26 Eylül 2017 Salı

BULVARDA

Adımını dışarı atar atmaz yüzünü yalayan ayazla irkildi. 20:20. Sokak neredeyse boş. Sola, yöneldi, sinemanın yanından geçerken duraksar gibi oldu. Girse, girmek istiyordu. Açtı, filmi başka zaman izleyebilirim diye düşündü. Bulvara çıkan sokağa, Olgunlar’a saptı. Kahvenin yanından geçerken içeri göz attı, tanıdık kimse yoktu. Bu saatte, kim olacaktı ki diye düşündü. Çantasından eldivenlerini çıkarmaya üşendiğinden ellerini ceplerine tıkıştırıp adımlarını hızlandırdı. Sokağın sonuna doğru, açık hava sahafları adını verdiği kısım başlayacaktı ve oradan geçerken, başka geçiş yolu yoktu, tezgâhlarını toparlamakta olan kitapçılar her zamanki soruyla keseceklerdi önünü: aradığınız bir şey var mı? Ne ararsanız bulabilirdiniz o tezgâhlarda. Eski kitaplar, kullanılmış soru bankaları, çok kazandırır umuduyla basılmış ve umudu boşa çıkarmış üç liralık çoksatarlar, fotokopi yabancı dil ders kitapları ve elbette korsan basımlar. Aradığım bir şey yok manasında sallayacaktı başını her bir tezgâhın önünden geçerken. İnsan bir kitabı aramaz, bulur demeyecekti ama her seferinde aklından geçirdiği halde. Opera Meydanı’ndan 20:30’da hareket eden otobüsün durağa erken gelmiş olma olasılığını tartacak ve adımlarını hızlandıracaktı. Sahafları geçer geçmez, bulvara çıkmadan az önce yine tenhalaştı sokak. Sokaklarını erken terk etmek alışkanlığındaydı şehrin insanları. Herkes evine koşuyordu ilk akşamdan. Memnun ol buna, diye düşündü. Memnundu. Soğuktan buz kesen kulaklarını paltosunun yakasına saklamaya çalışarak bulvara çıktı.

Bulvar sokağa oranla daha hareketliydi. Bir ucu Ulus, diğer ucu Kavaklıdere’ye uzanan uzun caddenin aşağı yukarı ortasındaki Bakanlıklar’dan çıkmıştı bulvara. Caddenin karşısındaki durağa geçebilmek için üst geçidi kullanacaktı, içi bulandı. Kentlilerin tüp geçit dedikleri köprüye doğru yürüdü. Merdivenleri tırmanırken, az sonra gireceği tüpün kötü kokusu burnuna ulaşmıştı bile. Çabuk çabuk geçti tüpü, açık havaya çıkar çıkmaz tuttuğu soluğu bıraktı. Durağa baktı uzaktan, boştu. Otobüsün bu kadar çabuk gelmiş olması olası gelmedi, rahatladı. Asıl rahatlama, otobüsü beklerken gövdesine sırtını yaslayıp sigarasını tüttüreceği çınarın etrafında kimselerin olmadığını görmesiyle geldi. Şimdi beni kucaklayacak sevinciyle yürüdü ağaca doğru. Yapraklarını çoktan dökmüş yaşlı ağacın kuru dalları hafifçe titriyormuş gibi geldi, gülümsedi.  Akşamların ıssızlığında onunla içinden ve içten konuştuğundan kimseye bahsetmemişti. Ağaca yaklaştı, elini cebinden çıkarıp geniş gövdesine değdi usulca. Işıklandırılmış caddeye düşen gölgesine baktı ağacın. Cebinden sigarasını, ateşi çıkarıp yerleşti yerine. Saatine baktı, daha var diye düşündü. Sigarayı yaktı, caddenin uzak köşesine, otobüsün geleceği yöne baktı. İçine aldığı dumanı savurdu ileri doğru. Anlatmaya başladı.
Bu cadde, dedi ağaca. Bu cadde sınıfsal çeşnisiyle seni de düşündürmüyor mu? Ağaç sessiz kaldı bizce. Umursamadı. Düşün, dedi. Opera’dan bu yana ve bu yandan Kavaklıdere’ye dek uzanan o meşhur tabakalaşmayı göreceksin sen de. Operadan çıktın Kızılay’a dek piramidin en alt kısmından geçerek yürüyeceksin. Kızılay’dan Bakanlıklar’a geçerken ortalamanın havası saracak seni. Ve ardından tam buradan yukarı doğru yürüdüğünde, kaldırım taşlarından caddenin iki yanına sıralanmış mağazalara, o mağazaların vitrinlerine, o vitrinlerde sergilenen türlü nesnenin etiketine kadar üst kısımda olduğunu hatırlatacak her şey. Sustu. Bir sigara daha istedi canı. İtiraz bekliyormuş gibi ağaca dikip gözünü, paketi çıkardı cebinden. İçinden çektiği sigarayı dudaklarının arasına yerleştirip paketi çantasına attı bu kez. Çakmak yanmakta direndi önce, sinirlenecek gibi oldu buna. Nihayet sigara yandığında sırtını yasladı yeniden ağacın gövdesine. Başını kaldırıp yükseklerdeki ince dallara baktı. Yakında bahar gelecek diye haber verdi. Yeşilleneceksin, yaprakların olduğundan heybetli görünmene neden olacak. Gün gün güzelleşeceksin ve şu caddenin eşitsiz salınışı umurunda olmayacak, dedi. Canı kavga istiyor gibiydi, söylenmeyi sürdürdü. Dakikalardır sessizliğini sürdürmekte olan ağaca ters ters bakıyordu bir yandan da. Sonra utandı yaptığına, sustu. Caddenin iki yanında uzanan tüm çınarlardan utandı. Öyle ya, dedi. Nasıl da düşünememişti. Upuzun bulvar boyunca eşitliği sağlayan tek şey çınar ağaçlarıydı. Caddenin iki yanına sıralanmış bu yaşlı çınarlar tüm bulvarı kucaklıyor gibiydiler. Sevindi bu kavrayışa ve sigarasını bitmeden söndürerek gönlünü almaya çalıştı ağacının. Bu sırada beklediği otobüs durağa yanaşıyordu. Gövdesini okşayarak veda etti ağacına ve otobüse doğru yöneldi. Biletini basarken otobüsün geniş camından son kez baktı, bu esnada ağacın komşu çınara dönüp, aşk öyküleri yazmayı bıraktığından beri böyle bu, üzülüyorum haline dediğini duymadı.


