1 Eylül 2014 Pazartesi

Göz ve Ses...

Okuduğumuz hikâye tarifsiz bir karanlıkla açtı kendini. Seçemezliğimizden şaşkın dönüp birbirimize baktık ilkin. Sonra tekrar hikâyeye. Bir şey görünmüyor, diye fısıldadım yanımdakine. Ayanı dile getirmeyi gereksiz bulmuş olacak ki, sessiz kaldı okuma ortağım. O hala, başlangıçtaki itirazına takılı kalmış gibiydi. Neden birlikte okumamız gerekiyor ki?  Nedenden ben de haberdar değildim, birlikte okumamız istenmişti, okuyorduk işte. Fenası hikâyenin açıldığı karanlık öyle gerçekti ki, ‘bir duyusunu kaybeden bir dünyayı kaybeder ’ bildirimi daha bir anlamlı gelmeye başlamıştı. Belki de görülecek bir şey yoktur, dedim karanlığa eklenen sessizliğin sinirimi bozmaya başlamasından bir parça paniklemiş olduğumdan. Şşşt , diye susturdu beni, karanlığı benden daha ilginç bulduğu açıkça belli olan. Gözler, dedi ardından. Ne gözü, diyecekken fark ettim hikâyenin karanlığının uzak bir noktasından kendini belli etmeye başlayan cılız ışıltıları. Saydım: altı cılız ışık. Üç çift göz, dedim yanımdakine dönüp. Kendini henüz açık etmeyen üç insan gözü var bu hikâyede. Yanımdaki sıkıntıyla soludu. İnsan olup olmadıklarını henüz bilmiyoruz, dedi.

Henüz bilmiyorduk; henüz bilmediğimiz çok şey vardı hikâyeye dair. Tüm hikâyenin bir göz gözü görmezlikte parıldayarak cılız ışıklar saçan üç çift gözün varlığıyla sürüp sürmeyeceğini, belki keskin bir bükümün ardından kendini görünür kılan gizli ışıklar barındırıp barındırmadığını, karanlığın kafa kafaya vermiş ve hikâyeyi birlikte okumaya mecbur edilmiş bu iki kişiyi nereye sürüklemeyi amaçladığından bihaberdik.

Bence insan gözü, diye üsteledim. Bi’dur, cevabı gecikmedi; sesinde sinirlendi sinirlenecek havası taşıyan bir tını vardı. Durdum mecbur. Aslında durmadım. Okumayı sürdürüyorduk. Nihayet, hikâyede zifiri karanlık diye tanımlanan bir dehlizde olduğumuzu anlamıştık. İnce, uzun bir koridor boyunca ilerliyor, gözlerimizin karanlığa uyum sağlamış olmasına karşın, ilerledikçe bizden uzaklaşan o üç çift gözün varlığından başka bir şeyden emin olamıyorduk. Bizi bir yere çekmeye çalışıyor, diye geçirdim içimden. Yanımdaki tüm dikkatini içinde ilerlemekte olduğumuz dehlize vermiş gibi göründüğümden düşüncemi dile getirmedim. Dehlizde olmak canımı sıkmıştı. Hem kim sever ki dehlizleri? ‘ Bir dehliz kadar karanlıktır bazıları ‘ dizesinden haberdarlar belki, kendi karanlıklarını sevmeye mahkûmluklarından. Düşüncelerimden sıyrılıp, beni açık ara geçmiş olan yanımdakine yetişmeye çabaladım.  İşte o sırada su sesi, epeyce uzaktan geldiğinden gerçekliği şüpheli bir şırıltı. Elim kendiliğinden uzandı duvara. Teni kendine yapıştıran, ılıklığı tiksindirici nem kapladı avucumun içini. Elimi hızla çekip tişörtümün eteklerine yapıştım; uzaklaşan gözlerin parıltısı, her adımda işitirliği artan suyun şırıltısı, giderek soluk almayı güçleştiren derine, daha derine indiğimizi düşündüren havasızlığın yanımdakini de kaplamış olduğunu düşündüm. Bedenlerimizin yakınlığı, her birimizden diğerine akan gerilimi daha güçlü hissetmemize neden oluyordu. Koluna yapışmamak için verdiğim mücadelenin benzerini vermekte olduğu öyle aşikârdı ki, okumaya başladığımızdan bu yana ilk kez sempatik göründü gözüme. Nereye gidiyoruz, diye sordum duyduğum yakınlıktan aldığım cesaretle.  Gözlerin peşine taktı bizi, diye yanıtladı sakin bir sesle. Yakınlaşamadığınız bir şeyin peşi sıra koşmanın verdiği o naçar hırs ondan bana bulaşacak gibiydi.  Hadi hızlanalım, dedim. Derin bir soluk alıp okumaya devam ettik. Giderek daralan dehlizin kıvrımlı yollarında ilerlerken, karanlık duyumunun yerini gözü rahatlatan bir loşluğa bırakmaya başladığını fark ettik. Suyun şırıltısı güçlenmiş, dehlizin duvarlarından aşağı doğru incecik yollar oluşturan ıslaklık belirginleşmişti. Bir şeye yaklaşıyoruz, öngörüsünün içimizde yaktığı ışık da cabası olmuş, daha hızlı ilerlemeye başlamıştık.

