Okuduğumuz hikâye tarifsiz bir karanlıkla açtı kendini.
Seçemezliğimizden şaşkın dönüp birbirimize baktık ilkin. Sonra tekrar hikâyeye.
Bir şey görünmüyor, diye fısıldadım yanımdakine. Ayanı dile getirmeyi gereksiz
bulmuş olacak ki, sessiz kaldı okuma ortağım. O hala, başlangıçtaki itirazına
takılı kalmış gibiydi. Neden birlikte okumamız gerekiyor ki? Nedenden ben de haberdar değildim, birlikte
okumamız istenmişti, okuyorduk işte. Fenası hikâyenin açıldığı karanlık öyle
gerçekti ki, ‘bir duyusunu kaybeden bir dünyayı kaybeder ’ bildirimi daha bir
anlamlı gelmeye başlamıştı. Belki de görülecek bir şey yoktur, dedim karanlığa
eklenen sessizliğin sinirimi bozmaya başlamasından bir parça paniklemiş
olduğumdan. Şşşt , diye susturdu beni, karanlığı benden daha ilginç bulduğu
açıkça belli olan. Gözler, dedi ardından. Ne gözü, diyecekken fark ettim
hikâyenin karanlığının uzak bir noktasından kendini belli etmeye başlayan cılız
ışıltıları. Saydım: altı cılız ışık. Üç çift göz, dedim yanımdakine dönüp.
Kendini henüz açık etmeyen üç insan gözü var bu hikâyede. Yanımdaki sıkıntıyla
soludu. İnsan olup olmadıklarını henüz bilmiyoruz, dedi.
Henüz bilmiyorduk; henüz bilmediğimiz çok şey vardı hikâyeye
dair. Tüm hikâyenin bir göz gözü görmezlikte parıldayarak cılız ışıklar saçan
üç çift gözün varlığıyla sürüp sürmeyeceğini, belki keskin bir bükümün ardından
kendini görünür kılan gizli ışıklar barındırıp barındırmadığını, karanlığın
kafa kafaya vermiş ve hikâyeyi birlikte okumaya mecbur edilmiş bu iki kişiyi
nereye sürüklemeyi amaçladığından bihaberdik.
Bence insan gözü, diye üsteledim. Bi’dur, cevabı gecikmedi;
sesinde sinirlendi sinirlenecek havası taşıyan bir tını vardı. Durdum mecbur.
Aslında durmadım. Okumayı sürdürüyorduk. Nihayet, hikâyede zifiri karanlık diye
tanımlanan bir dehlizde olduğumuzu anlamıştık. İnce, uzun bir koridor boyunca
ilerliyor, gözlerimizin karanlığa uyum sağlamış olmasına karşın, ilerledikçe
bizden uzaklaşan o üç çift gözün varlığından başka bir şeyden emin olamıyorduk.
Bizi bir yere çekmeye çalışıyor, diye geçirdim içimden. Yanımdaki tüm dikkatini
içinde ilerlemekte olduğumuz dehlize vermiş gibi göründüğümden düşüncemi dile
getirmedim. Dehlizde olmak canımı sıkmıştı. Hem kim sever ki dehlizleri? ‘ Bir
dehliz kadar karanlıktır bazıları ‘ dizesinden haberdarlar belki, kendi
karanlıklarını sevmeye mahkûmluklarından. Düşüncelerimden sıyrılıp, beni açık
ara geçmiş olan yanımdakine yetişmeye çabaladım. İşte o sırada su sesi, epeyce uzaktan
geldiğinden gerçekliği şüpheli bir şırıltı. Elim kendiliğinden uzandı duvara. Teni
kendine yapıştıran, ılıklığı tiksindirici nem kapladı avucumun içini. Elimi hızla
çekip tişörtümün eteklerine yapıştım; uzaklaşan gözlerin parıltısı, her adımda
işitirliği artan suyun şırıltısı, giderek soluk almayı güçleştiren derine, daha
derine indiğimizi düşündüren havasızlığın yanımdakini de kaplamış olduğunu
düşündüm. Bedenlerimizin yakınlığı, her birimizden diğerine akan gerilimi daha
güçlü hissetmemize neden oluyordu. Koluna yapışmamak için verdiğim mücadelenin
benzerini vermekte olduğu öyle aşikârdı ki, okumaya başladığımızdan bu yana ilk
kez sempatik göründü gözüme. Nereye gidiyoruz, diye sordum duyduğum yakınlıktan
aldığım cesaretle. Gözlerin peşine taktı
bizi, diye yanıtladı sakin bir sesle. Yakınlaşamadığınız bir şeyin peşi sıra
koşmanın verdiği o naçar hırs ondan bana bulaşacak gibiydi. Hadi hızlanalım, dedim. Derin bir soluk alıp
okumaya devam ettik. Giderek daralan dehlizin kıvrımlı yollarında ilerlerken,
karanlık duyumunun yerini gözü rahatlatan bir loşluğa bırakmaya başladığını
fark ettik. Suyun şırıltısı güçlenmiş, dehlizin duvarlarından aşağı doğru
incecik yollar oluşturan ıslaklık belirginleşmişti. Bir şeye yaklaşıyoruz,
öngörüsünün içimizde yaktığı ışık da cabası olmuş, daha hızlı ilerlemeye
başlamıştık.