Melek Ekim Yıldız ( Mey )



23 Eylül 2017 Cumartesi

Parlak

Kalbinizin karanlığında tuttuğunuz
sır;
verdiği sözü tutamayan atışların arasından
görünür olur ayın parlattığı gecelerde.
Gözlerinizi yumamazsınız. Alışacaksınız.


Mey




21 Eylül 2017 Perşembe

Dahası...

Bilmeden neresine değdiğimi
şiirler tuttum sana. Dahası, sıradaki dize
sıyırırken ardına yüzümü sakladığım boyayı;
dahası, beklerken beklemeye dair ne varsa katarak
içime çektiğim soluğa;
dahası, ağzımdaki eğreti kızgınlığı
gemleyerek gülümserken; dahası,
o dize senin bu dize benim'i gizleyerek bilenden - bilmeyenden;
dahası, küskünlük hangi çiçeğin adı bilmezden gelerek; dahası,
biraz Celan, biraz Ritsos, fazlaca Uyar, az daha abartıp Nazım, dedim.
Adları - adını - mırıldanarak. Dahası, her imgeye gönül indirmeye teşne,
hikayeden aldırışsız durdum; dahası,
mısra dizdim boynumdaki çukura.
Dahası, boğaz dokuz boğumdu. Yutkundum, yutkundum,
sus oldum.
Şiir sana indi, dahası...


Mey






20 Eylül 2017 Çarşamba

SÖYLENMEMİŞ SÖZ TOPLAYICISININ MEKTUBU

Bu bir mektuptur ve tüm mektuplar gibi söyleyecek bir sözü vardır ve sözün ağırlığını daha fazla taşıyamayacağına canı gönülden ve kalpten inanmakta olan biri tarafından kaleme alınmıştır ve kime nasıl ulaştırılacağı henüz tam ve kesin olarak bilinmemektedir. Ve bu bilinmezlik bu mektubu kaleme alan kişinin canını sıkmakta ve aklını karıştırmaktadır.