Sen böyle hikâyeleri sevmezsin, dedi yanımdaki birden durup. O da nereden çıktı, derken ben de durdum.  Bütün hikâyeleri severim, dedim. İnanmazlığını saklamayan bir omuz silkişle karşılık verdi iddiama. Hangi hikâyeleri sevip sevmediğimi nereden bileceksin ki, diye itiraza hazırlanırken, sesi işittik.

Hem çığlık hem fısıltı. Hem inleme hem haykırış. Hem yalvarış hem meydan okuma. Bunların tümü veya hiçbiri. Anlamlandırmaya çalışmanın daha en başından hata olduğunu bildiğimiz o sesle bulunduğumuz noktaya mıhlandık. Bir canlıdan çıkabilecek en korkunç ses, dedi yanımdaki. İçimden düzelttim: bir insandan çıkabilecek en korkunç ses!

Geri dönemeyiz, dedi. Devam, diye katıldım.  Zihnim üç çift göze sahip bir yaratık kurgusuna meyilli; gerçekdışının yazıldığı kadar ürkütücü olabileceği bilgisinin güvenliği ile yürüyüşü mümkün kılmanın yolunu bulmuştu.  Az öncekinden biraz daha temkinli adımlarla ve birbirimize biraz daha sokulmuş bir şekilde ilerlemeyi sürdürdük.

Biraz karardı biraz aydınlandı, biraz daraldı biraz genişledi, biraz ısındı biraz soğudu yol. Vazgeçmedik. Yolla birlikte hikâyenin sonunun da yaklaştığını seziyor, okuma serüvenin bitmek üzere olduğuna biraz hayıflanıyor gibiydik. Ama merak kaybetme korkusundan daha güçlüdür.  Çözülmüş bir sırra sırtını dayayıp uyumanın rahatlığını tercih eder insan. Bundandır ki çözüme doğru hız aldık.

Peşi sıra koştuğumuz üç çift gözün ışığı yaklaştıkça sabitlendi ve şiddeti artan parlaklığıyla bir an için göremez kıldı bizi. Derken netlik ve kavrayış.
Hem çığlık hem fısıltı suyun başındaydı.
Hem inleme hem haykırış daha geride, sudan vazgeçmiş gibi oturmuştu.
Hem yalvarış hem meydan okuma, kendini dehlizin duvarına kilitlemişti.
Konuşuyorlardı. Durmaksızın söz döküyorlardı görünür olmayan ağızlarından.
Kimle konuşuyorlar, diye sordum bir süredir tutmakta olduğum soluğu bırakarak. Hikâyenin sonuna varmış olmanın rahatlığı sesine yansımış bir sesle cevap verdi: kendileriyle. Kendi kendilerine.
Bir insandan çıkabilecek en korkunç …, diyerek başladığım cümleyi ağzıma tıkadı. İşimiz bitti haydi, derken sesindeki bir şey söylemek üzere olduklarımı yutmama neden oldu.  Kitabı kapattık.
Oysa, o gözlerden birinin benimkilere çok benzediğini itiraf edecek ama hangisi olduğunu söylemeyecektim…


Mey