Sen böyle hikâyeleri sevmezsin, dedi yanımdaki birden durup.
O da nereden çıktı, derken ben de durdum. Bütün hikâyeleri severim, dedim. İnanmazlığını
saklamayan bir omuz silkişle karşılık verdi iddiama. Hangi hikâyeleri sevip
sevmediğimi nereden bileceksin ki, diye itiraza hazırlanırken, sesi işittik.
Hem çığlık hem fısıltı. Hem inleme hem haykırış. Hem yalvarış
hem meydan okuma. Bunların tümü veya hiçbiri. Anlamlandırmaya çalışmanın daha
en başından hata olduğunu bildiğimiz o sesle bulunduğumuz noktaya mıhlandık. Bir
canlıdan çıkabilecek en korkunç ses, dedi yanımdaki. İçimden düzelttim: bir
insandan çıkabilecek en korkunç ses!
Geri dönemeyiz, dedi. Devam, diye katıldım. Zihnim üç çift göze sahip bir yaratık
kurgusuna meyilli; gerçekdışının yazıldığı kadar ürkütücü olabileceği
bilgisinin güvenliği ile yürüyüşü mümkün kılmanın yolunu bulmuştu. Az öncekinden biraz daha temkinli adımlarla ve
birbirimize biraz daha sokulmuş bir şekilde ilerlemeyi sürdürdük.
Biraz karardı biraz aydınlandı, biraz daraldı biraz
genişledi, biraz ısındı biraz soğudu yol. Vazgeçmedik. Yolla birlikte hikâyenin
sonunun da yaklaştığını seziyor, okuma serüvenin bitmek üzere olduğuna biraz
hayıflanıyor gibiydik. Ama merak kaybetme korkusundan daha güçlüdür. Çözülmüş bir sırra sırtını dayayıp uyumanın
rahatlığını tercih eder insan. Bundandır ki çözüme doğru hız aldık.
Peşi sıra koştuğumuz üç çift gözün ışığı yaklaştıkça
sabitlendi ve şiddeti artan parlaklığıyla bir an için göremez kıldı bizi. Derken
netlik ve kavrayış.
Hem çığlık hem fısıltı suyun başındaydı.
Hem inleme hem haykırış daha geride, sudan vazgeçmiş gibi
oturmuştu.
Hem yalvarış hem meydan okuma, kendini dehlizin duvarına
kilitlemişti.
Konuşuyorlardı. Durmaksızın söz döküyorlardı görünür olmayan
ağızlarından.
Kimle konuşuyorlar, diye sordum bir süredir tutmakta olduğum
soluğu bırakarak. Hikâyenin sonuna varmış olmanın rahatlığı sesine yansımış bir
sesle cevap verdi: kendileriyle. Kendi kendilerine.
Bir insandan çıkabilecek en korkunç …, diyerek başladığım
cümleyi ağzıma tıkadı. İşimiz bitti haydi, derken sesindeki bir şey söylemek
üzere olduklarımı yutmama neden oldu.
Kitabı kapattık.
Oysa, o gözlerden birinin benimkilere çok benzediğini itiraf
edecek ama hangisi olduğunu söylemeyecektim…
Mey