Bu mektubu alan kişi, her kim olursa olsun, söylenmeye çalışılan sözü anlaması gerektiğini kavramak zorundadır, aksi takdirde bu mektubu yazan kişinin bu mektubu yazmasının hiçbir anlamı kalmayacak ve bu mektubu boşu boşuna yazmış olacaktır. İşte en çok bu mektubun anlaşılamama olasılığı bu mektubu yazan kişiyi, bu mektubu yazmakla iyi edip etmediği konusunda düşündürmektedir. Ondandır ki bu mektubu yazan kişi, bu mektubu yazmadan önce olabildiğince düşünmüş; bu mektubu yazıp yazmamaya bir türlü karar verememiş ama bir sabah uyandığında, bu mektupta söylenecek sözün söylenmesinin başka yolu olmadığını anlamış ve bu mektubu yazmaya karar vermiştir.

Bu mektubu yazan kişi, aslında, söyleyecek sözü olan mektuplar yazmaktan başka işleri de olan, oldukça meşgul biridir. Her sabah erkenden uyanır. Önce kedilerini – bir tekir: mağrur ve huysuz; bir Ankara kırması: tam bir çapkın -  sonra da kendini doyurur. Bütün sabah denizi görebileceği bir yere yerleştirdiği koltuğuna oturup söylenecek sözleri biriktirir. Söylenemeyecek sözlerle uğraşmanın aptalca olduğuna inanmıştır. Koltukta oturup denize bakarken balığa çıkan küçüklü büyüklü deniz araçlarını izler ve bir balık olsaydı da söylenmesi gereken sözleri biriktirme gibi zorlu bir işi olmasaydı, acaba nasıl olurdu diye düşünür bu mektubu yazan kişi. Bu mektubu yazan kişinin ara sıra onu ziyarete gelen birkaç arkadaşı vardır. Onlara zencefilli çörek ikram eder ve onlarla konuşur. Onlar da onunla konuşur, sonra giderler. Onlar gidince söylenmesi gereken hiçbir sözün söylenmemiş olduğunu fark eder bu mektubu yazan kişi. Söylenmesi gereken sözler yine söylenmemiştir ve ne olacak bu işin sonu diye düşünerek söylenmesi gereken ama söylenmemiş sözleri, onları biriktirdiği kutusuna özenle yerleştirir. Öğle sonları evden çıkar, küçük adımlarla yürümeye başlar. Bazen dağlara bazen denize doğru yürür. Attığı her adıma dikkat eder, yerlere iyice bakar. Olur ya, benden birkaç dakika önce buradan geçen biri söylenmesi gereken bir sözü düşürmüş olabilir, diye düşünür. Bunu düşünmekte çok haklıdır çünkü mutlaka bir tane söylenmemiş söz bulur. Bu hiç değişmez.

İnsanların bunca konuştuğu düşünüldüğünde söylenmeden kalmış sözlerin çokluğu başkalarını şaşırtabilir; ama bu mektubu yazan kişi için durum çoktan kabullenilmiş olduğundan şaşırmakla zaman kaybetmenin anlamı yoktur. Bir ırmak gibi akıp giden ve içinde ikinci bir kez yıkanılmayı olanaksız kılan hayat değil, hayatın içinde söylenmeden kalmış olan sözlerin oluşturduğu o azgın nehirdir. Söylenmeden kalmış hiçbir sözü ikinci bir kez ağza almak mümkün olamayacağından, birinin o ırmağa dalıp yapabildiği kadarını kurtarması gerekmektedir. Bu yüce görevin kendisine biçilmiş olduğunu epeydir bilmekte olan bu mektubu yazan kişi, ödev duygusunu içinde büyük bir ciddiyetle saklarken, üstündeki yıldızlı gökyüzüne göz kırpmayı asla ihmal etmemiştir.
Bu mektubu yazan kişinin bu mektubu yazmadaki amacı, söylenmemiş sözleri biriktirmekten yorulmuş olması ya da biriktirdiği onca sözü ne yapacağını artık bilememesi değil, gün geçtikçe hızını artıran o azgın nehirle tek başına mücadele etmenin olanaksız hale geldiğinin farkında olmasıdır. Bu mektup bir yardım talebidir ve bu mektubu alan kişinin iki eli kanda dahi olsa koşup yardım etmesi gerektiğini anlatmaya çalışmaktadır. Çabasının sonuç vermemesi halinde bu mektubu yazan kişinin diğerlerini uyarma görevi başarısızlıkla sonuçlanacağından, bu mektubun da gidip gidebileceği yer söylenmesi gereken ama söylenemeden kalmış sözler kutusunun dibi olacaktır. O yüzdendir ki, bu mektubu alan kişinin bu mektubu okurken aklından çıkarmaması gereken şey, okuduğu her sözcüğün kaderinin kendi zihninin bu sözleri anlayıp anlamamasına bağlı oluşudur. Bu mektupta söylenmeye çalışılan sözün bu mektubu alan kişi tarafından anlaşılmaması, o sözün, söylenmesi gerekirken söylenmemiş sözler nehrine eklenmesine neden olacak ve o nehir bir zaman hepimizin içinde boğulacağı bir denize dönüşecektir. Yeterince ve doğru anlaşılmamış her söz, söylenmesi gerekirken söylenmemiş bir söze dönüşürken, söyleyeni de dinleyeni de nehrin dibine gönderecek denli ağırlaştırır. Bu mektubu yazan kişinin tek umudu,  henüz ağırlaşmamış bir zihin varlığıdır.

