Yapmamasını dileyen bakışlarımı görmezden gelecek; aylardır yuttuğu cümleleri peş peşe sıralayacaktı. Yükselen paniğin boğazımdan elde olmadan dökülüverecek bir iniltiyi hazırda tuttuğunun bilincinde; sus, dedim. Ağzımı bile açmadım, diye karşılık verdi bildik bir şımarıklıkla. Sus, dedim yine. Niye konuşayım ki, diye patladı bu sıra. “ Biliyoruz neyi bölüştüğümüzü…”

Çaya uzanmış elim havada kaldı. Bent yıkıldı; akabildiğince aktı aramızdaki fesleğenin yapraklarına. Öyle ya. Biliyorduk. Neyi bölüştüğümüzü.

Kötü bir hayatı,
anlamsız bir özlemi,
çelişikliğinden bizi bitap düşüren gel – git bir iki ısrarcı duyguyu,
anıya benzemeyen ve baştan ayağa anıya dönüşmüş bir diyalogu,
tuhaf ve istenmeyen bir düşü,
aklı baştan alan bir korkuyu,
onulmaz bir derdi,
sefil bir zihni,
gerçekliği şüpheli, aynı oranda güzellik vaat eden bir arzuyu
ve
şu fesleğene vurgun duyusal acizliği,
bi’de
ezasına son veremediğimiz şu bedeni bölüşüyor ve biliyorduk tamı tamına neyi bölüştüğümüzü.
“ Konuşmasak da..”

Mey
* Turgut Uyar






1 Ocak 2015 Perşembe

İnadına Tutunmaya Dair Tek Söz...

Dikme gözünü, dedim.
Gelmediğin yollardan
gitmeyeceğim.


Mey


                                                Jeen Na