Bu mektubu yazan kişi, yazdığı onca sözcüğe rağmen, söylenmesi gereken ama söylenmeden kalmış bir söz bırakmış olduğu şüphesini içinden atamadan bu mektubun sonuna gelmiştir. Bu mektubu yazan kişi, az sonra bu mektubu bir zarfın içine yerleştirecek; zarfın yapışkanlı kapak ucunu diliyle ıslatarak zarfı kapatacak ve bir yandan da, acaba bu mektubu yazan kişi bu mektubu alan kişinin gözlerinden öper ve yollarını gözler, diye yazsa mıydım, diye düşünecektir. Geç kalmış olduğundan düşüncesinde kalan o sözleri, söylenmesi gereken ama söylenmemiş sözler kutusuna yerleştirmekten başka çaresi kalmayacaktır.



Mey



15 Eylül 2017 Cuma

Sözceleme…

Söz çoktan hazırdı. Döküleceği ağzın hazır olduğu şüpheliydi; asıl şüphe ise işitecek kulağa yönelikti. Muhtemelen hazır değillerdi. Ne ağız ne de kulak.

Ama söz hazırdı ve çoğalıyordu. İlkin bir iki küçük cümle. Neresinden baksan üç sözcüğü aşmayacak cümlecikler. Ardından, bir cümlenin alabileceği sözcük sayısına dair şaşkınlığı körükleyecek denli çoğalmaya başladılar. Kiminin süsü püsü yerindeydi, kimi gücünü sadeliğinden alıyordu. Kiminin güveni yoktu yaratacağı etkiye, kimisi de sabırsızca akma telaşında. Çıkacakları ağızda hem titreyiş hem büyükçe bir tereddüt hem de zorlayıcı bir kıpırtı halindeydiler. Zihnin hesaplamalarının ürünü olanlar biraz daha ağırbaşlı, temkinli görünüyorlardı. Asıl sorun kalbin dayatması sonucunda varlık bulmuş olanlardı. İşte onlar yatağı yeterince hızlı akmaya izin vermezse bir yol bulup akmaya kararlı nehirler gibiydiler. Ağzı sımsıkı kapalı kalma durumunda bırakıyordu bazen bu inatları. Henüz hazır değil; ne ağız ne kulak, dense de dinlemek istemiyorlardı.  Bekleyiş bir bendi zorlayan suya dönüşmelerine neden oluyordu. Akmaya meyilli bir suyu durdurabilecek bir bent olmadığını ağız biliyordu, kulağın öğrenmesine ramak kalmıştı.

Sese dönüşmeye meyletmiş söz çoktan hazırdı. Ağız değil, kulak da. Yatağımızda akmak zorunda değiliz fikri kimden çıktı bilinmiyor. Bir ağıza ve kulağa ihtiyacımız yok inancı çok hızlı yayıldı çoktan hazır olan söz güruhunun arasında.  Birinin diğerine şöyle dediği işitiliyordu: birkaç parmak ve o parmaklardan çıkanın üzerinde dolaşacak bir çift göz de yeter. Şimdilik, tamamlamasının kimden geldiği konusu hala çok net değil…





Mey



13 Eylül 2017 Çarşamba

Bellek Kırılması

Gezinirken aşk'ın zamanına
gerilmiş ipin incesinde. Kırıldı bellek.
Güneşin sıcağıyla yanmış bedeninin sarısına aldırmadan;
bir zaman'ın yeşilinin derdindeki o ot gibi sindi yol kıyısına.
Unutmasa da hatırlamıyor.


Mey


Lapsus

Uzun, upuzun bir mektuptu niyeti. En baştan, her şeyi, ama ne varsa, olan biten her şeyi anlatma arzusunun yakıcılığı dolanıyordu ayağına gündeliğin kalabalığı arasında. Öte yandan anlatma çabasının saçma olduğunu biliyordu. Anlaşılırın yazılmasına ihtiyaç yoktu; anlaşılmazlığı ise yazmaya kalkmak naçardı. Biliyordu. Yine de arzu… Arzu yakasını bırakmıyordu.

Arzu. Kendi kendinin düşmanı arzu. Çünkü bir arzu, tatmin edilmediği sürece gücünü koruyabilir. Bunun farkında. Doyumun ardından, vakit kaybetmeksizin, onun daha önce hiç var olmamış gibi yokluğa karışacağını bildiği gibi, biliyor. Bilmenin faydası yok. Bilgi ve eyleyebilirlik denk düşmüyor söz konusu o şiddetli isteme olunca. Ona dair düşünmenin faydasızlığı ortada. Durdurmaya çalışmanın da.

Yazılmasa, söylenmese, sorulmasa da olurlu bir hayat istemek şımarıkçaydı ya, bu olmazlar ülkesinde de dinmeyen fırtınadan göz gözü görmüyordu. Görmeye ihtiyacın yok, diye avutuyordu kendini. Yeterince görmüştü. Bilmek ise hepten yalandı.

Uzun, upuzun bir mektup fikrini uzunca düşündü; buna soyunmak da soyunmamak da içinin don tutmuşluğunun önüne geçmeyecek gibi geliyordu ona. Öyleyse bu arzu niye? Kendini dinlemeyi bıraktığında anladı. Mektup zamana ekleyeceği bir kurma kolu olacaktı; zamanın kurma kolu: pişmanlık anlarının ütopyası. Kolu çevire çevire olmuşu olmamış kılmanın mümkün olacağına inançtı mektubu dayatan. Arzuyu besleyen bencilliğiydi. Bununla yüzleşmeyi erteledi; belki o yüzleşme anı hiç gelmezdi. Bunun adına da umut deniyordu.

Mektuba özenle hazırladı kendini. Doğru sözcükleri seçemeyebileceğine ilişkin gereksiz korkuyu yatıştırdı. Anla artık, diye söylendi kendine paylarcasına. Doğru söz yoktur. Bilerek ya da bilmeyerek söz salt sözlerden ibarettir, gerçekliği ifade iddiasının gücü işitenin inanma arzusuyla beslenir. Anla, dedi. Artık anla.

Bulduğu zarfa mektubun adresini yazdı. Sonra kâğıdı çekti önüne. Boş kâğıda baktı uzunca. En baştan, diye mırıldandı. Her şeyi, ama ne varsa, her şeyi anlatmayı başaracak sözcükleri düşündü. Günlerdir kurgulamakta olduğu giriş cümlelerini anımsamaya çalıştı. Olan bitene giriş, bitmeyen ve olmayana gelişme, sonlanmayacak gibi görünene son’u anlaşılabilir kılacak o cümleleri tekrar tekrar geçirdi zihninden. Sıralamayı tersine çevirmeyi düşündüyse de vazgeçti. Sonunda kalemi eline aldı ve yazdı.

Mektup ertesi gün ulaştı okuyucusuna. Postacı kapıya geldiğinde, adamın elinde tuttuğu zarfı, önceki gün postaladığı yüzünden anlaşılacak korkusuyla, aceleyle kaptı. Kapıyı kapatıp yırtarcasına açtı kendine yazdığı mektubu. Kâğıdı elinde tutup, yazdığı uzun, upuzun tek sözcükten oluşan mektubu okudu: Lapsus…


Arzu hiç olmamışçasına yokluğa karışmıştı. ‘ şimdilik’ diyen densiz iç sesi duymazdan gelebilirdi. Buna muktedirdi. Şimdilik.


Mey



11 Eylül 2017 Pazartesi

Yeşil Elma

Adımları aceleci. Yüzünde belirgin bir sabırsızlık. Kalabalık caddedeki insan selini, zikzaklı adımlarla geçmeye çalışıyor. Ağzında, az önce attığı sigaranın kötü tadı, midesinde anlamsız bir gerginlik. İlerleyişini yavaşlatan insanların varlığından bunalmış, kızgın bakışlar fırlatıyor gözünün değdiği her yüze. Metro istasyonunun girişi az uzakta belirginleşince, omzuna çapraz astığı çantanın fermuarına gidiyor eli. El yordamıyla cüzdanı bulmaya çabalarken, elin yordamının yetmezliği ortaya çıkıyor. Bakışlarını en az sokak kadar kalabalık çantanın derin karanlığına indiriyor. Ivır zıvırı aralamaya çalışırken fark ediyor elmayı. Evden çıkarken anlık bir kararla çantaya atıverip, sonrasında varlığını unuttuğu elmayı.

Elma yeşil. Sokağın şenlikli ışıltısının yardımıyla elmanın yeşilinin parlaklığı dikkat çekici. İri, parlak, diri ve üstüne davetkâr. Koca bir ısırık düşüncesiyle kabaran iştahını, metro girişine çoktan ulaşmış olduğunu fark edince ertelemek zorunda kalıyor.

Dikkatlice iniyor merdivenleri, cüzdan yerine elmayı sıkıca tutmuş olduğunu ayırt edince, gülüyor. Şuracıktaymış oysa cüzdan. Bankodan geçiyor.  İnilmesi gereken yeni basamaklar. İniyor. Trenin gelişini bekleyen kalabalığın arasına karışmadan, küçük bir hesapla en rahat bineceği ve – mümkünse – oturacak bir yer bulabileceği noktayı belirliyor. Aklı elma ve yeşilinde. Bunda, yani aklının elma ve yeşile takılışında basit bir fiziksel arzuyu aşan bir bit yeniği olabileceği fikri için henüz erken.

O sıra tren geliyor. İtiş kakış, önce binip yer kapma telaşının inenlerin önünü kesişinin yarattığı gerginlik uzamandan içeri ve dışarı yer değiştiriyor. Boş bir yer buluyor şansına. Yanına oturan hamile kadının kucağındaki henüz bebeklikten çıkmamış çocuğu sıkıştırmamaya çalışarak yerleşiyor. Çantasına uzanırken niyeti kitabı çıkarmak. Eli elmaya değince bir an duruyor. Yok canım! Çıkarıp bunca insanın arasında yiyecek değilsin, diye azarlıyor kendini. Öteki elini de sokup kitabı çıkarıyor ama ilk hamleyi yapan el hala çantanın içindeki elmayı avuçlar durumda. Bu elmanın derdi ne, sorusu o anda aklına düşüyor. Bir elmanın bir insanla ne derdi olabilir a canım? Kitap çıkıyor. Elmayı tutan el olduğu yerde kalıyor. En son bıraktığı yeri açıp okumaya çalışırken, çantadaki elin elmayı tutuşundaki iştahı, hırsı, - yoksa tutkuyu mu demeli? – anlamaya çalışma çabası, kitaptaki cümleleri zihnine ulaştırmadan gözde bir duyum olarak bırakıyor.

Asıl senin elmayla derdin ne, sorusunun tam zamanı. Elmanın ve yeşilinin bilince ulaşmayan bir çağrışımla anlamlandırma gücünü tıkamış olabileceğini düşünüyor. Bu arada ilk iki durak geride kalmış, inenlerin yerine binenlerin sayısal çokluğu ayaktaki yolcu sayısını çoğaltıp, içerideki havayı azaltmış olmalı ki, soluk alıp verişinin düzensizleştiğini fark ediyor.  Yanında oturan kadının kucağındaki bebeğin küçük ağzının büze büze cips yiyişine takılıyor bir an gözü, elmayı unutacak gibi oluyor. Ama nafile! Ayasına yapışmış yeşilinin akıldan çıkmaz tonu bu ilgi kaymasını kabul etmiyor. Trenin sarsılışıyla avcunun içinde hafifçe kıpırdanan elma, yeterince erteledin der gibi zihninin orta yerindeki işgalciye dönüşüyor. Trendeki vagonların yetersizliği, özellikle sabah saatlerinde balık gibi istiflenerek yapılan yolculuğun zorluğuna dair yapılan konuşmalar çarpıyor kulağına. Elmayı unutabilse, özellikle yeşilini aklından çıkarabilse belki bir cümle de o kurardı. Ve kolay olurdu kalan istasyonları geride bırakıp evin rahatlığına ulaşabileceği zamanı geçirmek.

Çok acıktım ondan bunlar, teskini de işe yaramıyor. Cevap elmanın pürüzsüz yüzeyinde saklıymış gibi parmaklarını usulca gezdiriyor, elinde hafifçe tartıyor. Bir cevabın, özellikle de kayda değer bir cevabın olduğunu nereden çıkarıyorsun çıkışması zihninde belirginleşmeye başlayan imgenin önüne geçebilecek gibi değil. Hoşa gitmeyecek bir oluş’la ilgisi var bu elmanın veya yelişinin yahut her ikisinin birden. Kabul. Ama ne? Ne ama?

Tren ineceği durağa yaklaşınca yerinden kalkıp kapıya yöneliyor. Boşa bu tedirginlik, diyor kendine. Pimpiriklenme! Tren durunca iniyor. Yürüyen merdivenle yukarı doğru ilerlerken, elmayı usulca çıkarıyor çantadan. İstasyonun yapay aydınlığında iyice bakıyor. Evirip çeviriyor elinde. Perde az daha aydınlanıyor. Bir başka elmanın belli belirsiz görüntüsü canlanır gibi oluyor ya bir anlamı yok hala. Üstelik elinde tuttuğu bunca yeşilken zihninde canlananın ağaca tutunan kısmında hafif bir kızıllık var gibi. İçinde çalmaya başlayan alarmı duyuyor, kendini durdurmasının çok önemli olduğunu - nereden bildiğini bilmeden – biliyor. Elindekini yok ederse zihindekinin de olmayışa karışacağına inancından, açık havaya çıkar çıkmaz kocaman bir ısırık alıyor elmadan.  Tadı en az görüntüsü kadar lezzetli.  Ağzının içine aynı anda hem ekşi hem tatlı bir su yayılıyor. Dişlerinde hafif bir kamaşma. Korkacak ne var, leziz bir elma işte, diyor sevinçle. Tıpkı Magritte’nin elması gibi. Duruyor. Aydınlanmanın  sevinci ve hüznü aynı anda boşalıyor üzerine. Hırsla alıyor ikinci ısırığı. Ardından üçüncüsü, dördüncüsü geliyor. Çabuk çabuk yiyor elmayı. Koçanı yanından geçtiği bir ağacın dibine bırakıp, ağzını elinin tersiyle silerken o arsız gülüş peyda oluyor. Yüzüne, sesine, yüreğine.  Magritte’nin elması. O elma!

Ne var bunda, diyor sokağın karanlık ıssızlığına. İkisini de yedim…



Mey






7 Eylül 2017 Perşembe

Rüyada

Varlığını haber veren sesiydi, kokusu ardından geldi. Neden buradayım, diye soruyordu. Aynı anda zihnim kendi soru bombardımanına çoktan başlamış olduğundan, şaşkınlığımı bir yana itmek zorunda olduğumu söylüyordum kendime. Bilmiyorum, diye cevap verdim. Sahiden de bilmiyordum; cevabım ne onu ne de zihnimi tatmin edecekti. Tek bildiğim buydu.

Ben gibi, o da tedirginlikle içinde bulunduğumuz odayı inceliyordu. İkimiz de şaşkındık; dünyayı geçtim, bu oda dahası bu ev kimin tasavvuruydu? Kuşkuyla ona baktım, bizi bir anda buraya fırlatan pekala onun zihni olabilirdi ama içten içe bu işin benimkinin marifeti olduğundan neredeyse emin gibiydim. Güçlü şüphemden ona söz etmemeye karar verdim, biraz öfkeli gibiydi ve köşelerinden oldum olası çekiniyordum.

Burası neresi, diye kükredi yine. Etrafa dikkatlice bakma zamanıydı, o kükredikçe yüreğim hopluyordu çünkü. Becerebilsem ona ters bir bakış fırlatacak havadaydım aslında, ne biliyorsa onu biliyor olduğum gün gibi ortada değil miydi? Bulunduğumuz oda, küçük bir bahçe katı dairenin salonuna benziyordu. İlk bakışta karma karışık görünüyordu ancak kendine has bir düzeni, üstelik sevimli bir düzeni vardı. Çiçek açmış kocaman bir erik ağacı görünüyordu bahçeye bakan iki geniş pencereden; pencere pervazlarına yerleştirilmiş uzun ince saksılarda ise “ unutama beni” çiçekleri süzülüyordu. Bunun daha başlangıç olduğunu sezdiğimden içimden sırıttım. Gözlerimi o hınzır, o intikamcı çiçeklerden güçlükle ayırıp odayı incelemeye başladım. Duvarlar tuhaf ama gözüme çok güzel görünen tablolarla doluydu ve herhangi birini daha önce hiç görmemiş olduğuma emindim. Geniş kanepenin iki yanına yerleştirilmiş sehpaların üstü, başka zaman olsa ıvır zıvır diye burun kıvırabileceğim biblolar, küçük ve renkli cam objelerle doluydu. Aynı durum salonun en geniş duvarına dayanmış konsolun üstü için de geçerliydi. Bu odada akla gelebilecek her renkten bir obje vardı. Çıfıt çarşısı gibi, diye geçirdim içimden. Konsolun üzerine asılmış, çerçevesi oymalı aynaya tutuşturulmuş kağıt parçasını ilk görenimizin yanımdaki huzursuz ve köşeli adam olmasının nedeni odanın karışıklığının dikkatimi dağıtmış olmasıydı besbelli. Uzanıp kağıdı alışını, açıp okuyuşunu izledim. İki kez derin derin iç geçirmeme yetecek süre baktı kağıda, sonunda bana uzattı. Köşelerinden birine temas etmemek için ihtiyatla uzanıp aldım. Okudum.

Çiçeklerin sulanması ve kedinin doyurulmasına ilişkin talimatlar yazılmıştı nota, imza yerinde ise kimin tarafından yazıldığını anlamaya olanak vermeyen bir karalama vardı. Birbirmize baktık. Uzun uzun. Benliğimin valse çoktan başlamış olduğunu dışavurmamak zordu, yine becerdim bunu.

Çiçekler burada ama kedi yok, dedim. Dansın ritmini ele vermek işime gelmiyordu. Üstelik kocaman bir törpüye ihtiyacım vardı o anda, belki de bir eğeye... Şu kediyi bulayım, derken ayırdı bakışını üzerimden; durumu bunca çabuk kabullenmesine sevinirken, uzaklaşan bakışlarının yokluğundan mustariptim.


Kediyi bulamadı. Bense aramadım. Çiçeklere, o hınzırlara sularını verirken bulunmak istemeyen bir kediyi bulmanın olanaksızlığına dair uzun cümleler kuruyordum. Noktanın bir türlü gelmeyişine sinirlenmekte olduğunu fark etmemeye de kararlıydım.

Akşamüstü güneşinin bahçeye doluşunu izlerken, onun hala evin içinde kediyi aranışının çıkardığı gürültüyü dinliyordum. Beklenmedik ve tuhaf bir sevinç tarafından sarmalandığımı saklayamamaktan çekindiğimi itiraf ederim. Sevinci zihnime kabul ettiğim esnada, erik ağacının üst dallarının arasından coşkuma gizlice tanıklık etmekte olan kediyle göz göze geldik. Bir sarman. Sarman gözlerini yumdu ve açtı hemen ardından. Söyleyemediğini görüp, anladım. Sustum. Karanlık çöküyordu.

Gün ışığı aydınlık salondan usulca çekilirken, kanepede yan yana oturmuştuk. İkimiz de irademiz dışında bu odada olmanın anlamını sorgulamaktaydık kendi kendimize. İstencin güdümlenmesi onu öfkelendiriyor, bende ise kaygısız bir neşeye neden oluyordu. Daha dönmeden, bana doğru dönüşünü hissettim. Her ne kadar ani bir hareket gibi görünse de, epeydir beklemekteydim.


Kediyi merak etmiyor musun, diye sordu. Başımı hayır manasında salladım, konuşursam sarmanı ele verebilirdim. Öfkeyle soludu. Neden, dedi. Neden merak etmiyorsun? Çarptığım köşe canımı yakıyordu, bıraktım biraz daha batsın etime. Sorusuna soruyla cevap verdim: Sen neden bu kadar öfkelisin? Yüzüne bakmamaya kararlıydım, bakılacak zaman değildi. Derin bir nefes aldığını işittim. Ardından konuşmaya başladı. Bu senin rüyan çünkü, dedi. Beni zorla getirip rüyana kapattın ve olmayan bir kedinin peşine düşürdün. Bu senin rüyan!

Birbirine kenetlediğim ellerime diktiğim gözlerimi kaldırıp ona baktım. Belki de, diye fısıldadım. Belki de senin rüyandır.



Mey








                                 






6 Eylül 2017 Çarşamba

Kuytu'nun Kedisi

Kuytu, bizim zula,
kedi, sizin kedi.
Pati izleri, tanıdık; salınışının tembelliği, bildik.
Usulca geçiyor, bir uçtan - zihnin kıyısından yani -
diğerine - kalbin kuytusuna belli ki -.
Soruyor - sorarken- utanmaz ve hınzır. Birlikte mırıldanalım mı?


Mey


                                                Fotoğraf: Yaşar Koç